22 Aralık 2004 Çarşamba

Avrupa Birliği ve Sosyalistler / “Evet”çi Bir Dosta Mektup



Hisse BİR: Kolumuzda sepet, başımızda kırmızı başlık, tek başımıza ormanda dolaşmayalım (orman tehlikelerle doludur)
Hisse İKİ: Her takkeli ve entarili kadını ninemiz sanmayalım (taş düşebülü, kurt çıkabülü)
Hisse ÜÇ: Sorduğumuz sorulara mantıklı ve akla uygun yanıtlar veren herkese inanmayalım (önce bi bakalım, araştıralım, okuyalım, okutalım, abone edelim ondan sonra karar verelim)
Hisse DÖRT: Kurdun içinden çıkmak için illa önce kurdun içine girmek gerekmez!
AB İçin Bir Masal İncelemesi, Kırmızı Başlıklı Kız,Cosmopolitik

Sevgili dostum,
17 Aralık tarihinin gittikçe yaklaşması ile birlikte ve tabii ki “Kıbrıs sorununun AB ile bağlantılı bir çözüm dışında şansı olmadığı” dinsel inancı ile de bağlantılı olarak, son zamanlarda bazı konularda anlaşmazlığa düştüğümüzü gözlemliyorum. Anlaşmazlığa düşmemizde bir sorun yok dostum. Sorun, bu anlaşmazlığı aşmaya yönelik çabalarımızda, birbirimizi olmadığımız şekilde etiketlemek, yaftalamak, isimlendirmek ve tanımlamak. Çünkü bu, sonuçta anlaşma kaygısı güdülmeden yapılan bir faaliyet olur...
AB sürecini ve AB’ye girişi “kurtuluş”, “bireysel haklar sorununun evrensel çözümü”, “yaklaşan fırtınada Nuh’un gemisi” veya “kaçmak üzere olan bir tren” olarak görüyorsun. Ve son mektubunda bana “AB’ye hayır diyerek koruduğun, AB’den daha ileri kazanımımız nedir ki? Egemenlerle, statükocularla, gericilerle yanyanasın!” diyorsun...
Öte yandan senin de haberin vardır ki, başka bazı dostlarımız, AB’yi “emperyalist”, “kesinlikle girilmemesi gereken bir yapı” vs. olarak tanımlıyorlar. Ve bana “AB’ye girilmesini savunmakla sosyalistliği nasıl bağdaştırırsın? Açıkça, STK (Sivil Toplum Örgütçüsü)’cı bir liberal olduğunu kabul et!” diyorlar...
Ahhh dostum, işte bu tartışmanın beni en çok üzen yanı da bu. Bu mektubumda sana işte bunu anlatmaya çalışacağım.
Senin de bildiğin gibi yaşam içinde onlarca hatta yüzlerce siyasi görüş vardır. Ve her siyasi görüşün kendine özgü politikaları ve çözümlemeleri olması gayet doğaldır.
1- Politikaları doğrultusunda faaliyet yürüten siyasi görüşler, belli konularda hayatın binbir renginden herhangi birisi ile denk düşebilirler....
2- Aslında ortada bir denk düşme de olmayabilir... Bu sadece yanlış bir görüntü de olabilir...
3- Üstelik başka siyasi görüşte olanların, o “olmayan denk düşmenin” varmış gibi gösterilmesinden çıkarı da olabilir...
 Ama dostum, yıllardır içinde öğütüldüğümüz siyasi etik ve bilimsel tahlil gereği biz biliyoruz ki; yanyana düşen, yanyana düşmüş gibi görünen veya gösterilen siyasi kamplar yanyana olmayabilir...

ANLAMADIM!!!
Bu söylediğimi örnek vererek anlatayım:
1- Yanyana düşmekten kastım şu; bir iki yıl önce Almanya’da Pazar günleri dükkanların açık kalması için bir yasa hazırlanmıştı. Ancak SENDİKALAR, emek örgütleri bu yasaya karşı çıktılar. Gerekçeleri ise, bunun emeğe bir saldırı olduğu, çalışma günlerini ve emek sömürüsünü arttırarak emekçilerin tek tatil, dinlenme olanağını da ellerinden alacağı idi... Ama tamamen farklı gerekçelerle KİLİSE de yasaya karşı çıktı... Pazar günleri insanların ayine gitmek yerine çalışmaya gitmesinin, dinen tatil ilan edilen bir günde çalışılmasının, dine küfür olduğunu söylüyorlardı. İŞTE, hayatın binbir rengi ile, tamamen farklı niyetlerle yola çıkıp aynı noktadan geçmek, yanyana düşmek dediğim budur. ŞİMDİ dostum bu örnekte sendikaların köktendinci olduğunu söylemek doğru mudur? Eğer doğru değilse (ki değildir) AB’yi kurtuluş olarak görmeyen insanları gerici, statükocu görmek ne kadar doğrudur acaba?
2- Yanyana düşmüş gibi görünmek/gösterilmek’ten kastım ise şu; yıllarca, kapitalist ülkeler (Avrupa/ABD) SSCB ve uydularını “sosyalist ülkeler” olarak tanımlandı... Çünkü eşitlikten, özgürlükten, sosyal adaletten ve onların hoşuna gitmeyen herşeyden bahseden insanları EŞİTLEYEBİLECEKLERİ olumsuz bir örneğe ihtiyaçları vardı. Oysa, sosyalizmi SBKP (Sovyetler Birliği Komünist Partisi) bürokrasisinden çok daha ileri bir özgürlük ve eşitlik süreci olarak gören insanlar da vardı/vardır. Ancak fikirleri altedilemeyen bu insanlar, benzemedikleri, beğenmedikleri bir şey ile eşitlendikleri zaman, tartışmaya da gerek kalmıyordu... Tıpkı bunun gibi, bugün hala üniversite kitparında Bernstein (ki revizyonizmin, sosyalizmden vazgeçmenin teorisyenidir kendisi) “Demokratik sosyalist” olarak anılır.  Çünkü Marx ve Lenin ile Bernstein’i yanyana göstermek, egemenlerin işine gelir...
Oysa AB tartışmalarında, yaptığımız sohbetlerde ve anlatmaya çalıştığım her olguda da net bir şekilde izah etmeye çalıştığım gibi ortada birinci örnekteki gibi bir durum bile yoktur. Yani sen bir sosyalist olarak AB’ye “evet” demektesin, ancak seninle ayni fikirde olmayan ben “hayır” demiyorum. Tabii ki “hayır” diyen dostlarımız da vardır. Ancak benim anlatmaya çalıştığım EVET veya HAYIR demenin anlamsız olduğudur...

HAVET!
Son mektubunda, öyle bir hava yaratıyorsun ki, “evet” demeyen herkesi “hayır”cı ilan ediveriyorsun. Bence bu bilimsel ahlağa, yoldaşlık hukuğuna hiç uygun olmayan bir tavır. Çünkü çok kolaycı ve toptancı... Üstelik, “evetçi/hayırcı olmayan” bizlerin gözünde, “evet” diyen arkadaşlar gerçekten değerli arkadaşlardırlar.  Buna sen de dahilsin dostum. Ve biz küreselleşme, postmodern edebiyat ve yağmur gibi yağan sivil toplum fonlarının altında liberalleşen pratiğinize rağmen, sağlam teoriniz ve zengin pratiğiniz yardımıyla zamanla düzeleceğinizi düşünüyoruz. Bunun için de sizinle olan tartışma, diyalog ortamını canlı tutmaya çalışıyoruz. İpleri koparmamak için elimizden geleni yapıyoruz... Bu ortamda bile ve tüm çabalarımıza rağmen karşımızda sanki de Aydın Doğan, Tayyip Erdoğan var. Her türlü iftira, etiketleme, yaftalama, sözlerin saptırılması... Sanki de sol içi bir tartışma, değerlendirme yapılmıyor da, “memleketin AB’ye bir türlü girememesinin sebebi” olan bizler karakolda sorguya çekiliyoruz...
Anlamıyorum dostum, AB’ye “evet” demediğimiz için, bizleri neden faşit ülkücülükle, kızıl elmacılıkla, kemalistlikle, statükoculukla etiketlediğinizi anlamıyorum. Bundan sol adına ne gibi bir kazancınızın olacağını anlamıyorum... Bu tarzı nasıl doğru bir tarz olarak kabul edebildiğini anlamıyorum. Sence bu tarz doğru ise, AB sürecini hali hazırda gayet sağlam bir şekilde sahiplenmiş bulunan sen ve diğer “evet”ciler, bu sürecin aslı sahipleri konumundaki TUSIAD, AKP, IKITELLI MEDYASI, DOĞAN GRUBU ve ülkemizde Ali Erel, Ticaret Odası ve tüm o neo-liberaller güruhu ile eşlenmeyi, onların sıfatları ile etiketlenmeyi, yaftalanmayı baştan kabul mu etmiş oluyorsunuz? Bu tartışmada sola dair birşeyler olmamalı mı yani sence?

SORULAR-SORULAR...
Son mektubunda soruyorsun, “demokrasimiz AB’den daha ileri de AB yüzünden bunun gerilemesinden mi korkuyorsun, ülkemizde barış/dostluk rüzgarları esiyor da AB’ye girince bozulmasından mı korkuyorsun, ekonomimiz çok iyi durumda da AB’ye girip gerilemesini mi istemiyorsun, AB’ye neden karşı çıkıyorsun?” diyorsun.
Şunu söyleyeyim ki dostum, saydıkların ve bunlardan çok daha fazlası vardır ülkemizde sorun olarak. Ve bu sorunlar ve çözümüne dair kitlelerle diyalog kurmak için geç bile kalınmıştır. Yani AB’den iyi durumda olduğumuzu falan iddia eden yoktur. Aramızdaki fark, sorunlar ve çıkış yolları konusundaki öngörülere dairdir...
Yani senin de sözünü ettiğin sorunlara yönelik duyarlı olmak illaki AB’ye “evet” demeyi gerektirmiyor. Sana ilginç gelecek biliyorum ama, “hayır” demeyi de gerektirmiyor. Bu sorunlara yönelik duyarlı olmak, bu sorunların kitlelerle birlikte çözümüne yönelik örgütlü, iç dinamiklere dayalı bir çabayı örmek kararlılığını gerektiriyor. Bu yüzden AB, cevabı verilmezse ilerlenemeyecek “ana sorun” değildir dostum. Bu tarz ise AB’ye karşı olmak tarzı değildir. Bu tarz, toptancılığa, kolaycılığa, “devrimden sonra” / “AB’den sonra” hayalciliğine karşı olmak tarzıdır... Yani burada, tüm sorunları tek bir başlık altına indirgeyen ve buna ister Kıbrıs Sorunu, ister AB, isterse de Sosyalizm diyen bilim dışı mantığa karşı olmaktan bahsediyoruz...
Belki de takıldığın/ız nokta budur... Kıbrıs’taki ilerici hareketlerin işgal/devlet/asker kabuğunu kırmaktaki bugüne kadarki “sizce” eksikliklerini görüyor, değerlendiriyor ve bunun üzerinden atlayabilmek veya taktiksel olarak yeni mevziler kazanmak için AB’yi öneriyorsunuz... “Sosyalizmi kuramadık, konjektür de şu anda devrim mücadelesi verilecek bir konjektür değil, o zaman nefes almamızı, demokratikleşmeyi, insan haklarını ilerletebilecek tek alternatifimiz AB” diyorsunuz...
Ama anlamadığın/hatırlamadığın şu ki, biz (ki bu bize sen de dahildin bir zamanlar) sovyetik bir devlet olan SSCB’ye ilhak edilmeye de (ayni kelimelerle olmasa da, ayni mantıkla) HAVET demiştik bir zamanlar...
Önümüzde yapmamız gereken işler var sevgili dostum, ve bu mücadelenin bileşenleri de hayatın içindedir. AB’ye “evet” demek kadar “hayır” demek de yanlıştır. Çünkü yanlış olan, sosyalistlerin kendilerini AB’nin muhatabı olarak kabul edip cevap vermeleridir. Oysa ne AB bizim muhatabımızdır, ne de biz AB’nin...
Bu anlamda “evet demeyenler” (hani sen sürekli “hayırcılar” olarak anlıyorsun) yukarda konuştuğumuz sorunlara yönelik “acaba ben ne yapabilirim, mücadeleye ne katabilirim, yeni açılımlar sağlanmasına nasıl katkı koyabilirim” diye düşünenler, bunun için didinenlerdir. Ve kusura bakma ama, saçma sapan sorulara ayıracak ne vakitleri ne de yanıtları yoktur da onun için cevap vermiyorlar...

GERÇEKLERİ KONUŞALIM!
Kabul etmek zorundasın ki, AB ile ilgili olarak toplum üzerinde cidi bir mistifikasyon da yaratılmış durumda (girersek kıyamet kopacak/girersek cennete gireceğiz). Bu mistifikasyon ciddi bir beklenti doğuruyor. Ve bu beklentinin iki yanının da karşılıksız olduğunu, sen de biliyorsun ben de... Topluma gerçeği söylememiz, bu gerçeği toptancı bir zihniyetle halının altına süpürmememiz gerekiyor. Ama bunun için önce kendimize yalan söylemememiz gerekiyor sanırım...
Senin yukarda bahsettiğim mektubunda gizliden gizliye bulunan “ülkemizde olmayan bu olumluluklar, AB’de vardır ve üye olduğumuzda bizde de olacaktır” mesajı gibi. Tabii ki sözünü ettiğin olgular bölünmüş adamızda yoktur. AB’nin, orda yaşayanlar için salt bir olumluluklar yumağı olup olmadığını başka bir mektuba bırakarak ve sözünü ettiğin herşeyin iyi olduğundan bile hareket etsem, sence AB’ye girildiğinde adamız sihirli değnek dokunmuş gibi değişecek midir? Eğer değişmeyecekse (ki böyle birşeyin olması bilime terstir) buna yönelik bir beklenti ortamı yaratmamız (hem de bekleyenlerin kendi emeğine dayanmayan statik bir beklenti) sence doğru mudur? Kutsal AB havariliği yapmak, bunun misyonerliğine soyunmak biz sosyalistlerin işi midir?

SOSYALİZM ve AB
Hayır diyen bir dost geçenlerde şöyle bir mektup göndermiş; “sosyalizm adına yola çıkan insanlar, halkın önüne alternatif olarak sosyalizmi koyar. AB ise sosyalizme alternatif bir proje değildir. Bunun için AB’ye evet denemez!” demiş. Söylediğinde doğruluk payı olmakla birlikte, senin yaptığının aynisini yapmış ve HAVET diyenlerin, “hayır” demedikleri için aslında “evetçi” olduklarını söylemiş. Tıpkı, senin “evet” demiyoruz diye bizi “hayırcı” kabul etmen gibi...
Oysa dostumuzun yukarda aktardığım sözleri doğru olmakla birlikte, sosyalizm adına yola çıkan insanlar, halkın önüne alternatif olarak sosyalizmi koyarlar ve sosyalizm de AB’ye alternatif bir proje değildir. “Hayır”cı dostumuzun ifade etmediği eşitliğin diğer yanı da bu değil midir? Bu yüzden de “hayır” denmesi, onun ifade ettiği kadar önemli değildir...
Çünkü sosyalizm, anti-kapitalizm’i (veya daha düzgün bir ifade ile kapitalizm eleştirisini) içerir. Ama İÇERİR. Sadece kapitalizm eleştirisinden ibaret değildir. Bu da, sosyalist olmanın kriterinin şuna buna anti, karşı olmaktan değil, alternatif bir kurucu faaliyet içinde olmaktan geçtiğini gösterir. Felsefeden yardım çağırırsak, sosyalizm bir anti-tez değildir. Tez olmaya aday bir sentez mücadelesidir.
“Evet”çi dostlarımız “evet” demenin, “hayır”cı dostlarımız “hayır” demenin EN ÖNEMLİ KARAR OLDUĞUNU söylüyorlar. Bizse, her iki görüşe de saygı duymakla birlikte, bunların aslında bir yerde buluştuğunu net bir şekilde görebiliyoruz. Bu düşman kardeşler AB’ye birşey söylemenin EN ÖNEMLİ karar olduğu noktasında buluşuyorlar.
Sevgili dostum, ülkemizin sorunları nelerdir? Bu somut sorunlara yönelik bizim somut tavırlarımız nelerdir? Örgütlenme çabamız, farklı duruşumuzu ifade etme yöntemlerimiz nelerdir? İç ve dış dayanışma odaklarımız, gücümüz, inandırıcılığımız, tüm bunları arttırma veya dengeli kullanma olanaklarımız nelerdir ve sosyalizme yönelik olarak bugün, şimdi, hemen yapmaya başlayacaklarımız nedir? İşte bence EN ÖNEMLİ sorun budur. İşte senin de, “hayır”cı dostumuzun da şikayetçi olduğu duruş, bu duruştur.
Tabii ki yaşamdaki hiçbir süreç bir diğerinden bağımsız düşünülemez. Tabii ki herşey, herşeyle ilişki içindedir. Bu da bizim, AB sürecini ESAS SORUN olarak tanımlamayanların, onu bir sorun olarak görmediğimiz anlamına gelmez. AB süreci bir olgudur ve yaşam içindeki duruşumuzun bir parçası olacaktır tabii ki... Tabii ki esasa dair kurucu faaliyetimiz sırasında bizi etkileyecek, bazı durumlarda da belirleyecektir. Ve tabii ki bizim yapacaklarımız da onu etkileyecek ve belirleyecektir. Bu noktada, biz havetciler içinde “hayır”a veya “evet”e yakın insanlar olacaktır, vardır. Ama bizi ayıran değil, birleştiren prensip ön plandadır. Esas olan o “hayır” veya “evet” değildir. Esas olan yürüttüğümüz KURUCU FAALİYET, ördüğümüz örgütlülük, halkla kurduğumuz diyalogtur. Esas olan bizim ne oranda halkın ta kendisi, halkın ne oranda “biz” olduğudur. “Evet” veya “hayır” çok sonra gelendir.

PRATİK BU SORUNLARI ÇÖZER
Bu yüzden sevgili dostum, bizi “hayır”cılarla yanyana sayarken haksızlık yapıyorsun. Ve “hayır”cı dostlarımız da bizi “evet”cilerle beraber sayarken haksızlık yapıyorlar. Haksızlıktan da öte, bu sizin kendi tahlillerinizdeki bir eksikliktir. Ve en ufak bir yanlış tahlil, en güzel bilimsel çalışmaların sonucunu etkiler bilirsin.
AB’ye girilmesinin çok anlamlı ve hayati olduğunu düşünüyorsan bu anlayış çerçevesinde sol bir pratik ortaya koyman gerekir. Medyadan, AKP’den, TUSIAD’dan, Ticaret Odası’ndan, Ali Erel’den, Liberallerden farkını ortaya koyan bir hat çizmen gerekir. “Hayır”cı dostlarımız da ne gerektiğini düşünüyorlarsa onu yapacaklardır artık. Belki “hayır” kampanyaları düzenlerler, AB’ye girildiğinde grevler örgütlerler vs. vs.
Bizimle, yani cevap vermeye değer bulmayanlarla, bu ülkenin sorunlarını çözmek için bugün birşeyler yapmak, her bir somut sorun üzerinden somut işler örgütlemek, bunları tüm ülke çapında koordine etmek ve herkesin ayrı ayrı çıkarlarının en genel anlamda örtüştüğü noktayı yaklayıp kitlelere mal etmek üzerinden çalışma yapmak tercihini netleştirenlerle uğraşmamalısınız... Çünkü biz, yukardan aşağıya tek bir cevapla, tek bir gecede, tek bir sihirli formülle herşeyin değişeceği masalına inanmayı reddedenleriz... Çünkü biz, Kaf dağının ardında cennet bir ülke olduğuna inanmayı bırakıp, bugün bu ülkede bu cenneti kurmaya kendini adayanlarız...
Tabii ki, tartışmaya devam edeceğiz. AB’nin politikalarının doğruluğu/yanlışlığı, AB’nin ne olduğu, nereye gittiği, kimin projesi olduğu, dışındayken veya içine girdikten sonra neler yapılabileceği gibi konularda sizin geçmiş sosyalist birikiminizden faydalanmak çok güzel olur. Ancak bilmeliyiz ki, aciliyetinden bahsettiğiniz (EVET-HAYIR) kararın pratik eylemlilik içinde gösterilmesi, bize tartışmalarımızda ışık tutacaktır. “Evet”ciler de, “hayır”cılar da lafı bırakıp işe koyulmalıdırlar. Bizlere sosyalist bir “evet”in ve sosyalist bir “hayır”ın olabilirliğini göstermelidirler... Lafla ikna edemediklerini, işle ikna etme fırsatları da vardır hem...
Hem dostum, böylece hayatın binbir rengi içinde, farklı kaygılardan yola çıkarak  “tekrar” YANYANA düşme fırsatını da yakalarız belki...
Mektubuma burda son verirken, teorinin ellerinden, pratiğin gözlerinden öperim. Henüz yaşayamadığım tüm deneyimlerine en içten selamlarımı ilet. En kısa zamanda omuz omuza, bir alanda “tanışmak” arzusuyla seni sımsıcak kucaklarım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder