20 Ekim 1999 Çarşamba

Yanlışsın Sayın İnatçı

Sayın Ümit İnatçı ile yarım kalmış bir polemiğimiz var. Vede hep yarım kalacağa benziyor. Neden derseniz, Sayın İNATÇI meseleyi anlamamakta, saptırmakta, bildiği ve okuduğu bütün kitapları bize özetlemekte (hem de cahilliğe hiç durmadan hakaret ettiği halde yanlış, eksik ve saptırılmış olarak özetlemekte) ve bununla da kendi kendisini kandırmakta İNAT etmeye devam edeceğe benziyor.
Bu durum veri iken ne yazık ki kendisini “yalnızlığı” ve “yüceliği” ile başbaşa bırakamıyorum. “Öğretmenlik damarım” tutuyor ve tekrar tekrar izah ediyorum. Sayın İNATÇI’nın bu hali, şaytanla karşılaşmış ve bildiği duaları yüksek sesle tekrarlayan bir keşişe benziyor. Bu haldeyken kendisine birşey anlatılamayacağını biliyorum. Zaten kendisi de “Sen benden ümidi kes dostum. Ben güdülenmesi zor bir hayvanım.” diyerek bu duruma işaret ediyor. Siz demek ki, ne birinden birşey öğrenebileceksiniz ne de bu yaklaşımlarınızla topluma birşey verebileceksiniz. Sizin zihniniz istediği kadar bulanık kalsın, ancak tartışmamızı takip eden insanların zihinlerini bulandırmanıza izin de veremeyiz elbette.
Tartışmaya devam etmeden önce bazı hatırlatmalarda bulunalım. Bu hatırlatma hakkını kendimde buluyorum çünkü: Sayın İnatçı’nın Konferans diye bahsettiği panelde kendisine bazı sorular soran ve tartışmanın başlamasına (İnatçı’nın köpürmesine) neden olan benim. Ayrıca İNATÇI panelden sonra hızını alamayıp bir de yazı yazınca, kendisi ile dalga geçen ve onu daha da kızdıran da benim. Dalga geçmekle, doğrudan ve açık yazarak birçok insanı kazanma fırsatını teptim. Bunun nedeni Sayın İNATÇI’nın saçmalamalarını karşılayan tek üslubun “alay” olmasıdır. Yani adamın biri sizin karşınıza çıkıp da “Ben matematik alanında muhteşem birşeyim. Mükemmelim. Şahaneyim. Ve 2+2 de onluk tabanda 3.5 eder. Zaten Pisagor da böyle söylemişti. Benim Pisagor’dan öğrendiğim en önemli şey budur” derse naparsınız yani?
Hatırlatmalarım şunlar, daha sonra yanlışları düzelteceğiz:
1-Tartışılan İNATÇI’nın kişiliği, neleri aşıp aşmadığı, ne yeyip ne sıçtığı, ne bilip bilmediği değildir. Bu tartışma bu yüzden çıkmış da değildir. Bunun için Sayın İnatçı kendisini övmekten vazgeçerse çok mutlu olacağız. Bu konuda kendi kendisi ile ilgili olarak kendisinin fikirleri, bizi danne alakadar etmiyor. (“Benim gibi eleştirel gerçekçi ve aydınlanma diyalektiğinin bilincine varmış sanatçılar”, “Ben radikal bir eleştiriyle toplumun karşısına çıkarken”, “Bilgiyle toplumun karşısına çıkan aydınlar-kendisini kastediyor”, “Bilgisine tahammül edilemeyen o insan-kendisi”, “Ben eğer gözümü dünyaya açmasam ve …. Beni değil bu toplum en ileri gen mühendisliği bile üretemezdi”,”Benim bu tür bir cinsleşme durumuyla alakam yok" vs. vs) Sayın İnatçı bu kadar çok kendini övdükten sonra büyüklük kompleksi veya narsizim gibi hastalıklardan muzdarip olması çok büyük bir olasılıktır. Hastanın bilgisini de hastadan edinen bir kişi olarak kendisine bir doktor tavsiye ederim. Zaten bana sorulursa geriye kalan bütün saçmalıklarının kökeninde de bu sorunu yatıyor. Örnek vermem gerekirse, ilk başta tartışmamız bir fikir ayrılığıydı, tercih meselesiydi ve Sayın İNATÇI’nın yaptığı tek hata Panel’e Konferans demek olmuştu. Oysa kendisine gelen itirazlardan sonra, yarattığı hayali dünyası yıkılıverdi ve deliler gibi hata yapmaya başladı. Ayrıca dikkate değerdir ki kendi kendisini övme oranı da arttı.
2-Tartışmamızın kökünde, sayın İNATÇI’nın “ben topluma öfke duyuyorum” demesi ve bunu bir erdem gibi savunması yatıyor. Bu çok önemli bir noktadır ve ta panelden beri anlaşamadığımız esas ana eksendir. Ne kadar kitap özetlerse özetlesin onun akademik donmuşluğu, hayatla bağlarının kopukluğu bunu anlayamayacaktır. Anladığı oranda da “Hayır ben eleştirel aydınlanmacı, ben sanatçı, ben şu, ben bu” diye avaz avaz bağıracaktır. Yazılarını takip ediniz, tekrar tekrar okuyunuz bu noktaya gelmemektedir. Bunu hasır altı etmektedir. Kaçmaktadır. Halbuki bu bizim anlaşamadığımız ESAS noktadır.
Oysa kendisini öfkelendiren itirazım şöyle olmuştu: “Bence aydınların topluma kızmaya hakları yoktur. Çünkü toplumdan birşeyler bekleyen aydınların kendisidir. Toplum için gelecek tahayyül eden, rota çizen, onu örgütlemeye çalışan, mücadeleye davet eden hep aydınlardır, sanatçılardır. Bunun için, eğer sonuç olumsuzsa veya hedeflenen, istenen, ümit edilen gerçeklik haline gelemiyorsa; aydınlar kendi öngörülerini ve yeteri kadar çaba sarfedip sarfetmediklerini sorgulamalıdırlar. Önce kendi kendilerini sorgulamalıdırlar. Ben önce kendime kızmalıyım, sonra Ümit İnatçı’ya veya belli bir iddia ile ortaya çıkmış bir kişiye kızabilirim, ama topluma değil. Topluma değil çünkü örgütsüzüz. Topluma değil çünkü bilgi bizde ama kullanmasını bilmiyoruz. Onu caka satmak için kendimizi övmek için kullanıyoruz. Topluma değil çünkü paylaşmıyoruz, kendi kendimizle bile, bizim gibi olanlarla bile ortak, katılımcı, paylaşımcı, özgürlükçü adımlar atamıyoruz. Topluma değil çünkü, biz daha kendi üstmüze düşeni bile yerine getirmedik. Suçlu biziz, toplum değil.”
Bu söyleme kızan ve köpüren bir adamdan ne beklenebilir? Böyle bir aydının niyetlerinden veya ruh sağlığından nasıl kuşkulanılmaz? Israrla ve İNATla “hayır ben topluma öfkeliyim, beni anlamadı, cahil, geri vs.” diyen ve hiç “ben başka ne yapabilirim” demeyen aydın; bir de bunu kendisine hatırlatanlara gerici derse…
3-Başka bir nokta Sayın İnatçı’nın “Sanat Toplum için değil, topluma rağmen yapılır” şeklindeki bir saçmalığı, modern sanatın ulaştığı son nokta diyerek bizlere kakalamaya çalışmasıdır. Bunu böyle savunan başka sanatçılar da olabilir, ancak yargıda birşey eksiltmez: İnsan toplumsal bir varlıktır. Biz Marxistler insanın emeğine, toplumsallığına (toplumsal bir ürün oluşuna, çevresinden soyutalanamayacağına), katılımcı ve yaratıcı eğilimleri olan bir varlık oluşuna ve bu özellikleri teşvik edildiği oranda insanlaşacağına, özel mülkiyet, bencillik, anti-sosyallik gibi davranışların sınıflı toplumun yan ürünleri olduğu ve ancak günümüz tarihsellliğinde sermayedarların felsefesini besleyen karşı devrimci, gerici bir pislik olduğuna olan inancımızla ayırt ediliriz. Bu bizim toplumsal pratiğimizdir ve diyalektik ve tarihsel materyalist felsefemizden beslenir. Bu bağlamda sanat çok değerli bir uğraşı alanıdır ama en az ekmek üretimi kadar da toplumsaldır. Ve ekmek de en az sanat kadar yaşamsaldır. Sayın İnatçının anladığına kuşkum yok. Zaten daha önceki yazımdaki “Doktor” örneği de bunu gayet açık izah ediyordu.
Bu noktada Sayın İNATÇI’nın bana verebildiği tek yanıt, bir soru olmuştur: “Toplum için sanat örneği de hiç vermedi…. Yani bir kurtarıcılık mı sanat?”  Size şöyle izah edeyim: Sanattan hiçkimseyi kurtarması beklenmemektedir, ne biçimine ne de içeriğine bir müdahalemiz de yoktur. Şu olursa sanattır bu olmazsa sanat değildir gibi bir yaklaşımı da bizde (marxistlerde) değil kendinizde arayınız. Bizim yöntemimiz (marxizm) diğer toplumsal olaylara karşı olduğu gibi sanata yönelik olarak da bir kavrama, anlama, değerlendirme ve izah etme, ayrıca, olabildiğince toplumsal değişimde bir rol verme yaklaşımından başka birşey değildir. Bunu da kimseye zorla yaptırıyor değiliz. Toplumsal anlamda tavrını alan sanatçı vardır, almayan sanatçı vardır. Bu onların sanatından hiçbirşey eksiltmez. Adını değiştirir o kadar. Biri burjuvazinin sanatını yapıyordur ötekisi proleteryanın, emekçi kesimlerin. Kendi sanatımızı pazularla, kollarla sınırlıyor da değiliz. Stalinistlerle ilgili proplemlerinizi Stalinistlerle hallediniz. Bizce proleter sanat daha yaratıcı ve gelişmeye açıktır ancak bu Beethoven, Mozart dinlemeyiz beğenmeyiz demek değildir. Bize birsürü hikaye anlattınız (konudan kaçmanıza ve caka satmanıza da epey yardım etti) ancak anlattıklarınızdan sonra söyleyebileceğim tek şey, afferin Troçki’ye demektir. Çünkü bunların benim söylemimle hiçbir alakası yoktur. Zaten siz de böyle bir bağ göstermediniz.
Uzun lafın kısası sorunuzun yanıtı şudur: Sanat toplumsal bir üretimdir. Bunu kabul etseniz de etmeseniz de, her sergi açtığınızda, her kitap yayınladığınızda, her dergi bastırdığınızda bana koca bir OK çekiyorsunuz. Bu toplumun veya başka bir toplumun, ama bir toplumun içindesiniz ve başka biryerde de olamazsınız. Bunun için cevabım Brecht, Can Yücel, Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Mozart, Beethoven vs. vs. dir. Evet bunların hepsi de toplum için sanat yapıyorlardı. Belki bir taraftan yana ve onu haklı çıkarmak için, belki başka bir taraftan yana ve onu haklı çıkarmak için, belki de böyle bir amaçla değil ama birileri dinlesin, izlesin, konuşsun, görsün, duysun, beğensin, beğenmesin vs. vs. diye. Birilerine sunuyorlardı. Birilerine iletiyorlardı. Birilerinden, birşeylerden etkileniyorlardı. Toplumun içindeydiler. Ve toplum da onların içinde. İstediğiniz kadar itiraz edin bu böyle. Peki siz bana bunun tersini ispatlayabilir misiniz? Toplum için sanat yapmayan bir kişiyi göstere bilir misiniz?
Zaten “rağmen” meselesini bir önceki yazımda izah etmiştim. Sayın İNATÇI’yı aptal bir insan yerine koymamak için ve kendisi de bu konuyu süt dökmüş kedi suskunluğuyla geçiştirdiği için de tekrar izah etmeyeceğim.
Dördüncü ve en az diğerleri kadar önemli hatırlatmam ise şu olacak: Katılım. BİRLİKTELİK. Sayın İNATÇI bu konuda yazdıklarımla ilgili tek satır yazmıyor ama, saf saf bazı sorular soruyor. Sanki hiçbirşey söylememişim gibi…
“Katılımla neyi anlatmak istiyorsun? Sen sanatı eğlencelik gösterilerle mi karıştırmaya kalkışıyorsun? Sen sanatçılığı sowmanlik mi, soytarılık mı sanıyorsun?” Bir insan hem bu kadar bilgili hem de bu kadar saf olamaz. Bu işte bir artniyet var.
Hikaye şöyle başlıyor. Ben diyorum ki; “Kendisi ile barışık olmayan başka insanlarla barışık olamaz.” Ve buradan yola çıkarak uzun, somut ve Sayın İNATÇI’nın hiç değinmediği bir örnek veriyorum. Sonra da bir yargıya varıyorum: “Bırakınız sanatı toplumsal hayatın hiçbir aşamasında topluma rağmen birşey yapılamaz. Toplum için, toplumun verili sıkıntılarına ve zaman zaman bu yüzden topluma rağmen ve esas olarak toplumla birlikte hareket edilirse, hareketin bir sonuca ulaşma şansı olur.”
Sayın İNATÇI ise engin bilgisine ve aydınlanmış kafasına hiç yakışmayan bir şekilde “’Kendi ile barışık olmayan başkaları ile barışamaz’ gibi ucuz TV lakırdılarını da bana yutturmaya çalışma; ben bu süslü lafları çoktan sindirip gereken yere çıkarttım” diye cevap veriyor. Sonra da yukarıda andığımız soruyu soruyor.
a)’Kendi ile barışık olmayan başkaları ile barışamaz’ cümlesi ucuz bir TV lakırdısı değildir. Bu nitelemeniz düzeyinizi ve bilgi birikiminizi gösterir. Bu, çok ciddi ve psikolojik bir iddiadır. Benim kendi üretimim de değildir. İnsanın kişisel bütünlüğü, kendi kendisine saygısı, kendine güveni ve iç huzuru olmadığı müddetçe, çevresi ile ilişkilerinin olumlu olamayacağı iddiası birçok psikoloji ve hatta psikanaliz kitabında yer tutar (nasıl Freud okuduysan!!). Bu bağlamda sana senin yaptığın gibi psikanaliz dersi verecek değilim. Hakaret ediyorsun, neden reddettiğini izah etmeden, medyatik bir tavırla, düşünce korkaklığı yapıyorsun. Neden karşı çıktığını, neresini beğenmediğini anlatmıyorsun, somutta örneğini göstermiyorsun korkak bir tavşan gibi tartışmadan kaçıp, tepenin üstünde nutuk atıyorsun.
b)Meseleyi bu kadar korkakça geçiştirdikten sonra “Katılımla neyi anlatmak istiyorsun?” demen de neyi anlatır bilmem. Yazımda da izah ettiğim gibi, toplumla birlikte, toplumdan yola çıkarak ve insanları bilenler ve bilmeyenler diye sınıflandırmadan, hertürlü sürece dahil etmeyi katılım olarak adlandırıyorum. Dediğim gibi bunu somut bir örnekle de izah ettim. Bundan sonra sana soru sormak değil cevap vermek düşer. Yok eğer toplumun katılımından, onların kendi zincirlerini kendilerinin kırmasından bu kadar korkuyorsan, sorma da hatırlatmayayım.
Ümit İnatçı, toplumun verili olumsuz durumuna karşı harekete geçmesinin ancak aydınlarla birlikte olabileceği, aydınların toplumun bu edimine yönelik önünü açma yükümlülükleri olduğu (en azından marxsist aydınların) ve bunu eylemin öznesinin bizzat toplumun kendisi olması gerektiği, (toplum adına birkaç bilenin değil) gerçeklerinden korkmakta ve bunları konuşmaktan kaçmaktadır. Oysa meselemiz de budur.
Sonuç olarak “katılım”la soytarılık arasında nasıl bir bağ kurduğunu bilemem. Ama “katılım”ın “showman”likle hiçbir alakasının da olmadığı çok açık ve nettir.

Polemiğimiz ile ilgili hatırlatmalarım bundan ibarettir. Sayın İNATÇI ta panelden beri kendisine sorduğum soruları yanıtlamaktan kaçmaktadır. Kendisine vakit ayırmış ve onu dinlemiş bir insan olarak bazı sorular sordum. Ama tipik narsizm ve büyüklük kompleksiyle davrandı kendisi. Cevap vermedi, feveran etti. Bilgi yarıştırdı. Nutuk attı.
Hiç durmadan cehaletten ve bilgiden bahseden sayın İNATÇI hatayı hep başkalarında buluyor. Birtek kendisini doğru sayarken ona hayran olmadığımız için bize kızıyor. Ve cevap niyetine okurun aklını karıştırmaktan öteye birşey yazamıyor. AVRUPA okurunu uyarıyorum. Bu tartışmada çok dikkatli olunuz. Ülkemizin aydınları, bir çok tartışmayı ve bilgi aktarımını topluma yapmadıkları gibi, bir de dönüp yanlış ve saçma sapan ifadelerle insanların kafasını karıştırmaktadırlar. Bilgi doğru örnek yanlış, örnek doğru bilgi yanlış. Bu bir sınıf kalleşliğidir!
“Gerçek büyüklük kompleksi, bir başkasına veya topluma acıma hisleriyle yaklaşmaktır.” Güzel ama ben nerede ve ne zaman “topluma acıyorum” veya “topluma acınmalıdır” demişim? Uyduruyorsun sayın İNATÇI.
“Eğer Marxizmi zayıfları koruma felsefesiyle karıştırdıysan ve zayıfları güçlü kılma  eyleminin ne olduğunu bilmiyorsan kusura bakma gene cahilliğini ortaya koydun.” Marxizmi zayıfları koruma felsefesiyle karıştırdığımı da hangi cümlemden çıkardınız. Ben böyle birşeyi değil söylemek, ima bile etmedim. Ama şu da var ki, “Marxizm zayıfları güçlü kılma eylemi” de değildir. Marxizm “içinde bulunduğun topluma attırabileceğin ileri adımı attırma bilimidir.” Bunun için de kapitalist toplumun devrimci dinamiği olarak üretici, emekçi sınıfları tespit etmiştir. Felsefesi vardır, ilerici bir felsefedir. Emekçiler için yapılmaz. Emekçiler devrimci, ilerici bir sınıf olduklarından, bu felsefe onlara hitap eder o kadar. Yani hade zayıflar güçlü olsun da herkes eşit olsun demiyoruz? Ne diyoruz? Herkes aynı şansa sahip olsun. Gerçek fırsat eşitliği olsun. İnsanlar kendilerini geliştirebilecekleri kadar geliştirsinler ve bir kişinin gelişimi, toplumun gelişimi ile çelişmesin, bunlar birbirini tamamlasın. Kimse kimseye rakip olmasın, ayağına çelme takmasın.
“Eğer toplumu sevmek, bir sınıftan yana olmak demekse bunu en iyi dinler yapar; tanrılı ya da tanrısız. Hade git bir manastırda keşişlik veya rahiplik yap ya da git şehir gerillası ol….” Alemsin be Ümit İnatçı, nerden çıkarıyorsun bunları? Toplumu sevmek, bir sınıftan yana olmak demek değildir. Toplumu sevmek demek, toplum içinde olmayı, insanlarla iletişim içinde olmayı, onlardan öğrenmeyi, onlara öğretmeyi, kısacası paylaşarak yaşamayı sevmek demektir. Bir sınıftan yana olmak, o toplumu daha iyiye daha güzele götürmek isteyen bir sınıftan ya da verili durumu çıkarları gereği muhafaza etmek isteyen bir sınıftan yana olmak demektir. Ama bunu en iyi dinler yapmaz. Bazan dinler yapar, bazan emekçilerin partisi yapar, bazan da başka toplumsal kurumlar. Bunlardan birinden yana veya birine karşı olabilirsin. Ama sırf taraf olmak toplumu sevmek değildir bunu bil. Hangi tarafta olduğun da çok önemlidir. Ayrıca bu saçma bağlantıdan sonra keşişlikle şehir gerillalığının da ne ilgisi var? Hayır, şimdi gerçekten de birşey söyledin de ben anlamadım zannedeceğim.
“Ben sanat yapıyorsam, zaten karşı geldiğim değerler vardır”. Yok öyle şey. Öncelikle şunda anlaşalım, herkesin karşı olduğu bazı değerler vardır. Bunun için sanat yapmak şartı yoktur. Yok eğer toplumun değişimine yönelik bazı iddialarım vardır diyorsan, şunu da bil ki her sanatçı toplumun değişimine veya “egemen sınıfın düşünce ve değerlerine” (sen buna toplumun değerleri diyorsun) karşıdır diyemezsin. Yani sanat sanattır demiyorsun her halde. Doğru, o da sanat o da sanat ama, biri varolanı meşrulaştıran ve muhafaza eden sanat, biri değiştirmek isteyen ve mücadele eden sanat. İkisini de dinler, izler güzelliklerini tadarız ama aynı genelleme içine sokacak kadar da Ümit İnatçı değiliz.
“Toplum yenilikleri algılamaya hazır değilse ve kendi bağnazlıklarını bir silah olarak aydına karşı kullanmak isterse aydın/sanatçı da toplum içinde muhalif duruşunu almasını bilmelidir.” Bahsettiğin gibi bir durumda “toplum içinde” değil “topluma karşı” bir tavır alman gerekir. Top yekün toplumu düşman ilan ettiysen, ne diyelim gazan mubarek olsun. Ya şehit olursun ya gazi. Ama, istersen bir Marxist olarak dur da düşün, topluma karşı mı yoksa toplum içinde egemen güçlere karşı mı bir derdin var? Görüntüler seni aldatmasın. Marx’ın da dediği gibi “her dönem egemen düşünceler egemen sınıfın düşünceleridir.” Toplumundur dediğin tavır, başkalarının tavrı olmasın. Eğer öyleyse, yani “toplum” düşman değil de “toplum içindeki bir sınıf” düşmansa, o zaman bu gücü iyi tanıman ve seninle birlikte olabilecek sınıfları da iyi tahlil etmen gerekir. Onun için “toplum içinde” tavrını alırken, öfkeni idareli kullan da, yanlışlıkla kendi kuyunu (ve aynı zamanda hepimizin kuyusunu) kazma.
“Sanat toplumu senin anladığın gibi kesimlere sınıflara ayırmaz. Çünkü sanat zaten sınıfsızlığın, efendisizliğin ve başına buyrukluğun bir tezahürüdür. ‘Özgür insan’ ütopyasının tek ifade alanıdır.” Seni çok iyi anlıyorum. Ama ben ‘Sanat toplumu kesimlere, sınıflara ayırır’ demedim. Ben dedim ve diyorum ve bunu her deyişimde seni sinirden deli ediyorum ki “Sanat toplumda zaten var olan sınıflara ayrılmışlığın, bir sonucudur. Sanat toplumsal bir üretimdir ve sanatçının kendisi de öyle. Yani sanatın kendisi, sınıflara ayrılmışlığın verili durumunda yapılan bir üretimdir. Bu bağlamda bu durumu meşrulaştırır, muhafazakardır veya bu duruma karşı çıkar,özgürlükçü ve yeniliğe açıktır. Yani ‘her sanat yapıtı özgür insan ütopyasını ifade eder’ demek, bir nevi Stalin olmak ve “Beethoven dinlemek karşı devrimci bir eylemdir çünkü devrimci bir sanat değildir” demeye gelir. Çünkü ‘özgür insan ütopyasını ifade etmeyen sanat yapıtı değildir’ demeye gelir. Yani şimdi sen Platon’un “Sanat ideal olanı yansıtır” yaklaşımını benimsiyor musun benimsemiyor musun? Ben sana söyleyeyim. Sanat var olanın, yaratıcılıkla sentezidir. İdeali, özgür insan ütopyasını, cartı, curtu yansıtacak diye bir koşul koymak da senin gibi “uzman”ların işidir.
“Ha bir de o arı bilimden alaylı olarak bahsederken neslel dayanakları üzerinde yükselen bilimden mi bahsediyorsun?… Bak dostum halkın yararlanacağı tek bir bilim vardır o da arı bilimdir” Arı bilimden kastımı açıklayayım. Hani sen diyorsun ya, “ben sanatçıyım ve bunu ben bilirim” işte bunun gibi bazı bilim adamları var ve onlar da “ben bilim adamıyım ve işimi yaparım. Ben bilim yaparım” diyorlar. Sonra ne oluyor biliyor musun? Kendilerini toplumdan soyutladıklarını ve gerçek bilimi gerçekleştirdiklerini zanneden bu avanaklar yaptıkları atom bombası insanların kafasında patlarken bile yeni teknolojiler üretmeye ve hiçbirşeyi iplememeye devam ediyorlar. İşte senin halka yararlı arı bilimin, halktan soyutlandığı, halkın katılımına ve söz sahibi olmasına açık olmadığı için gidiyor ve Japonların başına atom bombası olarak düşüyor. Sonra ne mi oluyor? Japonlar, “bunu bize Amerikalılar attı diyor” Gerçek ise şöyle: Amerikalılar, yani Amerikan toplumu bundan suçlu değildir. Onların katılımı, kararı ve iradesi dışında, egemen güçler bu eylemi gerçekleştirmiştir ve halka gitmeyen, halktan kopuk gerçek bilimciler bunu farketmemiştir bile. Yanisi şu canım, insanların katılımına kapalı, ben bilirimci, “arı”cı, “öz”cü yaklaşımlar, varsa varsa Hitlerin ARI IRK’ına varır. Sonuna ister sanat koy, ister bilim. Katılıma kapalıysan ne kendine faydan olur, ne topluma.
“Bu aydın kıyımına karşı sesini Yükselten ne bir aydın ne de bir birey gördüm.” İnsan utanır da konuşmaz. En basit örnek Kutlu Adalı’nın cenazesidir. Orda en az 3 bin, bazı kaynaklara göre 4-5 bin insan yürüdü. Örgütler örgüt değildi doğrudur ama, insanlar, bireyler ordaydı. Diyeceksin ki, “oradaydılar da ne oldu?” Eh sen de amma yetinmek bilmez adammışsın. Senin gibi aydınlar 22 sene orda burda gezecek, ne bir örgüt, ne bir birlik, ne bir mücadele ne bir halka yönelik aydınlanma olacak. Ancak da halka caka satılacak, bilgi ispatlanacak, ondan sonra da “beğenmedim”. İster beğen ister beğenme, durum budur. Ve soru da şudur? 1)Halk yalnız başına birşey yapabilir mi? Cevap: Yapsa yapsa Kutlu Adalı’nın cenazesindeki gibi kalabalık bir yürüyüş yapar. 2)Aydınlar yalnız başlarına bu durumu değiştire bilirler mi? Cevap: Değiştirecek olsalar şimdiye çoktan değiştirirlerdi. Çözüm: Halka kızmayı bırak. Onların sorunlarını anla ki onlar da seni anlasın. Birlikte bu sorunu altetmeye çalış. İşte o zaman gerçek değişime giden kapıyı aralamış olursun. Yok eğer halka ikide birde cahillik basmaktan hoşlanıyorsan, sen de ona öfkelen, ona kız.
“Hem o zaman Anarşizmin serserilik anlamına gelmediğini de belki anlarsın. … benim senin dediğin gibi ‘hiyerarşi hayranı” değil düşmanı olduğumu da belki biraz anlarsın.” İnsana dair üç temel yaklaşım vardır. Birincisi Liberalizmin kökenini oluşturan yaklaşımdır. Buna göre “insan doğuştan kötü, bencil, asosyal ve zararlı”dır. Bunun doğal sonucu devlet, polis, asker, otoriteler, yasalar ve cezalardır. Hiyerarşidir. İkincisi “İnsanın doğuştan iyi, temiz, güzel, paylaşımcı” olduğunu iddia eder. Bu anarşizmin temel yaklaşımıdır. Ve Anarşizm der ki toplumun tepesindeki hiyerarşiyi kaldırın, insanlar mutlu mutlu yaşamaya başlayacaklardır. Özgür ve kardeş. Polisi kaldırın hırsızlık bitecek. Üçüncüsü der ki “İnsan doğuştan iyi veya kötü değildir. İnsanı şekillendiren ve zamanla insanın da şekillendirdiği, toplumsal çevresi, eğitimi, koşullar vs. dir. Bu yüzden sorun somut koşulların somut tahlilini yapmak. Somuttan öğrenmek. Soyutlama yoluyla geliştirmek ve tekarar dönüp somutu değiştirmektir.” Bu Marxizmdir. Gördüğün gibi Anarşizm ve Marxizm arasında dağlar kadar fark vardır. Bunu tekrar açıklamak zorunda kaldığım için bütün Marxistlerden özür dilerim ama, her duyduğu heyecanlı şeyi çıkınına doldurup bize satmaya kalkışan adamlar bunu ancak üniversitelerindeki pragmatist profesörlere yapabilirler. Biz kardeşim, kitap da okuyoruz, söylediklerinin hepsinden de okumuşluğumuz vardır senin için birşey ifade ederse, ama orada kalmıyoruz. Pratik, günlük hayat her zaman kitaplardaki gibi olmuyor işte. Anarşizmin serserilik demek olmadığını biliyorum ve asla bu felsefeyi küçümsemiş de değilim ancak, gel gör ki Marxizmle de bağdaşamıyor ne yazık. Hiyerarşi hayranlığı meselesine gelince, kendi kendine statü veriyorsun, “ben oyum”, “ben buyum” diyorsun. “Alanıma müdahale ettirmem”, “bunu ben bilirim” diyorsun. Onu bunu küçük görüyorsun, sonra da “ben hiyerarşi düşmanıyım” diyorsun. Sana da kim inanır bilmem ki?
‘Ben sanatçıyım ve bunun böyle olduğunu söylüyorum’ derken, vurgulamak istediğim buydu: Sanatçı bilgisini sanatçıda bulabilirsin çünkü sanatı yapan sanatçının kendisidir. Nesnenin bilgisinin nesnede bulunduğu gibi.” Nesnenin bilgisi elbette nesnede bulunur. Sanatın bilgisi sanatta, sanatçının bilgisi de sanatçıda. Bu tamam. Ama buradan yola çıkarak “Ben sanatçıyım ve bunun böyle olduğunu söylüyorum” diyemezsin. Desen bile bunula bir alakası yoktur. İzah edeyim. Nesneyi öğrenmek istersen, alırsın nesneyi evire çevire, elindeki bütün bilimsel olanakları, o güne kadar yapılan çalışmaları, o nesnenin geçirdiği tarihsel evrimi, şu anda bulunduğu konumu, olası değişimlerini de göz önünde bulundurarak incelersin. Nesnenin bilgisini nesneden alırsın. Sanatı da öyle, sanatçıyı da öyle. Yoksa gidip de sanatçıya “sen sanatçısın, hadi söyle bakalım sen nesin?” demezsin. Çünkü bu gidip de emekçiye “Emekçi nedir? Sen emekçisin bunu en iyi sen bilirsin” demek gibi birşey olur. Sanatçıyı anlamak için, tıpkı nesneye yaptığımız gibi bir incelemeye tabi tutmak, emekçiyi, ekonomiyi, toplumsal ilişkileri, politikayı ve toplumun bizzat kendisini anlamak için hiç usanmadan bu bilimsel yöntemi yinelemek zorundayız. Yoksa Ümit İnatçı’nın dediğini yapacak olsaydık esas bu idealizm olurdu. İdealizm olurdu çünkü bay “Marxist” nesneyi anlamak için gidiyor ve nesnenin kendi kendisi hakkındaki kendi DÜŞÜNCESİNE başvuruyor. Bilim hak getire. Eh artık ben sana ne diyeyim!!! Bir de dönüp bize bunu Marxizmin özü olarak sunuyor. Diyalektik Materyalizm de böyle düşünürmüş!!! Sen yanlış felsefeye sormuşsun arkadaş, o dediğine İDEALİZM derler.
Gerisi küfür, gerisi boş ve manasız bir övünme, gerisi cevap vermekten kaçış, tartışmayı saptırmaya, kafa bulandırmaya yönelik çaresiz kıvırtmalar, gerisi yanlış ve eksik bilgiler yığını gerisi tam bir Ümit İnatçı klasiği.
Bu yazı bile yazılmamalıydı. Ama bu kadar yanlışa tahammül edemediğim için tüm okurlar beni affetsin. Bukadar kendini beğenmişliği biraz silkelemek istediğim için, yüzüne aynayı tuttuğum için beni affedin. Ben Sayın beyefendinin yaklaşımının kasıtlı bir yaklaşım olduğuna inanmak istemiyorum. Ama karşılık niyetine yazılacak çirkefi de tahmin edebiliyorum. Bu bağlamda nesnemizi kendi haline ve kendi kendine taktığı sıfatlarla kendi kendini tanımlayışına bırakmaktan başka çaremiz yok. Kolay gelsin efendim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder