“Seçmen kötü bir devrimci, devrimci kötü bir seçmendir.”
V. I. Lenin
Seçimler yaklaştıkça tansiyon yükseliyor. Oysa seçimlerin bizlere
sunduğu seçenekler, farklı partilerin politikaları ve iktidar yarışı ile
sınırlı değil. Seçeneklerimiz; aşağıdan, doğrudan ve demokratik bir dönüşümün
imkanlarını zorlamakla, yukardan ve "bilenlerin" iktidarına zemin
hazırlamak arasında şekilleniyor. Ki bu seçenekler seçim zamanları ile de
sınırlı değil. Seçimden önce de, seçimde de, seçimden sonra da gündemde. Yeter
ki bunun getireceği sorumluluğu (yalnızca sözde değil pratikte de) sırtlanmaya
hazır olalım.
Kıbrıs politik hayatında yıllarca yaprak kımıldamadı. Tüm bir
siyasal yelpazeyi kasırga gibi parçalayıp geçen son 3 yılın kitle eylemleri;
kapıların açılması, 2003 Aralık seçimleri ve ardından referandum süreci ile
sandığa kilitlendi. Böylece, yıllar sonra neredeyse ilk kez, gerçek sosyal
güçlere dayanan gerçek bir politika yapma imkanı; günlük politikanın anlık
mevzilenmelerine kurban edilmiş oldu. Seçim sürecine yönelik strateji, taktik
ve manevralara endekslenen muktedirler; halkı, onlara göre olması gereken yere,
yani eve ve sandığa kapatmayı başardılar.
Kuzey’de ve Güney’de düşünsel hegomonyayı (insanların neleri dert
edineceğini) tekelinde tutan politik güçler (sol olsun, sağ olsun) bizlere dert
edinilecek konu olarak şimdi de 20 Şubat seçimlerini belirlemiş durumdalar.
Ancak ne yazık ki bu belirlenmiş ve bizler için düşünülüp tayin edilmiş sözde
gündem, geleceğimizi şekillendirmek yolunda gayet etkisiz.
İster seçimlerde bir taraf tutun, isterseniz de bizat seçimlerin kendisine karşı olun; hayatın kendisini dönüştürmek yolunda bir konumlanış içinde olmadığınızı fark edeceksiniz.
İster seçimlerde bir taraf tutun, isterseniz de bizat seçimlerin kendisine karşı olun; hayatın kendisini dönüştürmek yolunda bir konumlanış içinde olmadığınızı fark edeceksiniz.
Dünyanın bugün içerisinde bulunduğu süreçte küresel kapitalizmin
üretimden kaçışı gece ile gündüz kadar nettir. Sermaye, üretim alanından
çekilerek reklam ve imaj üretimi, kısaca marka yönetimine odaklanmaktadır. Bu
da pazarda (borsada!) yaşama şansı bulmak isteyen şirketlerin; bir isim, logo
ve bunları yönetecek bir beyin takımı dışında hiçbir alana para yatırmaması ve
istihdamdan kaçışı ile sonuçlanmaktadır.
Üretim denilen “pis iş” tedarikçiler vasıtası ile Güney
ülkelerinin ucuz işgücüne havale edilirken, Nike, Coca-Cola, Nokia vb. küresel
şirketler üretimlerinin sorumluluğunu hiçbir şekilde üstlenmemektedirler.
Örneğin Swatch’a sorarsanız, o bir saat üreticisi değildir, “zaman felsefesi
ile” ilgilenmektedir.(1) Bu, üretilen nesne, üretim koşuları, istihdam edilen
iş gücünün çalışma koşulları, üretim dolayısıyla oluşan çevre maliyeti vb. hiçbir
alanda sorumluluk kabul etmeyen bir şirketler dünyası ile yüzyüze kalmamıza
neden olmuştur. Coca-Cola’nın Kolombiya’da bulunan tedarikçilerinin paramiliter
güçlerle işbirliği halinde sendikacı avları ile ilgili son yaşanan gelişmeler
Logo ile meta’nın ayrışmasına verilebilecek en güzel örnektir.(2)
Küresel şirketler, tedarikçileri ile kurdukları ilişkiyi
ofislerine aldıkları fax mürekkebi ile aynı tanımlamaktadırlar. İhtiyaçları
oldukça sipariş vermektedirler ve ellerine gelen ürün dışında hiçbir süreçle
ilgilenmemektedirler. En ufak bir aksaklık durumunda, başka bir tedarikçiye
sipariş vererek işlerine devam etmektedirler. Tedarikçi firmalar ve şirketler
arasında hiçbir bağlayıcı sözleşme yoktur. Siparişin miktarı, teslim tarihi ve
yoğunluğu, piyasanın durumuna göre değişebilmektedir. Bu koşullar altında
kendilerini güvence altına almaya çalışan tedarikçiler ucuz iş gücünün olduğu;
iş güvencesi, sosyal güvenlik ve sendikal hakların bulunmadığı üretim
ortamlarına kaymakta ve küresel kapitalizmin çeşitli anlaşmalar, sözleşmelerle
kendilerine hazırladığı Serbest Ticaret Bölgeleri’nde üretim yapmaktadırlar.
Bugün dünyada yaklaşık 40 milyon kişi Serbest Ticaret Bölgeleri’nde istihdam edilmiştir. Ve bu bölgeler, içinde kurulu oldukları ülkenin işçi çalıştırma ile ilgili bütün düzenlemelerinden bağımsızdırlar. Asgari ücret yoktur, sendikalar yasaktır, emeklilik, sigorta vb. hiçbir sosyal güvence yoktur ve sözleşmeler duruma göre mevsimlik, aylık bazen haftalıktır.(3) Sözü geçen Serbest Ticaret Bölgeleri’nde kurulu bulunan fabrikalar en ufak bir örgütlenme girişimine karşı bir ülkeden bir diğerine kolaylıkla hareket etmekte, bugün Çin’de bulunan bir tedarikçi firma bir gün içinde üretimini Taiwan’a taşıyabilmektedir.
Bugün dünyada yaklaşık 40 milyon kişi Serbest Ticaret Bölgeleri’nde istihdam edilmiştir. Ve bu bölgeler, içinde kurulu oldukları ülkenin işçi çalıştırma ile ilgili bütün düzenlemelerinden bağımsızdırlar. Asgari ücret yoktur, sendikalar yasaktır, emeklilik, sigorta vb. hiçbir sosyal güvence yoktur ve sözleşmeler duruma göre mevsimlik, aylık bazen haftalıktır.(3) Sözü geçen Serbest Ticaret Bölgeleri’nde kurulu bulunan fabrikalar en ufak bir örgütlenme girişimine karşı bir ülkeden bir diğerine kolaylıkla hareket etmekte, bugün Çin’de bulunan bir tedarikçi firma bir gün içinde üretimini Taiwan’a taşıyabilmektedir.
Almanya, Fransa, Amerika vb. Kuzey ülkelerinde her yıl yüzlerce
fabrika kapanmakta ve AB, DTÖ, NAFTA anlaşmaları çerçevesinde kurulmakta olan
Serbest Ticaret Bölgeleri’ne kaymaktadırlar. Kuzey ülkelerinde işsizlik ve
geçici işçilik sorunları her geçen gün artmaktadır. Tam zamanlı, iş garantili
istihdam; yerini saatlik, günlük geçici işçiliğe ve sendikasız, esnek iş
saatleri ile gizlenen görünmez işsizliğe bırakmaktadır. Bu koşullar altında
küreselleşme, dünyanın çehresini yeniden ve ödenmemiş emeğin teri ile, kanı ile
şekillendirmektedir.
Şimdi, yarı coğrafyamızda yeniden bir seçim-sandık süreci
tırmanmaya başlarken SAĞ olduğu varsayılan UBP ile DP’nin söylemleri birbirine
yakınlaşmaya başladı. Öte yandan SOL olduğu varsayılan CTP-BDH-TKP ve BKP son
seçim-referandum sürecinde birbirleri ile yaşadıkları olumsuzlukları aşıp seçim
sürecine hazırlıksız yakalanmamayı beceremediler...
Klasik bir sağ partiden çok sağ-muhafazakar öğeler taşıyan UBP, Kıbrıs Sorunu’nun çözümsüz yapısına göbekten bağımlı, yolsuzluk-adam kayırmacılık ve çözümsüzlükten beslenen statükocu bir partidir. Öte yandan bu duruma alternatif olarak öne çıkan CTP ise; gerek söylemleri, gerekse son 1 yıllık icraatları ile sol bir parti olmak bir yana liberal bir sağ parti olduğunu net bir şekilde ortaya koymuş durumda.
Klasik bir sağ partiden çok sağ-muhafazakar öğeler taşıyan UBP, Kıbrıs Sorunu’nun çözümsüz yapısına göbekten bağımlı, yolsuzluk-adam kayırmacılık ve çözümsüzlükten beslenen statükocu bir partidir. Öte yandan bu duruma alternatif olarak öne çıkan CTP ise; gerek söylemleri, gerekse son 1 yıllık icraatları ile sol bir parti olmak bir yana liberal bir sağ parti olduğunu net bir şekilde ortaya koymuş durumda.
Sermaye çevreleri, ABD ve AB bürokrasisi ile içli dışlı durumdaki
CTP kadroları, bu yakınlığı; yıllarca dünyadan izole olmuş Kuzey Kıbrıs
insanına bir fırsat olarak satmaya çalışmakta . Bakmayın siz piyango
çekilişlerinde Çav Bella çalmalarına; Eğitim ve Sağlık’ta azınlık hükmetine
rağmen kararlılıkla takip ettikleri özelleştirmeci çizgi, Irak savaşının en
kanlı günlerinde ABD savaş ağaları ile verilen samimi pozlar, hem iç politikada
hem de dış politikada günün koşullarına uygun sağ bir parti profili çizen
CTP'nin geçmişindeki sol mirastan tam anlamı ile kurtulup rüştünü ispat
edebilmek için çaba harcadığını gösteriyor.
Eroğlu-Talat ikilemine sıkışmış durumdaki Kıbrıs Türk Toplumu, açılım getirecek başka alternatiflerin görünmediği koşullarda (Barajı yalnız geçemeyecek BKP ile son seçimlerdeki bölünmenin şokunu atlatamamış TKP ancak da sandıktan çıkmanın planlarını yapabiliyor. Akıncı’nın BDH'sı ise hem ahlaki hem de politik anlamda soldan saymanın bile utandıracağı kirli politikaları ile malul. YKP seçimden bile daha çok çalışma gerektiren boykot’u televizyon başında geçirmeye hazırlanıyor, KSP ise “zıtların birliği”ni söylem ve eylemlerin zıtlığı şeklinde sunan kafası karışık bir sosyalizm örneği çiziyor) seçeneksizlikler içinde...
Eroğlu-Talat ikilemine sıkışmış durumdaki Kıbrıs Türk Toplumu, açılım getirecek başka alternatiflerin görünmediği koşullarda (Barajı yalnız geçemeyecek BKP ile son seçimlerdeki bölünmenin şokunu atlatamamış TKP ancak da sandıktan çıkmanın planlarını yapabiliyor. Akıncı’nın BDH'sı ise hem ahlaki hem de politik anlamda soldan saymanın bile utandıracağı kirli politikaları ile malul. YKP seçimden bile daha çok çalışma gerektiren boykot’u televizyon başında geçirmeye hazırlanıyor, KSP ise “zıtların birliği”ni söylem ve eylemlerin zıtlığı şeklinde sunan kafası karışık bir sosyalizm örneği çiziyor) seçeneksizlikler içinde...
Bunda en büyük suçluluk payı, yıllarca o gündemden bu gündeme
sürüklenip bir ALTERNATİF İNŞASINA emek harcamak yerine kısa yoldan
kitleseleşme hayalleri kuran Sosyalist Solun maceracılığı ve sebatsızlığında
bulunabilir. Çok daha ayrıntılı bir değerlendirmeyi gerektiren bu tespiti bir
yana bırakarak altı çizilmesi gereken olguya işaret edelim: Ne UBP ne de CTP
gerçek birer alternatif değillerdir. İki kesim de SAĞ güçleri temsil
etmektedir. Bir tanesi sermayenin muhafazakar-şahin-savaşçı gücü iken, diğeri
sermayenin-serbest piyasacı, liberal, tüccar yüzüdür...
Toplumun bu seçeneksizliğini aşmada sola düşen görev, kısa vadeli
kötünün-iyisi, ehver-i şer arayışlarını bir yana koyup EZİLENLERİN ALTERNATİFİNİ
İNŞAA ETMEYE ŞİMDİDEN BAŞLAMAKTIR. Oysa, Kıbrıs Sorunu ile, Denktaş Rejimi’nin
yıkılması ile boğuşan bizler, bugüne kadar statükonun yarattığı yapay havayı
soluyarak, bu yarı-coğrafyanın sınırlarını aşmayan politikalar çerçevesinde
mücadele ettik. Statükonun sürdürülemezliği ortadadır. Dünyadan soyutlanmış,
ufuksuz, gerek Akdeniz gerekse Ortadoğu içerisinde dünyanın yeniden
şekillendirildiği bir coğrafyada kendi iç sorunları ile boğuşan, dışa kapalı
bir toplum haline geldik.
Denktaş-Eroğlu düzeni ve bu düzenin yarattığı ufuksuzluk sadece
seçim ile aşılacak bir olgu değildir.
Bugün Kıbrıs’ta siyasal konumlanışlar yalnızca Kıbrıs Sorunu ile tanımlanmakta
sol olsun sağ olsun neo-liberalizm, özelleştirme, serbest piyasa ekonomisi ve
küreselleşme saldırıları ile sil baştan tanımlanan siyaset arenasında hiçbir
açılım, politika, anlayış veya mevzilenme gerçekleştirilmemektedir. Irak
işgali, Filistin Direnişi ve küreselleşme ile ilgili hiçbir konuda aktif tavır
alamayan, almayan, bu konulardan haberdar olmayan ve daha da vahimi bunlarla
ilgilenmeyen bir siyaset hayatımız var.
Ne yazık ki en az sağımız kadar solumuz da statüko ile beslenmekte
ve onun yarattığı steril koşullarda büyümektedir. Oysa Kıbrıs Sorunu’na çözüm
diye önerilen Annan Planı’nın kendisi de; kitlelerin mobilizasyonu kadar, hatta
ondan daha da fazla dünyanın bu yeniden paylaşımı ve sermayenin ihtiyaçları
doğrultusunda gelişmekte ve şekillenmektedir.
Denktaş-Eroğlu statükosundan kurtulduğumuzda; bizler, yıllardır çözülmeyen bir sorundan kurtulduğumuzu düşünebiliriz. Oysa asıl sorun, ertelemekte olduğumuz ve kaçınılmaz bir şekilde yüzleşeceğimiz gerçek hayat, en hazırlıksız, bilinçsiz ve örgütsüz olduğumuz bu anda karşımıza dikiliverecektir. Kıbrıs Cumhuriyeti’nde Serbest Ticaret Bölgesi oluşturmanın planları AB eli ile yürütülmektedir. Demek ki, “bizler için hazırlanan gelecek”te ya Serbest Ticaret Bölgeleri’nde kölelik koşullarında istihdam edileceğiz, ya da Almanya, Fransa ve diğer Kuzey ülkelerinin nitelikli/niteliksiz iş gücü gibi; esnek çalışma koşulları altında yarı zamanlı, geçici işlerle, gerçekte ise işsizlik ve örgütsüzlük ile baş başa kalacağız. Belki de her ikisi ile birlikte...
Denktaş-Eroğlu statükosundan kurtulduğumuzda; bizler, yıllardır çözülmeyen bir sorundan kurtulduğumuzu düşünebiliriz. Oysa asıl sorun, ertelemekte olduğumuz ve kaçınılmaz bir şekilde yüzleşeceğimiz gerçek hayat, en hazırlıksız, bilinçsiz ve örgütsüz olduğumuz bu anda karşımıza dikiliverecektir. Kıbrıs Cumhuriyeti’nde Serbest Ticaret Bölgesi oluşturmanın planları AB eli ile yürütülmektedir. Demek ki, “bizler için hazırlanan gelecek”te ya Serbest Ticaret Bölgeleri’nde kölelik koşullarında istihdam edileceğiz, ya da Almanya, Fransa ve diğer Kuzey ülkelerinin nitelikli/niteliksiz iş gücü gibi; esnek çalışma koşulları altında yarı zamanlı, geçici işlerle, gerçekte ise işsizlik ve örgütsüzlük ile baş başa kalacağız. Belki de her ikisi ile birlikte...
Tabii ki hiç bir zaman geç değildir. Bugün geç olmadığı gibi;
Maocu, Stalinist gelenekten miras “temel çelişki”miz Kıbrıs Sorunu’muz
çözüldüğünde de geç olmayacaktır. Sadece biraz daha zor olacaktır. Oysa temel
çelişkiden kurtulmak adına bayraklarının üzerine “Avrupa Birliği” yazan, sosyal gelişmeyi ve toplumsal mücadeleyi
aşamalar ve basamaklarla ifade eden, dar ve kısır politik tavrımızı hemen-şimdi
bir kenara koyabiliriz. İşte o zaman “bizler için hazırlanan gelecek” yerine;
bizzat bizim, alternatif küreselleşme mücadelesi veren dünya solu ile birlikte,
kendimiz için bir gelecek kurmamızın mümkün olduğunu görürüz. Bu,
Denktaş-Eroğlu statükosuna başkaldırı kadar, dünyanın yeni düzenine, sermayenin
küreselleşmesine, çevrenin tahribine, savaşlara, yoksulluğa, ırkçılığa ve
barbarlığa karşı bayraklarımızın üzerine “Başka
Bir Dünya Mümkün, O Dünya Kapitalist Özel Mülkiyetin Olmadığı Bir Dünyadır”
yazarak ve bunun mücadelesi ile kazanılacak bir gelecektir.
Bugün yada yarın, seçimlerden önce veya sonra yüzleşeceğimiz gerçek dünya bu olacaktır. Ve geleceğimizi tayin edecek olan gerçek ufuk; dayanışma, örgütlülük ve direniş azmimiz kadar umutur.
Bugün yada yarın, seçimlerden önce veya sonra yüzleşeceğimiz gerçek dünya bu olacaktır. Ve geleceğimizi tayin edecek olan gerçek ufuk; dayanışma, örgütlülük ve direniş azmimiz kadar umutur.
1) No Logo, Naomi Klein, Bilgi Yayınevi, 2000
2) Kolombiya'da fabrikaları bulunan Coca Cola tekeli çok sayıda
insan hakkı ihlaliyle suçlanıyor. Coca Cola paramiliter güçlere sendikacıları
öldürtüyor. Kolombiya Yiyecek ve İçecek İşçileri Sendikası (Sinantrainal)’in 8
üyesinin öldürülmesinden Coco Cola sorumlu. Porto Alegre'de yapılan 2. Dünya
Sosyal Forumu'nun (DSF) aldığı karar doğrultusunda "Coca Cola'yı boykot kampanyası"
bir yıl sürdü. Kampanya, Kolombiya Yiyecek ve İçecek İşçileri Sendikası
(Sinaltrainal) ile dayanışma amacı taşıyordu. Boykot yalnızca Coca Cola
ürünlerini tüketmemekten ibaret değildi, aynı zamanda politikalarına karşı
mücadele biçiminde sürüyor.
3) Siparişin yoğun olduğu dönemlerde uyarıcı haplarla 48 saat
uyumadan üretim yaptırıldığı, kadınların hamile kalma durumlarına önlem
alabilmek için 24-26 günlük sözleşmeler yapıldığı vb. Rapor edilmiştir. Bkz No
Logo, Naomi Klein
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder