1 Kasım 2007 Perşembe

Argasdi Hammaliye Kurulu (Sayı 8.5)



Argasdi’nin geçen sayısında “Sermayenin kalk borusuna uygun yürütülen saldırı dalgasını en iyi karakterize eden iki olay; emeğe ve doğaya karşı yürütülen harekatlardır” (Argasdi Sayı 7.5) demiştik. Son üç ayda yaşananlar bu tespitimizi doğrulayıcı şekilde gelişti. Sermaye hem emeğe hem de doğaya saldırmakta, üstelik bunu korkusuz bir hoyratlıkla gerçekleştirmektedir.

Karpaz Milli Parkı’na elektrik götürülmesi sürecinin devamlılığı ve Girne’de atık sular denize boşalırken ihmalin faturasını alakasız yerlere çıkartma çabaları doğa ile ilgili hiçbir kaygının para ve karın ötesine geçemediğini gösteriyor. Üstelik ülkemizin tarihinde hiçbir zaman gerçekleşmemiş genişlik ve yoğunlukta bir ekoloji eksenli örgütsel birlikteliğin varlığına rağmen hükümet aymazca tavrında ısrar etmekte tereddüt bile göstermiyor. Açıkça görülüyor ki Egemen Blok ne doğayı umursuyor ne de ekoloji örgütlerinden çekiniyor. Karpaz bölgesinin büyük otelcilik sektörü aracılığıyla beton yığını haline getirilmesi üzerinden sağlanacak yüksek miktarlarda karın, egemenlerin ağzının suyunu akıttığı, gözlerini kör kulaklarını sağır ettiği gün gibi aşikar. “Karpaz’ı Girne’ye benzeteceksiniz” söylemlerinin ise doğruluk payı olmak bir yana çok iyimser olduğu Girne’de ekim ayı içinde yaşanan olaylarla ispatlandı. Girne’de lağım sularını arıtan tesis bakımsızlık ve ilgisizlik sonucunda bir günde bin ton lağım suyunu denize bırakıverdi. CTP’li Belediye Başkanı kendisi ve TC Büyükelçisi dışında herkesi suçlarken, Karpaz’ın geleceğinin Girne’den beter olacağına dair şüphelerimizi de doğrulamış oldu.
Saldırının emek cephesinde ise işler daha karışık. CTP, yönetimlerini ele geçirerek uysallaştırdığı sendikalara göstermelik basın açıklamaları ve eylemler yaptırırken, mücadeleci sendikalar bölünüyor, saldırıya uğruyor ve grevleri yasaklanıyor. Emek Platformu çatısı altında birleşen DAÜ işçi, memur ve akademisyenlerinin yakaladığı olumlu ivme, CTP’nin grev yasaklama kararı ile durulma sürecine girdi. Hemen hemen aynı sıkıntı sözde “Tam Gün” sürecinde pilot okulda yaşananlarda da gözlemlendi. Bu kez doğrudan saldırı yapmak yerine sendikanın kendi bacağına kurşun sıkmasına yarayacak koşulları yaratmakla yetinen hükümet, “Tam Gün” sürecinde stratejik bir kazanım sağladı. Özel sektörde örgütlenemeyen, mevcut üye yapısını da emek ideolojisi doğrultusunda yeterince bilinçlendiremeyen sendikal modelimiz, ekonomik mücadeleye odaklı biçimiyle ciddi sıkıntılar yaşıyor. Sendikalar bildiri, yürüyüş ve uyarı grevleri yerine alternatif eylemler gerçekleştirememenin sıkıntısını yaşıyorlar. Toplu vizite, iş yavaşlatma gibi eylemlilikler mevcut üye yapısı ve hantal bürokratik işleyiş ile de bağlantılı sebeplerle uygulanamıyor, denenemiyor, düşünülemiyor. Sendikal alanda ideolojik boyutun eksikliği acı bir şekilde kendini göstermekte ücret ve özlük hakları için eylem yapmaya alışmış emekçi kitleleri kendi çalışma alanlarına dair bütünlüklü ve toplumsal boyutlarını da kapsayıcı talepler üzerinden seferber edilememektedir. Ekonomik-demokratik mücadelenin araçları olan sendikalar, mücadelenin demokratik boyutunu ihmal ettikleri yıllar boyunca, ideolojik mücadele ve siyasi mücadeleye de hakkını veremediler. Şimdi neo-liberal felsefenin müthiş ideolojik hegomonyası koşullarında, bu eksikliklerin acısı ciddi bir şekilde yaşanmaktadır.
Ülkemiz gibi stratejik sömürgelerde nispi bir refah yaratmak her zaman emperyalizmin politikaları arasında olmuştur. Nispi refah aracılığıyla elde tutulan, tüketim kültürüne dahil edilen, yozlaştırılan kitleler aracılığıyla hakimiyetlerini sürekli kılmak emperyalist güçlerin birincil stratejisidir. Bu bağlamda sorunumuz kırk bin askerle zapturapt altına alınmış olmamızdan değil, emperyalizmin ideolojik-kültürel boyutlu saldırısı karşısında halen ekonomik mücadele eksenli bir savunma hattı örmeye çalışmamızdan kaynaklıdır. Ekonomik mücadele elbette önemlidir, ancak ideolojik mücadelenin eksikliğinin yarattığı boşluğu tek başına dolduramaz. 2000’li yılların başında yaşanan krizden sonra geçici de olsa nispi bir refah dönemi içerisinde bulunan neo-liberal hükümetler böyle bir mücadele çizgisi karşısında donanımlıdır, güçlüdür. Sendikaların üyelerinin, ve tabii ki tüm halkın toplumsal bir bilinçlenme içerisine girmesi, sermaye çıkarları karşısında kendi çıkarlarının farkına varması ancak ideolojik bir donanımla mümkün olabilir. Daha 2006 yılının mayıs ayında söylediğimiz gibi “eskinin mücadele yöntemlerine dayalı stratejiler iflas etmiştir. Eski örgütlenme ve mücadele yöntemleri artık direnişe katkı sunmak bir yana, egemenlerin politikalarını meşrulaştırmaya hizmet etmektedir.”(Argasdi Sayı 3.5)
İşte bu yüzden Baraka Kültür Merkezi kültürel alan ekseninden ve tüm alanlara eşit mesafeden bir mücadele hattı örmektedir. Sinema, tiyatro ve müzik üzerinden yürüttüğümüz çalışmaları hayatın her alanındaki mücadelelerde ilham ve bilgi kaynağı kılıyoruz. Karpaz Milli Parkı’na elektrik götürülmesi karşısında Sol Anahtarı ve Baraka Tiyatro Ekibi’nin gerçekleştirdiği faaliyetlerle, 20-29 Kasım tarihleri arasında emek örgütleri ile birlikte düzenleyeceğimiz İşçi Filmleri Festivali bunun en güzel örnekleri olacaktır. Argasdi de bu uğurda üstüne düşeni yapıyor ve deneyimlerin, hataların, kazanımların çetelesini tutmaya, güncel olayların teorik boyutları ile kavranmasına yardımcı olmaya devam ediyor. Baraka, mücadelede beşinci yılını doldurup altıncı yılına doğru ilerlerken uzun soluklu bir mücadele azmini de beraberinde taşıyor.
Ne yazık ki, CTP’nin revizyonist de olsa sol bir pozisyondan neo-liberal küreselleşmenin milliyetçi bir aktörüne dönüşmesi ülkemizde solun itibarını da sarsmıştır. “Çözüm Talat” sloganı ile Cumhurbaşkanlığı makamına yerleşen M. A. Talat’tan tutun da, hükümetin tüm kademelerindeki bürokratlara kadar tüm yetkililer halklar arasına güvensizlik tohumları ekmeye devam ediyor. Kıbrıs sorununun özünün Kıbrıs’ın emperyalizmden ve onun taşeronlarından arındırılması (bağımsızlığı) sorunu olduğu bizce açık bir gerçektir. Ancak bu hedefe ulaşmak Kıbrıs’ta yaşayan halkların kardeşçe birliğinden de geçmektedir. Barış mücadelesi ancak böyle kavranırsa anlamlıdır. Yoksa şekilsel olarak varılacak bir sözde çözümün, emperyalizm kovulmadıkça ve halklar arası kardeşlik yerleşmedikçe kalıcılığı mümkün olamaz. İşte bu sebeple 1 Eylül, halkların kardeşliği ilkesini umursamayan CTP tarafından şövenizme malzeme yapılmak istendi. Yıllarca ülkedeki barış mücadelesinin en samimi unsurları olan örgütlerin tepkisini ise yaşayarak gördük. Barış güçleri ile yollarını ayıran ve TC Devleti’nin (ve elbette onun aracılığıyla emperyalizmin) Doğu Akdeniz’deki çıkarları için çalışanlanların arkasından ağıt yakmak yerine, yapılması gereken yapılmış, CTP ve bağlı örgütlerinden arındırılmış bir “Barış Yürüyüşü” gerçekleştirilmiştir. Şimdi bunun devamını getirme zamanıdır. ABD’nin taşeronu TC Hükümetlerine memurluk yapanlar, kendi halkını bağımsızlık kavgasında yarıda bırakanlar bağımsız ve halkları kardeş bir Kıbrıs mücadelesinde aşılacak bir kilometre taşı olmaktan öteye bir anlam ifade edemezler. Bunun araçları ancak emek hareketinin genel çıkarları gözetilerek yaratılabilir. Kıbrıs Türk ve Elen halkları, birlikte verilecek mücadeleleri ve Yunanistan ile Türkiye halklarından görecekleri dayanışma ile şimdiye kadar ‘Kıbrıs Halklarının Sorunu’ olmuş Kıbrıs Sorunu’nu, ‘emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin sorununa’ çevirebilecek güç ve yeteneğe sahiptir.” (Argasdi Sayı 5.5) Çabamız bu yöndedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder