Ütopya ne işe yarar?
Ütopya önümüzde uzanan ufuk
çizgisi gibidir. Siz ona doğru bir adım atarsınız, o sizden bir adım uzaklaşır.
Siz ona doğru iki adım atarsınız, o sizden iki adım uzaklaşır.
İşte ütopya buna yarar,
yürümeye...
Eduardo
Galeano, Yürüyen Kelimeler
Tüm
kavramların, ters-yüz olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Tüm değerlerin çıkar
hesaplarına havale edildiği, nakit paraya tahvil edilemeyen hiçbir olgunun
değerli kabul edilmediği bir dönemden geçiyoruz.
GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ...
Üniversitede
okuduğumuz dönemde, içinde bulunduğumuz kurumun adına layık bir yer olması için
mücadele ederdik. Hayallerimize bir adım daha yaklaşabilmek için kantinde,
evde, otobüste hararetli konuşmalar yapar, su içer gibi kitaplar okur, filimler
izler, öğrenmeye, bizim dışımızdaki deneyimleri anlamaya, yorumlamaya
çalışırdık. Öğrenci arkadaşlarımıza ulaşmaya çalışır, içinde bulundukları
ortamı ‘değişmez bir gerçek’ gibi değil, ‘hayalleri oranında
dönüştürebilecekleri bir zemin’ olarak görmeleri için çırpınırdık.
Ancak,
gösterişli binaları, caf caflı yayınları, bol para ile yapılmış geniş caddeleri
ve satın alınmış kendisi için gönüllü reklam yapan gazeteleri ile içinde
bulunduğumuz ‘özel üniversite’ o yıl hesabına ne kadar para yatırdığımız
dışında birşeyle ilgilenmezdi pek... Bir de başlarını belaya sokacak bir şey
yapmamamız için önlemler alırdı o kadar...
Tek kitap
okumadan sınıf geçmek gayet normaldi. Tartışmamak, fikir üretmemek, kendini
bilimin öznesi olarak algılamamak; öğrencinin asli görevleri arasındaydı.
Geçmez notlar rektörlükten gelen bir telefonla 2 katına çıkar, herkes dersini
‘babasının parasıyla’ geçerdi... Özel üniversitenin, özellikle de Kıbrıs
koşullarında oluşturulmuş bir para basma makinesi olarak özel üniversitenin ve
yaptığı uygulamaların utancında olan 3-5 arkadaş, kendi aramızda “Diplomamızın
altına, babam sağolsun, yazmamız lazım”, şeklinde espiri yapardık.
En çok da
bilimden, demokrasiden bahseden hocalarımıza kızardık. Tüm dediklerini
yutmaları rahatsız ederdi bizi. Sistemin bir dişlisi olmaya, çan eğrilerinin
altına imza atmaya, okumayı zor beceren insanları diplomalı cahiller ordusuna
katmaya karşı yeterince direnç götermediklerini düşünürdük. İş güvencesi
olmadan çalışan, hiçbir sosyal garantiden faydalanamayan, her an kapının önüne
konulma tehdidi ile yaşayan bu bilim insanlarının durumunu şimdi bir nebze
olsun anlayabiliyoruz. Ders yükünün ağırlığından bilim üretmeye zaman
ayıramayan, o derslikten bu dersliğe koşuşturarak koskoca bir fabrika haline
getirilmiş üniversitede kendilerine biçilen rol, öğrenci akışını kitabına
uydurmak olan bu insanların, Chaplin’in Modern Zamanlar filmindeki fabrikada
vida sıkan işçiden pratik bir farklılıkları yoktu oysa... Üretim bandı
hızlandıkça daha hızlı sıkmalıydılar vidayı ve düşünmek ne vidaların
(öğrencilerin) ne de onların (öğretmenlerin) işiydi. Düşünmek kimin mi işiydi?
Neden sordunuz ki? Bişey mi yapacaktınız?
Benim
tahayyülümde bir üniversite özerk-demokratik ve parasız olmalıdır. Hatta şöyle
söyleyeyim, parasızlık konusunda itirazlar, günlük gerekçelerle ve
imkansızlıklarla ilgili iddialar olacaktır. Oturur tartışırız. Dert değil, bunu
savunanı da anlarım (kabul etmek başka bir şeydir) ancak demokratiklik ve
özerkliğin ayrılmaz bir şekilde üniversitenin parçaları olduğu ve bu konuda
itirazı olabilecek birisinin iyi niyetli olabileceğine ilişkin ikna edilemem
biraz zor. Kendi lisanları ile söylersek belki daha iyi anlayacaklardır: Üniversite; demokratikliği ve özerkliği ile
bölünmez bir bütündür...
YOK DA YÖK...
Şimdi, YÖK
gibi militarist yapısıyla bilimin canına ot tıkayan bir kurumun, akademik
kalite adına Kıbrıs üniversitelerine ön kayıt sınırlaması getirmesine daha doya
doya şaşıramamışken; Kıbrıs’ın sosyalist, sosyal demokrat, liberal ve
faşistlerinin hep beraber bu kararı kınamaları ile küçük dilimizi yutuyoruz.
Eh tabii,
bizim gibi günün gereklerini kavrayamayıp hayatın kenarında kalanlar, bu tarz
pratik olguları hazmetmekte zorlanacaktır doğal olarak...
Yani şimdi
gerçekten YÖK’ün akademik kalite ile ilgili kaygıları mı vardır? Yani şimdi bu
YÖK, üniversiteleri kışlaya çeviren akademik ünvanları rütbe gibi alılayan o
ayni YÖK değil midir? E hade onu geçtik, bizim bu memleketin UBP’si(Eroğlu) ile
CTP’si(Talat), BDH’sı(Akıncı) ile DP’si(Serdar Denktaş), BKP’si (İzzet İzcan),
TKP’si (Angolemli) oy birliği ile YÖK’ün bu kararına “hayır” derken faşistinden
“sosyalist”ine oluşan bu geniş mutabakat’ı neye borçluyuz acaba?
YÖK’ün tek
bir argümanı var görünürde: “akademik kalite”. Kıbrıs’taki üniversitelerin
kalite gibi bir dertleri olmadığı hemen herkesin malumu. Böyle bir dert yok,
böyle bir kaygı yok. Hem zaten kalite ile üniversitenin ne alakası var? Siz
para’dan haber verin... Kuyruğuna basılmış kedi gibi bağıran siyaset erbabımız
ise ne yazık ki; “kalitemiz yerindedir, hodri meydan” diyemiyor. Ancak, “bu
karar siyasidir. Bu kadar zamandır kalite gibi bir derdiniz yoktu da şimdi mi
hatırladınız” diyor...
YÖK’ün gerçek
niyetinin kalite olmadığı konusu tartışılmaz bir gerçek. Ancak, para basma
makinesi haline gelmiş, üniversitelikten çıkıp ticarethane olmuş kurumların
savunusunu değil eleştirisini yapması gereken “sol” için de üzülmemek elde
değil. YÖK’ün niyeti ne istere olsun, önemli olan bizim niyetimizin ne olduğudur.
YÖK’e göre niyet belirlemeyeceğimize göre... Bu güne kadar Denktaş rejimi
tarafından beslenip büyütülen bilimin inkarı noktasına gelen bu işletmeleri
(sözde üniversite) dönüştürmek görevi de önümüzde durmaktadır. “İlerici” hükümetimiz derin devletle içli dışlı bu
kurumları ve özel üniversiteleri tartışmaya açmayıp korumak ve kollamakla kendi
niyetlerini açığa vurmaktadır. Kendi ifadeleri ile bu işletmeler (sözde
üniversite) KKTC ekonomisinin lokomatif sektörleridirler. 40-50 bin kişilik bir
müşteri kitlesini adaya çekmekte 4-5 yıl dolaylarında adada tutmakta ve
aklınıza gelebilecek her yönden sırtlarından para kazanmaktadır. Karşılığında
da bu sürenin sonunda üniversite diploması vermektedir. Bizim
üniversitelerimizden mezun bilgisayar programcıları bilisayarı açmayı bilmez,
ingilizce öğretmenleri ise ingilizce konuşamaz. Meğer ki kendi özel ilgi
alanları veya çabaları ile kendilerini geliştirsinler. Yoksa mezuniyetin gerek şartı bunun gibi dünyevi şeyler değil, para
gibi daha ulvi değerlerdir.
ÖZELİM ÖZELSİN ÖZEL
Durum net
bir şekilde göstermektedir ki, parlamentodan yasa geçirmek için 26’yı bulamayan
ancak cenazesi de bir türlü kaldırılamayan şimdiki hükümet, ilericilik adına
önüne çıkan her meseleyi Denktaş üzerinden tartıştırma eğiliminde. Talat
hükümeti en azılı neo-liberal politikaları hayata geçirirken, yaptığı tüm
uygulamaları Kıbrıs sorunu ve Denktaş karşıtlığı ile meşrulaştırıyor. Statüko
kelimesini dillerinden düşürmeyen bu yarı-ölüler hükümeti, Powell’in elini
sıkarken de, Denktaş rejiminin kurumlarını canla başla savunurken de
haklıdırlar ve haklı olmak onlara doğuştan ihsan edilmiştir. Varlıklarının en
temel bileşenidir.
Eğitim’i
yeniden düzenelmek iddiası ile oluşturdukları “Örgün ve Yaygın Eğitim Komitesi
Ulusal Programı”na 1200 üyeli öğretmenler sendikası’nı(KTÖS) da 150 üyeli sarı
sendikayı da(İLK-SEN) birer üye ile davet etmişlerdir. Üyelerin geri kalanı da;
şimdiki başbakanın eğitim bakanlığı yaptığı dönemde önleri açılarak pıtrak gibi
çoğalan özel ilkokul, lise ve üniversitelerin müdür ve temsilcilerinden
oluşmaktadır(10 kişi). 3 sendika temsilcisinin bulunduğu komitenin %90’ı özel
“eğitim” kurumlarının temsilcilerinden oluşmaktadır.
Bu
insanların patronlarını temsilen orada oldukları ve onları oraya bu kadar
kalabalık bir şekilde getirmiş bulunan hükümetin özelleştirme dışında bir
perspektifinin olamayacağını, ister komitenin bileşiminden isterseniz de Powell
gibi bir katilin bu adamların elini sıkmasından anlayın farketmez. Varacağımız
yer, dünyanın merkezinin Sarayönü olamayacağı, Denktaş karşıtlığının dünyayı
açıklayamayacağı ve neo-liberal bir hükümete sahip olduğumuz acı gerçeğinden
başka birşey değildir. Bu da oy’a ve paraya tahvil edilemeyen hiçbir olgunun
onların gözünde değerli olamayacağına işaret eder.
Şimdi sorun
şudur, yürümeye devam edecek miyiz
etmeyecek miyiz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder