Sayın Ümit İnatçı ile yarım
kalmış bir polemiğimiz var. Vede hep yarım kalacağa benziyor. Neden derseniz,
Sayın İNATÇI meseleyi anlamamakta, saptırmakta, bildiği ve okuduğu bütün
kitapları bize özetlemekte (hem de cahilliğe hiç durmadan hakaret ettiği halde
yanlış, eksik ve saptırılmış olarak özetlemekte) ve bununla da kendi kendisini
kandırmakta İNAT etmeye devam edeceğe benziyor.
Bu durum veri iken ne yazık ki
kendisini “yalnızlığı” ve “yüceliği” ile başbaşa bırakamıyorum. “Öğretmenlik
damarım” tutuyor ve tekrar tekrar izah ediyorum. Sayın İNATÇI’nın bu hali,
şaytanla karşılaşmış ve bildiği duaları yüksek sesle tekrarlayan bir keşişe
benziyor. Bu haldeyken kendisine birşey anlatılamayacağını biliyorum. Zaten
kendisi de “Sen benden ümidi kes dostum. Ben güdülenmesi zor bir hayvanım.”
diyerek bu duruma işaret ediyor. Siz demek ki, ne birinden birşey
öğrenebileceksiniz ne de bu yaklaşımlarınızla topluma birşey verebileceksiniz.
Sizin zihniniz istediği kadar bulanık kalsın, ancak tartışmamızı takip eden
insanların zihinlerini bulandırmanıza izin de veremeyiz elbette.
Tartışmaya devam etmeden önce bazı hatırlatmalarda
bulunalım. Bu hatırlatma hakkını kendimde buluyorum çünkü: Sayın İnatçı’nın
Konferans diye bahsettiği panelde kendisine bazı sorular soran ve tartışmanın
başlamasına (İnatçı’nın köpürmesine) neden olan benim. Ayrıca İNATÇI panelden
sonra hızını alamayıp bir de yazı yazınca, kendisi ile dalga geçen ve onu daha
da kızdıran da benim. Dalga geçmekle, doğrudan ve açık yazarak birçok insanı
kazanma fırsatını teptim. Bunun nedeni Sayın İNATÇI’nın saçmalamalarını
karşılayan tek üslubun “alay” olmasıdır. Yani adamın biri sizin karşınıza çıkıp
da “Ben matematik alanında muhteşem birşeyim. Mükemmelim. Şahaneyim. Ve 2+2 de
onluk tabanda 3.5 eder. Zaten Pisagor da böyle söylemişti. Benim Pisagor’dan
öğrendiğim en önemli şey budur” derse naparsınız yani?
Hatırlatmalarım şunlar, daha sonra yanlışları düzelteceğiz:
1-Tartışılan İNATÇI’nın kişiliği, neleri aşıp aşmadığı,
ne yeyip ne sıçtığı, ne bilip bilmediği değildir. Bu tartışma bu yüzden çıkmış
da değildir. Bunun için Sayın İnatçı
kendisini övmekten vazgeçerse çok mutlu olacağız. Bu konuda kendi kendisi
ile ilgili olarak kendisinin fikirleri, bizi danne alakadar etmiyor. (“Benim
gibi eleştirel gerçekçi ve aydınlanma diyalektiğinin bilincine varmış
sanatçılar”, “Ben radikal bir eleştiriyle toplumun karşısına çıkarken”,
“Bilgiyle toplumun karşısına çıkan aydınlar-kendisini
kastediyor”, “Bilgisine tahammül edilemeyen o insan-kendisi”, “Ben eğer gözümü dünyaya açmasam ve …. Beni değil bu
toplum en ileri gen mühendisliği bile üretemezdi”,”Benim bu tür bir cinsleşme
durumuyla alakam yok" vs. vs) Sayın İnatçı bu kadar çok kendini övdükten sonra büyüklük kompleksi veya narsizim gibi hastalıklardan muzdarip
olması çok büyük bir olasılıktır. Hastanın bilgisini de hastadan edinen bir
kişi olarak kendisine bir doktor tavsiye ederim. Zaten bana sorulursa geriye
kalan bütün saçmalıklarının kökeninde de bu sorunu yatıyor. Örnek vermem
gerekirse, ilk başta tartışmamız bir fikir ayrılığıydı, tercih meselesiydi ve
Sayın İNATÇI’nın yaptığı tek hata Panel’e Konferans demek olmuştu. Oysa
kendisine gelen itirazlardan sonra, yarattığı hayali dünyası yıkılıverdi ve
deliler gibi hata yapmaya başladı. Ayrıca dikkate değerdir ki kendi kendisini
övme oranı da arttı.
2-Tartışmamızın kökünde, sayın İNATÇI’nın “ben topluma öfke duyuyorum” demesi ve
bunu bir erdem gibi savunması yatıyor. Bu çok önemli bir noktadır ve ta
panelden beri anlaşamadığımız esas ana eksendir. Ne kadar kitap özetlerse
özetlesin onun akademik donmuşluğu, hayatla bağlarının kopukluğu bunu
anlayamayacaktır. Anladığı oranda da “Hayır ben eleştirel aydınlanmacı, ben
sanatçı, ben şu, ben bu” diye avaz avaz bağıracaktır. Yazılarını takip ediniz,
tekrar tekrar okuyunuz bu noktaya gelmemektedir. Bunu hasır altı etmektedir.
Kaçmaktadır. Halbuki bu bizim anlaşamadığımız ESAS noktadır.
Oysa kendisini öfkelendiren itirazım şöyle olmuştu:
“Bence aydınların topluma kızmaya hakları yoktur. Çünkü toplumdan birşeyler bekleyen
aydınların kendisidir. Toplum için gelecek tahayyül eden, rota çizen, onu
örgütlemeye çalışan, mücadeleye davet eden hep aydınlardır, sanatçılardır.
Bunun için, eğer sonuç olumsuzsa veya hedeflenen, istenen, ümit edilen
gerçeklik haline gelemiyorsa; aydınlar kendi öngörülerini ve yeteri kadar çaba
sarfedip sarfetmediklerini sorgulamalıdırlar. Önce kendi kendilerini
sorgulamalıdırlar. Ben önce kendime kızmalıyım, sonra Ümit İnatçı’ya veya
belli bir iddia ile ortaya çıkmış bir kişiye kızabilirim, ama topluma değil.
Topluma değil çünkü örgütsüzüz. Topluma değil çünkü bilgi bizde ama
kullanmasını bilmiyoruz. Onu caka satmak için kendimizi övmek için
kullanıyoruz. Topluma değil çünkü paylaşmıyoruz, kendi kendimizle bile, bizim
gibi olanlarla bile ortak, katılımcı, paylaşımcı, özgürlükçü adımlar
atamıyoruz. Topluma değil çünkü, biz daha kendi üstmüze düşeni bile yerine
getirmedik. Suçlu biziz, toplum değil.”
Bu söyleme kızan ve köpüren bir adamdan ne beklenebilir?
Böyle bir aydının niyetlerinden veya ruh sağlığından nasıl kuşkulanılmaz?
Israrla ve İNATla “hayır ben topluma öfkeliyim, beni anlamadı, cahil, geri vs.”
diyen ve hiç “ben başka ne yapabilirim” demeyen aydın; bir de bunu kendisine
hatırlatanlara gerici derse…
3-Başka bir nokta Sayın İnatçı’nın “Sanat Toplum için değil, topluma rağmen yapılır” şeklindeki bir
saçmalığı, modern sanatın ulaştığı son nokta diyerek bizlere kakalamaya
çalışmasıdır. Bunu böyle savunan başka sanatçılar da olabilir, ancak yargıda
birşey eksiltmez: İnsan toplumsal bir varlıktır. Biz Marxistler insanın
emeğine, toplumsallığına (toplumsal bir ürün oluşuna, çevresinden
soyutalanamayacağına), katılımcı ve yaratıcı eğilimleri olan bir varlık oluşuna
ve bu özellikleri teşvik edildiği oranda insanlaşacağına, özel mülkiyet,
bencillik, anti-sosyallik gibi davranışların sınıflı toplumun yan ürünleri
olduğu ve ancak günümüz tarihsellliğinde sermayedarların felsefesini besleyen
karşı devrimci, gerici bir pislik olduğuna olan inancımızla ayırt ediliriz. Bu
bizim toplumsal pratiğimizdir ve diyalektik ve tarihsel materyalist
felsefemizden beslenir. Bu bağlamda sanat çok değerli bir uğraşı alanıdır ama
en az ekmek üretimi kadar da toplumsaldır. Ve ekmek de en az sanat kadar
yaşamsaldır. Sayın İnatçının anladığına kuşkum yok. Zaten daha önceki yazımdaki
“Doktor” örneği de bunu gayet açık izah ediyordu.
Bu noktada Sayın İNATÇI’nın bana verebildiği tek yanıt,
bir soru olmuştur: “Toplum için sanat örneği de hiç vermedi…. Yani bir
kurtarıcılık mı sanat?” Size şöyle izah
edeyim: Sanattan hiçkimseyi kurtarması beklenmemektedir, ne biçimine ne de içeriğine
bir müdahalemiz de yoktur. Şu olursa sanattır bu olmazsa sanat değildir gibi
bir yaklaşımı da bizde (marxistlerde) değil kendinizde arayınız. Bizim
yöntemimiz (marxizm) diğer toplumsal olaylara karşı olduğu gibi sanata yönelik
olarak da bir kavrama, anlama, değerlendirme ve izah etme, ayrıca,
olabildiğince toplumsal değişimde bir rol verme yaklaşımından başka birşey
değildir. Bunu da kimseye zorla yaptırıyor değiliz. Toplumsal anlamda tavrını
alan sanatçı vardır, almayan sanatçı vardır. Bu onların sanatından hiçbirşey
eksiltmez. Adını değiştirir o kadar. Biri burjuvazinin sanatını yapıyordur
ötekisi proleteryanın, emekçi kesimlerin. Kendi sanatımızı pazularla, kollarla
sınırlıyor da değiliz. Stalinistlerle ilgili proplemlerinizi Stalinistlerle
hallediniz. Bizce proleter sanat daha yaratıcı ve gelişmeye açıktır ancak bu
Beethoven, Mozart dinlemeyiz beğenmeyiz demek değildir. Bize birsürü hikaye
anlattınız (konudan kaçmanıza ve caka satmanıza da epey yardım etti) ancak
anlattıklarınızdan sonra söyleyebileceğim tek şey, afferin Troçki’ye demektir.
Çünkü bunların benim söylemimle hiçbir alakası yoktur. Zaten siz de böyle bir
bağ göstermediniz.
Uzun lafın kısası sorunuzun yanıtı şudur: Sanat toplumsal
bir üretimdir. Bunu kabul etseniz de etmeseniz de, her sergi açtığınızda, her
kitap yayınladığınızda, her dergi bastırdığınızda bana koca bir OK
çekiyorsunuz. Bu toplumun veya başka bir toplumun, ama bir toplumun içindesiniz
ve başka biryerde de olamazsınız. Bunun için cevabım Brecht, Can Yücel, Nazım
Hikmet, Aziz Nesin, Mozart, Beethoven vs. vs. dir. Evet bunların hepsi de
toplum için sanat yapıyorlardı. Belki bir taraftan yana ve onu haklı çıkarmak
için, belki başka bir taraftan yana ve onu haklı çıkarmak için, belki de böyle
bir amaçla değil ama birileri dinlesin, izlesin, konuşsun, görsün, duysun,
beğensin, beğenmesin vs. vs. diye. Birilerine sunuyorlardı. Birilerine
iletiyorlardı. Birilerinden, birşeylerden etkileniyorlardı. Toplumun içindeydiler.
Ve toplum da onların içinde. İstediğiniz kadar itiraz edin bu böyle. Peki siz
bana bunun tersini ispatlayabilir misiniz? Toplum için sanat yapmayan bir
kişiyi göstere bilir misiniz?
Zaten “rağmen” meselesini bir önceki yazımda izah
etmiştim. Sayın İNATÇI’yı aptal bir insan yerine koymamak için ve kendisi de bu
konuyu süt dökmüş kedi suskunluğuyla geçiştirdiği için de tekrar izah
etmeyeceğim.
Dördüncü ve en az diğerleri kadar önemli hatırlatmam ise
şu olacak: Katılım. BİRLİKTELİK. Sayın İNATÇI bu konuda yazdıklarımla ilgili
tek satır yazmıyor ama, saf saf bazı sorular soruyor. Sanki hiçbirşey
söylememişim gibi…
“Katılımla neyi
anlatmak istiyorsun? Sen sanatı eğlencelik gösterilerle mi karıştırmaya
kalkışıyorsun? Sen sanatçılığı sowmanlik mi, soytarılık mı sanıyorsun?” Bir insan hem bu kadar bilgili hem de bu kadar saf
olamaz. Bu işte bir artniyet var.
Hikaye şöyle başlıyor. Ben diyorum ki; “Kendisi ile
barışık olmayan başka insanlarla barışık olamaz.” Ve buradan yola çıkarak uzun,
somut ve Sayın İNATÇI’nın hiç değinmediği bir örnek veriyorum. Sonra da bir
yargıya varıyorum: “Bırakınız sanatı toplumsal hayatın hiçbir aşamasında
topluma rağmen birşey yapılamaz. Toplum
için, toplumun verili sıkıntılarına ve zaman zaman bu yüzden topluma rağmen
ve esas olarak toplumla birlikte
hareket edilirse, hareketin bir sonuca ulaşma şansı olur.”
Sayın İNATÇI ise engin bilgisine ve aydınlanmış kafasına
hiç yakışmayan bir şekilde “’Kendi ile
barışık olmayan başkaları ile barışamaz’ gibi ucuz TV lakırdılarını da bana
yutturmaya çalışma; ben bu süslü lafları çoktan sindirip gereken yere
çıkarttım” diye cevap veriyor. Sonra da yukarıda andığımız soruyu soruyor.
a)’Kendi ile barışık olmayan başkaları ile barışamaz’
cümlesi ucuz bir TV lakırdısı değildir. Bu nitelemeniz düzeyinizi ve bilgi
birikiminizi gösterir. Bu, çok ciddi ve psikolojik bir iddiadır. Benim kendi
üretimim de değildir. İnsanın kişisel bütünlüğü, kendi kendisine saygısı,
kendine güveni ve iç huzuru olmadığı müddetçe, çevresi ile ilişkilerinin olumlu
olamayacağı iddiası birçok psikoloji ve hatta psikanaliz kitabında yer tutar
(nasıl Freud okuduysan!!). Bu bağlamda sana senin yaptığın gibi psikanaliz
dersi verecek değilim. Hakaret ediyorsun, neden reddettiğini izah etmeden,
medyatik bir tavırla, düşünce korkaklığı yapıyorsun. Neden karşı çıktığını,
neresini beğenmediğini anlatmıyorsun, somutta örneğini göstermiyorsun korkak
bir tavşan gibi tartışmadan kaçıp, tepenin üstünde nutuk atıyorsun.
b)Meseleyi bu kadar korkakça geçiştirdikten sonra
“Katılımla neyi anlatmak istiyorsun?” demen de neyi anlatır bilmem. Yazımda da
izah ettiğim gibi, toplumla birlikte,
toplumdan yola çıkarak ve insanları bilenler ve bilmeyenler diye
sınıflandırmadan, hertürlü sürece dahil etmeyi katılım olarak
adlandırıyorum. Dediğim gibi bunu somut bir örnekle de izah ettim. Bundan sonra
sana soru sormak değil cevap vermek düşer. Yok eğer toplumun katılımından,
onların kendi zincirlerini kendilerinin kırmasından bu kadar korkuyorsan, sorma
da hatırlatmayayım.
Ümit İnatçı, toplumun verili olumsuz durumuna karşı
harekete geçmesinin ancak aydınlarla birlikte olabileceği, aydınların toplumun
bu edimine yönelik önünü açma yükümlülükleri olduğu (en azından marxsist
aydınların) ve bunu eylemin öznesinin bizzat toplumun kendisi olması gerektiği,
(toplum adına birkaç bilenin değil) gerçeklerinden korkmakta ve bunları
konuşmaktan kaçmaktadır. Oysa meselemiz
de budur.
Sonuç olarak “katılım”la soytarılık arasında nasıl
bir bağ kurduğunu bilemem. Ama “katılım”ın “showman”likle hiçbir alakasının da
olmadığı çok açık ve nettir.
Polemiğimiz ile ilgili hatırlatmalarım bundan ibarettir.
Sayın İNATÇI ta panelden beri kendisine sorduğum soruları yanıtlamaktan
kaçmaktadır. Kendisine vakit ayırmış ve onu dinlemiş bir insan olarak bazı
sorular sordum. Ama tipik narsizm ve büyüklük kompleksiyle davrandı kendisi.
Cevap vermedi, feveran etti. Bilgi yarıştırdı. Nutuk attı.
Hiç durmadan cehaletten ve bilgiden bahseden sayın İNATÇI
hatayı hep başkalarında buluyor. Birtek kendisini doğru sayarken ona hayran
olmadığımız için bize kızıyor. Ve cevap niyetine okurun aklını karıştırmaktan
öteye birşey yazamıyor. AVRUPA okurunu uyarıyorum. Bu tartışmada çok dikkatli
olunuz. Ülkemizin aydınları, bir çok tartışmayı ve bilgi aktarımını topluma
yapmadıkları gibi, bir de dönüp yanlış ve saçma sapan ifadelerle insanların
kafasını karıştırmaktadırlar. Bilgi doğru örnek yanlış, örnek doğru bilgi
yanlış. Bu bir sınıf kalleşliğidir!
“Gerçek büyüklük
kompleksi, bir başkasına veya topluma acıma hisleriyle yaklaşmaktır.” Güzel ama ben nerede ve ne zaman “topluma acıyorum” veya
“topluma acınmalıdır” demişim? Uyduruyorsun sayın İNATÇI.
“Eğer Marxizmi
zayıfları koruma felsefesiyle karıştırdıysan ve zayıfları güçlü kılma eyleminin ne olduğunu bilmiyorsan kusura
bakma gene cahilliğini ortaya koydun.” Marxizmi
zayıfları koruma felsefesiyle karıştırdığımı da hangi cümlemden çıkardınız. Ben
böyle birşeyi değil söylemek, ima bile etmedim. Ama şu da var ki, “Marxizm
zayıfları güçlü kılma eylemi” de değildir. Marxizm “içinde bulunduğun topluma
attırabileceğin ileri adımı attırma bilimidir.” Bunun için de kapitalist
toplumun devrimci dinamiği olarak üretici, emekçi sınıfları tespit etmiştir.
Felsefesi vardır, ilerici bir felsefedir. Emekçiler için yapılmaz. Emekçiler
devrimci, ilerici bir sınıf olduklarından, bu felsefe onlara hitap eder o
kadar. Yani hade zayıflar güçlü olsun da herkes eşit olsun demiyoruz? Ne
diyoruz? Herkes aynı şansa sahip olsun. Gerçek fırsat eşitliği olsun. İnsanlar
kendilerini geliştirebilecekleri kadar geliştirsinler ve bir kişinin gelişimi,
toplumun gelişimi ile çelişmesin, bunlar birbirini tamamlasın. Kimse kimseye
rakip olmasın, ayağına çelme takmasın.
“Eğer toplumu
sevmek, bir sınıftan yana olmak demekse bunu en iyi dinler yapar; tanrılı ya da
tanrısız. Hade git bir manastırda keşişlik veya rahiplik yap ya da git şehir
gerillası ol….” Alemsin be Ümit
İnatçı, nerden çıkarıyorsun bunları? Toplumu sevmek, bir sınıftan yana olmak
demek değildir. Toplumu sevmek demek, toplum içinde olmayı, insanlarla iletişim
içinde olmayı, onlardan öğrenmeyi, onlara öğretmeyi, kısacası paylaşarak
yaşamayı sevmek demektir. Bir sınıftan yana olmak, o toplumu daha iyiye daha
güzele götürmek isteyen bir sınıftan ya da verili durumu çıkarları gereği
muhafaza etmek isteyen bir sınıftan yana olmak demektir. Ama bunu en iyi dinler
yapmaz. Bazan dinler yapar, bazan emekçilerin partisi yapar, bazan da başka
toplumsal kurumlar. Bunlardan birinden yana veya birine karşı olabilirsin. Ama
sırf taraf olmak toplumu sevmek değildir bunu bil. Hangi tarafta olduğun da çok
önemlidir. Ayrıca bu saçma bağlantıdan sonra keşişlikle şehir gerillalığının da
ne ilgisi var? Hayır, şimdi gerçekten de birşey söyledin de ben anlamadım zannedeceğim.
“Ben sanat
yapıyorsam, zaten karşı geldiğim değerler vardır”. Yok öyle şey. Öncelikle şunda anlaşalım, herkesin karşı
olduğu bazı değerler vardır. Bunun için sanat yapmak şartı yoktur. Yok eğer
toplumun değişimine yönelik bazı iddialarım vardır diyorsan, şunu da bil ki her
sanatçı toplumun değişimine veya “egemen sınıfın düşünce ve değerlerine” (sen
buna toplumun değerleri diyorsun) karşıdır diyemezsin. Yani sanat sanattır
demiyorsun her halde. Doğru, o da sanat o da sanat ama, biri varolanı meşrulaştıran
ve muhafaza eden sanat, biri değiştirmek isteyen ve mücadele eden sanat.
İkisini de dinler, izler güzelliklerini tadarız ama aynı genelleme içine
sokacak kadar da Ümit İnatçı değiliz.
“Toplum
yenilikleri algılamaya hazır değilse ve kendi bağnazlıklarını bir silah olarak
aydına karşı kullanmak isterse aydın/sanatçı da toplum içinde muhalif duruşunu
almasını bilmelidir.” Bahsettiğin gibi
bir durumda “toplum içinde” değil “topluma karşı” bir tavır alman
gerekir. Top yekün toplumu düşman ilan ettiysen, ne diyelim gazan mubarek
olsun. Ya şehit olursun ya gazi. Ama, istersen bir Marxist olarak dur da düşün,
topluma karşı mı yoksa toplum içinde egemen güçlere karşı mı bir
derdin var? Görüntüler seni aldatmasın. Marx’ın da dediği gibi “her dönem
egemen düşünceler egemen sınıfın düşünceleridir.” Toplumundur dediğin tavır,
başkalarının tavrı olmasın. Eğer öyleyse, yani “toplum” düşman değil de “toplum
içindeki bir sınıf” düşmansa, o zaman bu gücü iyi tanıman ve seninle birlikte
olabilecek sınıfları da iyi tahlil etmen gerekir. Onun için “toplum içinde”
tavrını alırken, öfkeni idareli kullan da, yanlışlıkla kendi kuyunu (ve aynı
zamanda hepimizin kuyusunu) kazma.
“Sanat toplumu
senin anladığın gibi kesimlere sınıflara ayırmaz. Çünkü sanat zaten
sınıfsızlığın, efendisizliğin ve başına buyrukluğun bir tezahürüdür. ‘Özgür
insan’ ütopyasının tek ifade alanıdır.” Seni çok iyi anlıyorum. Ama ben ‘Sanat toplumu kesimlere, sınıflara ayırır’
demedim. Ben dedim ve diyorum ve bunu her deyişimde seni sinirden deli ediyorum
ki “Sanat toplumda zaten var olan sınıflara ayrılmışlığın, bir sonucudur. Sanat
toplumsal bir üretimdir ve sanatçının kendisi de öyle. Yani sanatın kendisi,
sınıflara ayrılmışlığın verili durumunda yapılan bir üretimdir. Bu bağlamda bu
durumu meşrulaştırır, muhafazakardır veya bu duruma karşı çıkar,özgürlükçü ve
yeniliğe açıktır. Yani ‘her sanat yapıtı özgür insan ütopyasını ifade eder’
demek, bir nevi Stalin olmak ve “Beethoven dinlemek karşı devrimci bir eylemdir
çünkü devrimci bir sanat değildir” demeye gelir. Çünkü ‘özgür insan ütopyasını
ifade etmeyen sanat yapıtı değildir’ demeye gelir. Yani şimdi sen Platon’un “Sanat ideal olanı yansıtır”
yaklaşımını benimsiyor musun benimsemiyor musun? Ben sana söyleyeyim. Sanat var
olanın, yaratıcılıkla sentezidir. İdeali, özgür insan ütopyasını, cartı, curtu
yansıtacak diye bir koşul koymak da senin gibi “uzman”ların işidir.
“Ha bir de o arı
bilimden alaylı olarak bahsederken neslel dayanakları üzerinde yükselen
bilimden mi bahsediyorsun?… Bak dostum halkın yararlanacağı tek bir bilim
vardır o da arı bilimdir” Arı bilimden
kastımı açıklayayım. Hani sen diyorsun ya, “ben sanatçıyım ve bunu ben bilirim”
işte bunun gibi bazı bilim adamları var ve onlar da “ben bilim adamıyım ve
işimi yaparım. Ben bilim yaparım” diyorlar. Sonra ne oluyor biliyor musun?
Kendilerini toplumdan soyutladıklarını ve gerçek bilimi gerçekleştirdiklerini
zanneden bu avanaklar yaptıkları atom bombası insanların kafasında patlarken
bile yeni teknolojiler üretmeye ve hiçbirşeyi iplememeye devam ediyorlar. İşte
senin halka yararlı arı bilimin, halktan soyutlandığı, halkın katılımına ve söz
sahibi olmasına açık olmadığı için gidiyor ve Japonların başına atom bombası
olarak düşüyor. Sonra ne mi oluyor? Japonlar, “bunu bize Amerikalılar attı
diyor” Gerçek ise şöyle: Amerikalılar, yani Amerikan toplumu bundan suçlu
değildir. Onların katılımı, kararı ve iradesi dışında, egemen güçler bu eylemi
gerçekleştirmiştir ve halka gitmeyen, halktan kopuk gerçek bilimciler bunu
farketmemiştir bile. Yanisi şu canım, insanların katılımına kapalı, ben
bilirimci, “arı”cı, “öz”cü yaklaşımlar, varsa varsa Hitlerin ARI IRK’ına varır.
Sonuna ister sanat koy, ister bilim. Katılıma kapalıysan ne kendine faydan olur,
ne topluma.
“Bu aydın kıyımına
karşı sesini Yükselten ne bir aydın ne de bir birey gördüm.” İnsan utanır da konuşmaz. En basit örnek Kutlu Adalı’nın
cenazesidir. Orda en az 3 bin, bazı kaynaklara göre 4-5 bin insan yürüdü.
Örgütler örgüt değildi doğrudur ama, insanlar, bireyler ordaydı. Diyeceksin ki,
“oradaydılar da ne oldu?” Eh sen de amma yetinmek bilmez adammışsın. Senin gibi
aydınlar 22 sene orda burda gezecek, ne bir örgüt, ne bir birlik, ne bir
mücadele ne bir halka yönelik aydınlanma olacak. Ancak da halka caka satılacak,
bilgi ispatlanacak, ondan sonra da “beğenmedim”. İster beğen ister beğenme,
durum budur. Ve soru da şudur? 1)Halk
yalnız başına birşey yapabilir mi? Cevap: Yapsa yapsa Kutlu Adalı’nın
cenazesindeki gibi kalabalık bir yürüyüş yapar. 2)Aydınlar yalnız başlarına bu durumu değiştire bilirler mi? Cevap:
Değiştirecek olsalar şimdiye çoktan değiştirirlerdi. Çözüm: Halka kızmayı bırak. Onların sorunlarını anla ki onlar da
seni anlasın. Birlikte bu sorunu altetmeye çalış. İşte o zaman gerçek değişime
giden kapıyı aralamış olursun. Yok eğer halka ikide birde cahillik basmaktan
hoşlanıyorsan, sen de ona öfkelen, ona kız.
“Hem o zaman
Anarşizmin serserilik anlamına gelmediğini de belki anlarsın. … benim senin
dediğin gibi ‘hiyerarşi hayranı” değil düşmanı olduğumu da belki biraz
anlarsın.” İnsana dair üç temel yaklaşım vardır. Birincisi
Liberalizmin kökenini oluşturan yaklaşımdır. Buna göre “insan doğuştan kötü,
bencil, asosyal ve zararlı”dır. Bunun doğal sonucu devlet, polis, asker,
otoriteler, yasalar ve cezalardır. Hiyerarşidir. İkincisi “İnsanın
doğuştan iyi, temiz, güzel, paylaşımcı” olduğunu iddia eder. Bu anarşizmin
temel yaklaşımıdır. Ve Anarşizm der ki toplumun tepesindeki hiyerarşiyi
kaldırın, insanlar mutlu mutlu yaşamaya başlayacaklardır. Özgür ve kardeş.
Polisi kaldırın hırsızlık bitecek. Üçüncüsü der ki “İnsan doğuştan iyi
veya kötü değildir. İnsanı şekillendiren ve zamanla insanın da şekillendirdiği,
toplumsal çevresi, eğitimi, koşullar vs. dir. Bu yüzden sorun somut koşulların
somut tahlilini yapmak. Somuttan öğrenmek. Soyutlama yoluyla geliştirmek ve tekarar
dönüp somutu değiştirmektir.” Bu Marxizmdir. Gördüğün gibi Anarşizm ve Marxizm
arasında dağlar kadar fark vardır. Bunu tekrar açıklamak zorunda kaldığım için
bütün Marxistlerden özür dilerim ama, her duyduğu heyecanlı şeyi çıkınına
doldurup bize satmaya kalkışan adamlar bunu ancak üniversitelerindeki
pragmatist profesörlere yapabilirler. Biz kardeşim, kitap da okuyoruz,
söylediklerinin hepsinden de okumuşluğumuz vardır senin için birşey ifade
ederse, ama orada kalmıyoruz. Pratik, günlük hayat her zaman kitaplardaki gibi
olmuyor işte. Anarşizmin serserilik demek olmadığını biliyorum ve asla bu
felsefeyi küçümsemiş de değilim ancak, gel gör ki Marxizmle de bağdaşamıyor ne
yazık. Hiyerarşi hayranlığı meselesine gelince, kendi kendine statü veriyorsun,
“ben oyum”, “ben buyum” diyorsun. “Alanıma müdahale ettirmem”, “bunu ben
bilirim” diyorsun. Onu bunu küçük görüyorsun, sonra da “ben hiyerarşi
düşmanıyım” diyorsun. Sana da kim inanır bilmem ki?
‘Ben sanatçıyım ve
bunun böyle olduğunu söylüyorum’ derken, vurgulamak istediğim buydu: Sanatçı
bilgisini sanatçıda bulabilirsin çünkü sanatı yapan sanatçının kendisidir.
Nesnenin bilgisinin nesnede bulunduğu gibi.” Nesnenin bilgisi elbette nesnede bulunur. Sanatın bilgisi sanatta,
sanatçının bilgisi de sanatçıda. Bu tamam. Ama buradan yola çıkarak “Ben
sanatçıyım ve bunun böyle olduğunu söylüyorum” diyemezsin. Desen bile bunula
bir alakası yoktur. İzah edeyim. Nesneyi öğrenmek istersen, alırsın nesneyi
evire çevire, elindeki bütün bilimsel olanakları, o güne kadar yapılan
çalışmaları, o nesnenin geçirdiği tarihsel evrimi, şu anda bulunduğu konumu,
olası değişimlerini de göz önünde bulundurarak incelersin. Nesnenin bilgisini
nesneden alırsın. Sanatı da öyle, sanatçıyı da öyle. Yoksa gidip de sanatçıya
“sen sanatçısın, hadi söyle bakalım sen nesin?” demezsin. Çünkü bu gidip de
emekçiye “Emekçi nedir? Sen emekçisin bunu en iyi sen bilirsin” demek gibi
birşey olur. Sanatçıyı anlamak için, tıpkı nesneye yaptığımız gibi bir
incelemeye tabi tutmak, emekçiyi, ekonomiyi, toplumsal ilişkileri, politikayı
ve toplumun bizzat kendisini anlamak için hiç usanmadan bu bilimsel yöntemi
yinelemek zorundayız. Yoksa Ümit İnatçı’nın dediğini yapacak olsaydık esas bu
idealizm olurdu. İdealizm olurdu çünkü bay “Marxist” nesneyi anlamak için gidiyor
ve nesnenin kendi kendisi hakkındaki kendi DÜŞÜNCESİNE başvuruyor. Bilim hak
getire. Eh artık ben sana ne diyeyim!!! Bir de dönüp bize bunu Marxizmin özü
olarak sunuyor. Diyalektik Materyalizm de böyle düşünürmüş!!! Sen yanlış
felsefeye sormuşsun arkadaş, o dediğine İDEALİZM derler.
Gerisi küfür, gerisi boş ve manasız bir övünme, gerisi
cevap vermekten kaçış, tartışmayı saptırmaya, kafa bulandırmaya yönelik çaresiz
kıvırtmalar, gerisi yanlış ve eksik bilgiler yığını gerisi tam bir Ümit İnatçı
klasiği.
Bu yazı bile yazılmamalıydı. Ama bu kadar yanlışa
tahammül edemediğim için tüm okurlar beni affetsin. Bukadar kendini
beğenmişliği biraz silkelemek istediğim için, yüzüne aynayı tuttuğum için beni
affedin. Ben Sayın beyefendinin yaklaşımının kasıtlı bir yaklaşım olduğuna
inanmak istemiyorum. Ama karşılık niyetine yazılacak çirkefi de tahmin
edebiliyorum. Bu bağlamda nesnemizi kendi haline ve kendi kendine taktığı
sıfatlarla kendi kendini tanımlayışına bırakmaktan başka çaremiz yok. Kolay
gelsin efendim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder