Hisse BİR: Kolumuzda sepet, başımızda kırmızı başlık, tek başımıza ormanda
dolaşmayalım (orman tehlikelerle doludur)
Hisse İKİ: Her takkeli ve entarili kadını ninemiz sanmayalım (taş düşebülü,
kurt çıkabülü)
Hisse ÜÇ: Sorduğumuz sorulara mantıklı ve akla uygun yanıtlar veren herkese
inanmayalım (önce bi bakalım, araştıralım, okuyalım, okutalım, abone edelim
ondan sonra karar verelim)
Hisse DÖRT: Kurdun içinden çıkmak
için illa önce kurdun içine girmek gerekmez!
AB İçin Bir
Masal İncelemesi, Kırmızı Başlıklı Kız,Cosmopolitik
Sevgili
dostum,
17 Aralık
tarihinin gittikçe yaklaşması ile birlikte ve tabii ki “Kıbrıs sorununun AB ile
bağlantılı bir çözüm dışında şansı olmadığı” dinsel inancı ile de bağlantılı
olarak, son zamanlarda bazı konularda anlaşmazlığa düştüğümüzü gözlemliyorum.
Anlaşmazlığa düşmemizde bir sorun yok dostum. Sorun, bu anlaşmazlığı aşmaya
yönelik çabalarımızda, birbirimizi olmadığımız şekilde etiketlemek, yaftalamak,
isimlendirmek ve tanımlamak. Çünkü bu, sonuçta anlaşma kaygısı güdülmeden
yapılan bir faaliyet olur...
AB sürecini
ve AB’ye girişi “kurtuluş”, “bireysel haklar sorununun evrensel çözümü”,
“yaklaşan fırtınada Nuh’un gemisi” veya “kaçmak üzere olan bir tren” olarak
görüyorsun. Ve son mektubunda bana “AB’ye hayır diyerek koruduğun, AB’den daha
ileri kazanımımız nedir ki? Egemenlerle, statükocularla, gericilerle
yanyanasın!” diyorsun...
Öte yandan senin
de haberin vardır ki, başka bazı dostlarımız, AB’yi “emperyalist”, “kesinlikle
girilmemesi gereken bir yapı” vs. olarak tanımlıyorlar. Ve bana “AB’ye
girilmesini savunmakla sosyalistliği nasıl bağdaştırırsın? Açıkça, STK (Sivil
Toplum Örgütçüsü)’cı bir liberal olduğunu kabul et!” diyorlar...
Ahhh dostum,
işte bu tartışmanın beni en çok üzen yanı da bu. Bu mektubumda sana işte bunu
anlatmaya çalışacağım.
Senin de
bildiğin gibi yaşam içinde onlarca hatta yüzlerce siyasi görüş vardır. Ve her
siyasi görüşün kendine özgü politikaları ve çözümlemeleri olması gayet doğaldır.
1- Politikaları
doğrultusunda faaliyet yürüten siyasi görüşler, belli konularda hayatın binbir
renginden herhangi birisi ile denk düşebilirler....
2- Aslında
ortada bir denk düşme de olmayabilir... Bu sadece yanlış bir görüntü de
olabilir...
3- Üstelik
başka siyasi görüşte olanların, o “olmayan denk düşmenin” varmış gibi
gösterilmesinden çıkarı da olabilir...
Ama dostum, yıllardır içinde öğütüldüğümüz
siyasi etik ve bilimsel tahlil gereği biz biliyoruz ki; yanyana düşen, yanyana
düşmüş gibi görünen veya gösterilen siyasi kamplar yanyana olmayabilir...
ANLAMADIM!!!
Bu
söylediğimi örnek vererek anlatayım:
1- Yanyana
düşmekten kastım şu; bir iki yıl önce Almanya’da Pazar günleri dükkanların açık
kalması için bir yasa hazırlanmıştı. Ancak SENDİKALAR, emek örgütleri bu yasaya
karşı çıktılar. Gerekçeleri ise, bunun emeğe bir saldırı olduğu, çalışma
günlerini ve emek sömürüsünü arttırarak emekçilerin tek tatil, dinlenme
olanağını da ellerinden alacağı idi... Ama tamamen farklı gerekçelerle KİLİSE
de yasaya karşı çıktı... Pazar günleri insanların ayine gitmek yerine çalışmaya
gitmesinin, dinen tatil ilan edilen bir günde çalışılmasının, dine küfür
olduğunu söylüyorlardı. İŞTE, hayatın binbir rengi ile, tamamen farklı
niyetlerle yola çıkıp aynı noktadan geçmek, yanyana düşmek dediğim budur. ŞİMDİ
dostum bu örnekte sendikaların köktendinci olduğunu söylemek doğru mudur? Eğer
doğru değilse (ki değildir) AB’yi kurtuluş olarak görmeyen insanları gerici,
statükocu görmek ne kadar doğrudur acaba?
2- Yanyana
düşmüş gibi görünmek/gösterilmek’ten kastım ise şu; yıllarca, kapitalist
ülkeler (Avrupa/ABD) SSCB ve uydularını “sosyalist ülkeler” olarak
tanımlandı... Çünkü eşitlikten, özgürlükten, sosyal adaletten ve onların hoşuna
gitmeyen herşeyden bahseden insanları EŞİTLEYEBİLECEKLERİ olumsuz bir örneğe
ihtiyaçları vardı. Oysa, sosyalizmi SBKP (Sovyetler Birliği Komünist Partisi)
bürokrasisinden çok daha ileri bir özgürlük ve eşitlik süreci olarak gören
insanlar da vardı/vardır. Ancak fikirleri altedilemeyen bu insanlar,
benzemedikleri, beğenmedikleri bir şey ile eşitlendikleri zaman, tartışmaya da
gerek kalmıyordu... Tıpkı bunun gibi, bugün hala üniversite kitparında
Bernstein (ki revizyonizmin, sosyalizmden vazgeçmenin teorisyenidir kendisi)
“Demokratik sosyalist” olarak anılır.
Çünkü Marx ve Lenin ile Bernstein’i yanyana göstermek, egemenlerin işine
gelir...
Oysa AB
tartışmalarında, yaptığımız sohbetlerde ve anlatmaya çalıştığım her olguda da
net bir şekilde izah etmeye çalıştığım gibi ortada birinci örnekteki gibi bir
durum bile yoktur. Yani sen bir sosyalist olarak AB’ye “evet” demektesin, ancak
seninle ayni fikirde olmayan ben “hayır” demiyorum. Tabii ki “hayır” diyen
dostlarımız da vardır. Ancak benim anlatmaya çalıştığım EVET veya HAYIR demenin
anlamsız olduğudur...
HAVET!
Son mektubunda,
öyle bir hava yaratıyorsun ki, “evet” demeyen herkesi “hayır”cı ilan ediveriyorsun.
Bence bu bilimsel ahlağa, yoldaşlık hukuğuna hiç uygun olmayan bir tavır. Çünkü
çok kolaycı ve toptancı... Üstelik, “evetçi/hayırcı olmayan” bizlerin gözünde,
“evet” diyen arkadaşlar gerçekten değerli arkadaşlardırlar. Buna sen de dahilsin dostum. Ve biz
küreselleşme, postmodern edebiyat ve yağmur gibi yağan sivil toplum fonlarının
altında liberalleşen pratiğinize rağmen, sağlam teoriniz ve zengin pratiğiniz
yardımıyla zamanla düzeleceğinizi düşünüyoruz. Bunun için de sizinle olan
tartışma, diyalog ortamını canlı tutmaya çalışıyoruz. İpleri koparmamak için
elimizden geleni yapıyoruz... Bu ortamda bile ve tüm çabalarımıza rağmen
karşımızda sanki de Aydın Doğan, Tayyip Erdoğan var. Her türlü iftira,
etiketleme, yaftalama, sözlerin saptırılması... Sanki de sol içi bir tartışma,
değerlendirme yapılmıyor da, “memleketin AB’ye bir türlü girememesinin sebebi”
olan bizler karakolda sorguya çekiliyoruz...
Anlamıyorum
dostum, AB’ye “evet” demediğimiz için, bizleri neden faşit ülkücülükle, kızıl
elmacılıkla, kemalistlikle, statükoculukla etiketlediğinizi anlamıyorum. Bundan
sol adına ne gibi bir kazancınızın olacağını anlamıyorum... Bu tarzı nasıl
doğru bir tarz olarak kabul edebildiğini anlamıyorum. Sence bu tarz doğru ise,
AB sürecini hali hazırda gayet sağlam bir şekilde sahiplenmiş bulunan sen ve
diğer “evet”ciler, bu sürecin aslı sahipleri konumundaki TUSIAD, AKP, IKITELLI
MEDYASI, DOĞAN GRUBU ve ülkemizde Ali Erel, Ticaret Odası ve tüm o
neo-liberaller güruhu ile eşlenmeyi, onların sıfatları ile etiketlenmeyi,
yaftalanmayı baştan kabul mu etmiş oluyorsunuz? Bu tartışmada sola dair
birşeyler olmamalı mı yani sence?
SORULAR-SORULAR...
Son
mektubunda soruyorsun, “demokrasimiz AB’den daha ileri de AB yüzünden bunun
gerilemesinden mi korkuyorsun, ülkemizde barış/dostluk rüzgarları esiyor da
AB’ye girince bozulmasından mı korkuyorsun, ekonomimiz çok iyi durumda da AB’ye
girip gerilemesini mi istemiyorsun, AB’ye neden karşı çıkıyorsun?” diyorsun.
Şunu
söyleyeyim ki dostum, saydıkların ve bunlardan çok daha fazlası vardır
ülkemizde sorun olarak. Ve bu sorunlar ve çözümüne dair kitlelerle diyalog
kurmak için geç bile kalınmıştır. Yani AB’den iyi durumda olduğumuzu falan
iddia eden yoktur. Aramızdaki fark, sorunlar ve çıkış yolları konusundaki
öngörülere dairdir...
Yani senin
de sözünü ettiğin sorunlara yönelik duyarlı olmak illaki AB’ye “evet” demeyi
gerektirmiyor. Sana ilginç gelecek biliyorum ama, “hayır” demeyi de
gerektirmiyor. Bu sorunlara yönelik duyarlı olmak, bu sorunların kitlelerle
birlikte çözümüne yönelik örgütlü, iç dinamiklere dayalı bir çabayı örmek
kararlılığını gerektiriyor. Bu yüzden AB, cevabı verilmezse ilerlenemeyecek
“ana sorun” değildir dostum. Bu tarz ise AB’ye karşı olmak tarzı değildir. Bu
tarz, toptancılığa, kolaycılığa, “devrimden sonra” / “AB’den sonra”
hayalciliğine karşı olmak tarzıdır... Yani burada, tüm sorunları tek bir başlık
altına indirgeyen ve buna ister Kıbrıs Sorunu, ister AB, isterse de Sosyalizm diyen
bilim dışı mantığa karşı olmaktan bahsediyoruz...
Belki de
takıldığın/ız nokta budur... Kıbrıs’taki ilerici hareketlerin
işgal/devlet/asker kabuğunu kırmaktaki bugüne kadarki “sizce” eksikliklerini
görüyor, değerlendiriyor ve bunun üzerinden atlayabilmek veya taktiksel olarak
yeni mevziler kazanmak için AB’yi öneriyorsunuz... “Sosyalizmi kuramadık,
konjektür de şu anda devrim mücadelesi verilecek bir konjektür değil, o zaman
nefes almamızı, demokratikleşmeyi, insan haklarını ilerletebilecek tek
alternatifimiz AB” diyorsunuz...
Ama
anlamadığın/hatırlamadığın şu ki, biz (ki bu bize sen de dahildin bir zamanlar)
sovyetik bir devlet olan SSCB’ye ilhak edilmeye de (ayni kelimelerle olmasa da,
ayni mantıkla) HAVET demiştik bir zamanlar...
Önümüzde yapmamız
gereken işler var sevgili dostum, ve bu mücadelenin bileşenleri de hayatın
içindedir. AB’ye “evet” demek kadar “hayır” demek de yanlıştır. Çünkü yanlış
olan, sosyalistlerin kendilerini AB’nin muhatabı olarak kabul edip cevap
vermeleridir. Oysa ne AB bizim muhatabımızdır, ne de biz AB’nin...
Bu anlamda
“evet demeyenler” (hani sen sürekli “hayırcılar” olarak anlıyorsun) yukarda
konuştuğumuz sorunlara yönelik “acaba ben ne yapabilirim, mücadeleye ne
katabilirim, yeni açılımlar sağlanmasına nasıl katkı koyabilirim” diye
düşünenler, bunun için didinenlerdir. Ve kusura bakma ama, saçma sapan sorulara
ayıracak ne vakitleri ne de yanıtları yoktur da onun için cevap vermiyorlar...
GERÇEKLERİ KONUŞALIM!
Kabul etmek
zorundasın ki, AB ile ilgili olarak toplum üzerinde cidi bir mistifikasyon da
yaratılmış durumda (girersek kıyamet kopacak/girersek cennete gireceğiz). Bu
mistifikasyon ciddi bir beklenti doğuruyor. Ve bu beklentinin iki yanının da
karşılıksız olduğunu, sen de biliyorsun ben de... Topluma gerçeği söylememiz,
bu gerçeği toptancı bir zihniyetle halının altına süpürmememiz gerekiyor. Ama
bunun için önce kendimize yalan söylemememiz gerekiyor sanırım...
Senin
yukarda bahsettiğim mektubunda gizliden gizliye bulunan “ülkemizde olmayan bu
olumluluklar, AB’de vardır ve üye olduğumuzda bizde de olacaktır” mesajı gibi.
Tabii ki sözünü ettiğin olgular bölünmüş adamızda yoktur. AB’nin, orda
yaşayanlar için salt bir olumluluklar yumağı olup olmadığını başka bir mektuba
bırakarak ve sözünü ettiğin herşeyin iyi olduğundan bile hareket etsem, sence
AB’ye girildiğinde adamız sihirli değnek dokunmuş gibi değişecek midir? Eğer
değişmeyecekse (ki böyle birşeyin olması bilime terstir) buna yönelik bir
beklenti ortamı yaratmamız (hem de bekleyenlerin kendi emeğine dayanmayan
statik bir beklenti) sence doğru mudur? Kutsal AB havariliği yapmak, bunun misyonerliğine
soyunmak biz sosyalistlerin işi midir?
SOSYALİZM ve AB
Hayır diyen
bir dost geçenlerde şöyle bir mektup göndermiş; “sosyalizm adına yola çıkan
insanlar, halkın önüne alternatif olarak sosyalizmi koyar. AB ise sosyalizme
alternatif bir proje değildir. Bunun için AB’ye evet denemez!” demiş.
Söylediğinde doğruluk payı olmakla birlikte, senin yaptığının aynisini yapmış
ve HAVET diyenlerin, “hayır” demedikleri için aslında “evetçi” olduklarını
söylemiş. Tıpkı, senin “evet” demiyoruz diye bizi “hayırcı” kabul etmen gibi...
Oysa
dostumuzun yukarda aktardığım sözleri doğru olmakla birlikte, sosyalizm adına
yola çıkan insanlar, halkın önüne alternatif olarak sosyalizmi koyarlar ve sosyalizm
de AB’ye alternatif bir proje değildir. “Hayır”cı dostumuzun ifade etmediği
eşitliğin diğer yanı da bu değil midir? Bu yüzden de “hayır” denmesi, onun
ifade ettiği kadar önemli değildir...
Çünkü
sosyalizm, anti-kapitalizm’i (veya daha düzgün bir ifade ile kapitalizm
eleştirisini) içerir. Ama İÇERİR. Sadece kapitalizm eleştirisinden ibaret
değildir. Bu da, sosyalist olmanın kriterinin şuna buna anti, karşı olmaktan
değil, alternatif bir kurucu faaliyet içinde olmaktan geçtiğini gösterir.
Felsefeden yardım çağırırsak, sosyalizm bir anti-tez değildir. Tez olmaya aday bir
sentez mücadelesidir.
“Evet”çi
dostlarımız “evet” demenin, “hayır”cı dostlarımız “hayır” demenin EN ÖNEMLİ
KARAR OLDUĞUNU söylüyorlar. Bizse, her iki görüşe de saygı duymakla birlikte,
bunların aslında bir yerde buluştuğunu net bir şekilde görebiliyoruz. Bu düşman
kardeşler AB’ye birşey söylemenin EN ÖNEMLİ karar olduğu noktasında
buluşuyorlar.
Sevgili
dostum, ülkemizin sorunları nelerdir? Bu somut sorunlara yönelik bizim somut
tavırlarımız nelerdir? Örgütlenme çabamız, farklı duruşumuzu ifade etme yöntemlerimiz
nelerdir? İç ve dış dayanışma odaklarımız, gücümüz, inandırıcılığımız, tüm
bunları arttırma veya dengeli kullanma olanaklarımız nelerdir ve sosyalizme
yönelik olarak bugün, şimdi, hemen yapmaya başlayacaklarımız nedir? İşte bence
EN ÖNEMLİ sorun budur. İşte senin de, “hayır”cı dostumuzun da şikayetçi olduğu
duruş, bu duruştur.
Tabii ki
yaşamdaki hiçbir süreç bir diğerinden bağımsız düşünülemez. Tabii ki herşey,
herşeyle ilişki içindedir. Bu da bizim, AB sürecini ESAS SORUN olarak
tanımlamayanların, onu bir sorun olarak görmediğimiz anlamına gelmez. AB süreci
bir olgudur ve yaşam içindeki duruşumuzun bir parçası olacaktır tabii ki...
Tabii ki esasa dair kurucu faaliyetimiz sırasında bizi etkileyecek, bazı
durumlarda da belirleyecektir. Ve tabii ki bizim yapacaklarımız da onu
etkileyecek ve belirleyecektir. Bu noktada, biz havetciler içinde “hayır”a veya
“evet”e yakın insanlar olacaktır, vardır. Ama bizi ayıran değil, birleştiren
prensip ön plandadır. Esas olan o “hayır” veya “evet” değildir. Esas olan yürüttüğümüz
KURUCU FAALİYET, ördüğümüz örgütlülük, halkla kurduğumuz diyalogtur. Esas olan
bizim ne oranda halkın ta kendisi, halkın ne oranda “biz” olduğudur. “Evet”
veya “hayır” çok sonra gelendir.
PRATİK BU SORUNLARI ÇÖZER
Bu yüzden
sevgili dostum, bizi “hayır”cılarla yanyana sayarken haksızlık yapıyorsun. Ve
“hayır”cı dostlarımız da bizi “evet”cilerle beraber sayarken haksızlık
yapıyorlar. Haksızlıktan da öte, bu sizin kendi tahlillerinizdeki bir
eksikliktir. Ve en ufak bir yanlış tahlil, en güzel bilimsel çalışmaların
sonucunu etkiler bilirsin.
AB’ye
girilmesinin çok anlamlı ve hayati olduğunu düşünüyorsan bu anlayış
çerçevesinde sol bir pratik ortaya koyman gerekir. Medyadan, AKP’den,
TUSIAD’dan, Ticaret Odası’ndan, Ali Erel’den, Liberallerden farkını ortaya
koyan bir hat çizmen gerekir. “Hayır”cı dostlarımız da ne gerektiğini
düşünüyorlarsa onu yapacaklardır artık. Belki “hayır” kampanyaları düzenlerler,
AB’ye girildiğinde grevler örgütlerler vs. vs.
Bizimle,
yani cevap vermeye değer bulmayanlarla, bu ülkenin sorunlarını çözmek için
bugün birşeyler yapmak, her bir somut sorun üzerinden somut işler örgütlemek,
bunları tüm ülke çapında koordine etmek ve herkesin ayrı ayrı çıkarlarının en
genel anlamda örtüştüğü noktayı yaklayıp kitlelere mal etmek üzerinden çalışma
yapmak tercihini netleştirenlerle uğraşmamalısınız... Çünkü biz, yukardan
aşağıya tek bir cevapla, tek bir gecede, tek bir sihirli formülle herşeyin
değişeceği masalına inanmayı reddedenleriz... Çünkü biz, Kaf dağının ardında
cennet bir ülke olduğuna inanmayı bırakıp, bugün bu ülkede bu cenneti kurmaya
kendini adayanlarız...
Tabii ki,
tartışmaya devam edeceğiz. AB’nin politikalarının doğruluğu/yanlışlığı, AB’nin
ne olduğu, nereye gittiği, kimin projesi olduğu, dışındayken veya içine
girdikten sonra neler yapılabileceği gibi konularda sizin geçmiş sosyalist
birikiminizden faydalanmak çok güzel olur. Ancak bilmeliyiz ki, aciliyetinden
bahsettiğiniz (EVET-HAYIR) kararın pratik eylemlilik içinde gösterilmesi, bize
tartışmalarımızda ışık tutacaktır. “Evet”ciler de, “hayır”cılar da lafı bırakıp
işe koyulmalıdırlar. Bizlere sosyalist bir “evet”in ve sosyalist bir “hayır”ın
olabilirliğini göstermelidirler... Lafla ikna edemediklerini, işle ikna etme
fırsatları da vardır hem...
Hem dostum,
böylece hayatın binbir rengi içinde, farklı kaygılardan yola çıkarak “tekrar” YANYANA düşme fırsatını da yakalarız
belki...
Mektubuma
burda son verirken, teorinin ellerinden, pratiğin gözlerinden öperim. Henüz
yaşayamadığım tüm deneyimlerine en içten selamlarımı ilet. En kısa zamanda omuz
omuza, bir alanda “tanışmak” arzusuyla seni sımsıcak kucaklarım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder