Milliyetçiliğin Yükselişi
Nisan 2003’ten beri, yani ada insanının serbest dolaşım hakkını gaspeden
sınırlamalar kaldırıldığından beri bir yıl oluyor. Bu bir yıl zarfında, iddia
edildiğinin aksine hiçbir “milli olay” başgöstermemiştir. Milli olaydan kastım
“içimize rum girecek, bizi kesecekler” şeklinde özetlenebilecek “tavuk
psikolojisi”, karşı taraftaki karşılığı da “barbar atilla, kan kusturacak”
ifadesinde karşılığını bulan “sahte mazlum” oyunculuktur.
Ne tesadüftür ki, geçtiğimiz yıl kapıların açıldığı 23 Nisan tarihinin bir
yıl sonrasında yeni bir ikilemle karşı karşıyayız: Referandum!
“Nedir bu
referandum?” diye soracak olan olursa, kısaca şöyle anlatabiliriz: “Kıbrıs’ın
AB üyeliği, yeni oluşacak Federal Devlet’in yasaları (bayrak, marş, yurttaşlık,
eğitim vs.), Türk Devleti’nin Anayasası, Rum Devletinin anayasası vb. birçok
düzenlemeye evet mi diyorsunuz, hayır mı diyorsunuz?” Bu durumda gayet açıktır
ki, ya hepsine birden “evet” diyeceksiniz, ya da hepsine birden “hayır”.
Federal Devlete “evet”, içinde yaşayacağınız Türk Devletinin antidemokratik
yasalarına “hayır” demek gibi bir şansınız yok. Veya Kıbrıs’ta birleşmeye
“evet”, AB’ye girmeye “hayır” gibi bir görüşünüz olması olası değil. Sadece bu
bile söz konusu referandum’un ne kadar “toptancı” bir zihniyetle
hazırlandığının bir göstergesi. Diğer bir olgu da, tüm süreç boyunca sol ve
emek eksenli örgütlenmeler dahil neredeyse her kesimin hazırlanan yasalar ve
düzenlemelerle ilgili “Türkler”-“Rumlar” zıtlığı üzerinden konumlandığı. Mesela
“emekçi halkın kitle partisi” CTP’den Başbakanlık koltuğuna oturan M.A.Talat,
“görüşmelerde bizim için en avantajlı sonuçları elde etmeye çalıştık” derken
veya memleketin en güçlü sendikalarını barındıran Bu Memleket Bizim Platformu
(BMBP) “haklarımızı olabilecek en yüksek derecede savunan bir metin söz konusu”
diye açıklama yaparken, “biz” den kasıt Türkler (veya solcu bir ifade ile
Kıbrıslı Türkler)dir.
Bankacılık, sendikal haklar, vatandaşlık, eğitim, gümrük, uluslararası hak
ve yükümlülükler vb. konularda tartışmalar yürütülürken “emek” örgütlerinin
konumlanmış olduğu zemin, çalışan kesimin de ilgisini “Rumlar ne aldı, Türkler
ne verdi” vb. konulara odaklıyor. Bu da adanın her iki yakasında son 30 yıldır
görülmemiş derecede bir milliyetçilik dalgasının yükselmesine, alttan alta “biz
türkler, o Rumlar” şeklinde bir “bilincin” hortlamasına hizmet ediyor.
Tüm bunlar bir yana, referandum bir olgu olarak önümüzde duruyor. Ve
sayfalar dolusu yazı da yazsak, elimize mühür verildiğinde, iş bir “evet” veya
“hayır” arasında seçimden ibaret gibi görünüyor. Bu da durumu beterin beteri
bir noktaya sürüklemiş durumda. Çünkü ikilem öylesine net ki, milliyetçilik
dalgasından şimdiye kadar en az etkilenmiş “radikal sol” bile kendi arasında
görüş farklılıklarına düşmekte.
Bu yazı içerisinde niyetim, durumu kuzey ve güney Kıbrıs için ayrı ayrı
özetledikten sonra kendi alternatifimi sunmaktır.
Güney’den Kuzeye Rengarenk Bir
Yelpaze
Güney
Kıbrıs’ta Kilise ve radikal sağ çevreler “hayır” kampanyasını çoktan başlatmış
durumdalar. Gerekçeleri Türkiye’nin adayı işgalinin ve adanın bölünmüşlüğünün
yasal bir zemine oturacağı, bu yetmezmiş gibi son 30 yıldır adanın kuzeyine
taşınmış “yerleşiklerin” varlığının resmileşeceği üzerinden şekilleniyor. Tabii
geleneksel sermayenin neo-liberal bir AB’den ürkmesi konusunu bu kesimlerden
duyamazsınız ki işin özü burada yatıyor.
Güneyin Liberal sol’u (AKEL vb.) ise son ana kadar beklemek taraftarı.
Ancak “evet”çi oyların pek çoğu da buradan geleceğe benziyor. “Neden” derseniz,
her ne kadar da sağ ile paslaşarak “tamam söyledikleriniz doğru, ancak bu plan
da barış için son şans, hem en azından bir başlangıç zemini ve barışın
kurulabileceği bir çerçeve olabilir” de deseler, asıl gerçek yeni sermayenin ve
onun temsilcilerinin hem AB’ye girişten hem de adanın birleşmesinden muazzam
karlar beklemeleri. Buna ek olarak da, yıllardır fonlar, yardımlar ve
kurumsallaşmış işbirliği vasıtasıyla tabi oldukları AB kurumlarının çıkarlarını
temsil etmekle yükümlü olmaları da bir gerçek.
Güney’de çok küçük bir azınlığı temsil eden “radikal-küreselleşme karşıtı
kesim” ise kafası en karışık olanlardan. Son dakika bir değişiklik olmazsa,
“Hayır” üzerinde ortaklaşıyorlar gibi görünüyor. Ancak en büyük kaygıları
“kilise ve aşırı sağ” ile karıştırılmamak. Onların “Hayır”ı, AB’ye,
neo-liberalizme ve ada üzerinde çatışma-milliyetçilik yaratacaklarına
inandıkları Annan Planı’na bir cevap. Yoksa, adanın birleştirilmesi, barış gibi
konularda Türklerle bir dertleri yok. Hatta kendilerini Rum diye
tanımladıklarını bile söyleyemeyiz.
Kuzey Kıbrıs’ta da durum hemen hemen aynı. Yani geleneksel kesim “hayır”,
neo-liberal yapılanmalar ise “evet” üzerinde duruyor. Tek fark son 3 yılda
kuzeyde gerçekleşen muazzam mitingler, barış ateşleri, kitle seferberliği
sonucunda açık açık “hayır” demeye mecali kalan bir “radikal sol”un söz konusu
olmaması. Durum öyle ki, AB ve uygulamaları tabu derecesine vardırılmış,
bırakın eleştirel bir gözle sorgulamayı abdestsiz ağıza alınamayacak dereceye
getirilmiş durumda.
Böyle bir durumda Kuzey’in cevabının “evet” olaması muhtemelken, güney’de
%80’lere varan bir “hayır”dan söz ediliyor. Gene de bence iki yakada da başa
baş olan bir durumdan söz etmek daha gerçekçi olur.
Ne zaman, arkadaşlarla biraraya gelsek, ne zaman iki toplumlu bir faaliyete
girişsek konu dönüp dolaşıp “referandumda ne yapacaksınız”a geliyor. Bu durumda
en başta söylediklerimize ek olarak bazı değerlendirmeler yapmak doğru
olacaktır.
“Evet”li mi
olsun? “Hayır”lı mı?
Ada insanının “Hayır” dediğini varsayarsak, bunun
statükonun devamını sağlayacağı bir gerçek. Bu cevap, Güney’de Kilisenin
ağzından, Kuzey’de ise “Denktaş-Eroğlu” çetesi tarafından verilmiş olacaktır.
Türk askerinin yasal olmayan varlığı, Kuzey’deki Ordu-Denktaş keyfi yönetimi ve
ganimet ekonomisine dayalı üretimsiz yapı güçlenip tazelenerek yeniden
dirilecektir. Bu da kitlesel bir demoralizasyona, 3 yıldır alanları dolduran
(son bir yıldır evinde oturan) kesimlerin ise küskünlüğüne neden olacaktır.
Güney’de ise milliyetçi kesimlerin zafer çığlıklarının yeri göğü inleteceğine
şüphe yok.
Tabii bu madalyonun bir yüzü. Öteki yüzü ise
şansa değil çabaya bağlı. AB ve Euro’ya “hayır” demiş Kıbrıs halkları, Kuzey’de
ve Güney’de emek, sınıf ve toplumsal adalet eksenli bir mücadele ile birleşme
mücadelesini daha sağlam temeller üzerine oturtma şansına sahip.
Cevabın “evet” olması durumunda, AB’ye giriş ve
adanın Annan Planı temelinde yeniden “birleşeceği” inkar edilemez gerçekler.
Ancak bunun sonuçları konusunda binbir türlü kehanet dolaşıyor. Gerçektir ki
adanın bölünmüşlüğünün iki temel nedeni var; milliyetçilik ve emperyalizm. Ve
“evet” denecek bu plan; hem milliyetçilik temelinde hazırlanmış, onu yeniden
üreten bir plan hem de BM ve AB gibi emperyalist karakteri su götürmez yapılar
tarafından sunuluyor. Bu da yükselen milliyetçiliğin, “emperyalizmin çıkarları
doğrultusunda” yeni bir Kosova yaratması olasılığını gerçekçi kılıyor. (Hatta
Güney’de, planın tam da bu nedenle hazırlandığı, AB üyesi bir devlete ABD
müdahalesi için gerekli koşulları yaratmakla görevlendirilmiş Annan’ın,
başımıza daha çok çoraplar öreceği gibi komplo teorileri yok değil. Ancak
hayallerimizi zorlamaya gerek yok.) Fransa’daki işsizlik, İtalya’daki
özelleştirmeler, Portekiz ve Yunanistan gibi ülkelerin sosyal devlet kazanımlarını
birer birer yutup semiren sermayenin, Kıbrıs’ın emekçi ve çalışan kesimleri
için kendi emekçilerinden daha güzel planları olması maddenin doğasına
aykırıdır zaten. Sosyal hareketlerin kazanımlarına karşı küresel sermayenin
karşı saldırısı şeklinde kurgulanan AB’nin uzun vadede, neo-liberalizmden başka
birşey vaadetmediği, en vahşi cinsinden bir kapitalist saldırı ile
yüzleşeceğimiz de bir gerçek.
Ancak, ortak iş yerlerinde çalışan, ayni
mahallelerde oturan insanların sosyal haklar ve toplumsal adalet için mücadele
vermesi, sözde barışa gerçek bir içerik sağlaması da mücadele ile doğru
orantılı bir sonuç olacaktır. Yani ne “evet” sonucunda oluşacak durum ne de
“hayır” durumunda oluşacak durum kesin bir yargı ile önceden
belirlenebilir/bilinebilir değildir. Ada’nın geleceğini mücadelenin içeriği
belirleyecektir.
Bu da, sonuç “evet” de çıksa, “hayır” da çıksa
Kıbrıs’ın emekçilerinin, çalışan insanlarının, değer üreten kesimlerinin yani
milliyetçilikte değil barış’ta çıkarı olan halkların mücadelesinin önemini
koruduğunu gösteriyor. Her iki olasılıkta da avantajlar ve dezavantajlar söz
konusudur. Ve “ehveri-şer” veya “daha” üzerinden kurgulanacak bir mücadele ne
uzun soluklu olacaktır ne de sürdürülebilir.
Üstelik “evet” veya “hayır”ın tartışılması bugün
ve (her iki olasılığı ile birlikte) gelecekte yapmamız gereken esas iş olan;
sınıfın sınıf temelinde mücadele ederek kendi barış talebini yükseltmesi
mücadelesini baltalayacaktır. Sonuç “evet” de olsa, “hayır” da olsa
milliyetçilikle mücadele etmemiz gerekmektedir. Sonuç “evet” de olsa “hayır” da
olsa neo-liberal küreselleşme dalgası ile mücadele etmemiz gerekmektedir, sonuç
“evet” de olsa “hayır” da olsa, özelleştirmeye, deregülasyonlara, savaşa,
çevrenin yıkımına kısaca insanlığın ortak düşmanı olan sermayeye karşı mücadele
etmemiz gerekmektedir. Sonuç “evet” de olsa “hayır” da olsa kurguladığımız
gelecekte içinde yaşayacağımızı varsaydığımız kültürel, sosyal, ekonomik
değerleri, ilişki biçimlerini, dayanışmayı, eşitliği, özgürlüğü ve kollektif
yaratıcılığı aramamız yaratmamız, başlatmamız gerekecektir.
Bunları referandum sonrasına ertelemek mümkün
değildir. Çünkü “evet”in gerekçeleri ile “hayır”ın gerekçelerinin tartışıldığı
hiçbir ortamda, ortaklaşılan değerler bunlar olduğu halde, dayanışma ve
kollektif eylem örgütlenememektedir. Zaten böyle bir sonucun çıkması da mümkün
değildir. Çünkü “soru”nun kendisi yanlıştır. Soru, başlı başına bu sonuca
varılamasın diye kurgulanmıştır. Yapılması gerekenler her şart ve koşul altında
ortadadır. Ve bunlar bizim yeni keşfettiğimiz, mucize çözümler değildir. Ancak
gene de samimi bir şekilde savunulmayı beklemektedirler.
Sorumsuzluk!
“Evet” ve “hayır” üzerinden bir saflaşmaya
gitmememiz bir sorumluluktan kaçış, rahatlık ve ciddiyetsizlik diye
yorumlanabilir, ki muhtemelen de öyle yorumlanacaktır. Burada kritik bir soru
vardır; “eğer %50’lara hitab eden kitlesel bir sendika veya parti’de olsaydınız
da bu rahatlığı gösterebilecek miydiniz?”
Rahatlık mı? Rahatlık, her koşul altında
yapılması gereken asıl işi, hayatın barış, emek ve dayanışma ekseninde
örgütlenmesi gerekliliğini önüne hedef olarak koymaksa, evet “rahatlığı”
göstermek isteriz. Ve herkesin de “rahat” olmasını temenni ederiz. Öte yandan,
kitleselleşirken fikirlerini de kitleselleştiremeyen bir partide, sendikada
olup popülist politikalar etrafında anlamsız “evetler” ve anlamsız
“hayırlar”dan medet ummayı pek de arzuladığımızı söyleyemeyeğiz. Bunu yerine,
hayali kurduk da kurduk, %50 lerin aşağıdan gelen bir barış mücadelesini
yürüttüğü bir parti veya sendikanın, bir kelimelik bir cevabın mucizeler
yaratacağı iddiasını ciddiye almayacağı ama işine bakacağını, içinde bizolsak
da olmasak da bunun böyle olacağını tahmin etmek pek de zor değil.
Öyleyse, referandum günü ister evinizden bile
çıkmayın, isterseniz de “evet” veya “hayır” mühürlerinden birini alıp
önünüzdeki beyaz kağıda vurun hiç farketmez. Çünkü asıl saflaşma “evet” veya
“hayır” arasında değildir. Asıl saflaşma barışın inşaası için tabanda
çalışmakla, mücadeleyi ertelemek arasındadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder