Argasdi’nin geçen sayısında “Sermayenin
kalk borusuna uygun yürütülen saldırı dalgasını en iyi karakterize eden iki
olay; emeğe ve doğaya karşı yürütülen harekatlardır” (Argasdi Sayı 7.5)
demiştik. Son üç ayda yaşananlar bu tespitimizi doğrulayıcı şekilde gelişti.
Sermaye hem emeğe hem de doğaya saldırmakta, üstelik bunu korkusuz bir
hoyratlıkla gerçekleştirmektedir.
Karpaz Milli Parkı’na elektrik
götürülmesi sürecinin devamlılığı ve Girne’de atık sular denize boşalırken
ihmalin faturasını alakasız yerlere çıkartma çabaları doğa ile ilgili hiçbir
kaygının para ve karın ötesine geçemediğini gösteriyor. Üstelik ülkemizin
tarihinde hiçbir zaman gerçekleşmemiş genişlik ve yoğunlukta bir ekoloji
eksenli örgütsel birlikteliğin varlığına rağmen hükümet aymazca tavrında ısrar
etmekte tereddüt bile göstermiyor. Açıkça görülüyor ki Egemen Blok ne doğayı
umursuyor ne de ekoloji örgütlerinden çekiniyor. Karpaz bölgesinin büyük
otelcilik sektörü aracılığıyla beton yığını haline getirilmesi üzerinden
sağlanacak yüksek miktarlarda karın, egemenlerin ağzının suyunu akıttığı,
gözlerini kör kulaklarını sağır ettiği gün gibi aşikar. “Karpaz’ı Girne’ye
benzeteceksiniz” söylemlerinin ise doğruluk payı olmak bir yana çok iyimser
olduğu Girne’de ekim ayı içinde yaşanan olaylarla ispatlandı. Girne’de lağım
sularını arıtan tesis bakımsızlık ve ilgisizlik sonucunda bir günde bin ton
lağım suyunu denize bırakıverdi. CTP’li Belediye Başkanı kendisi ve TC
Büyükelçisi dışında herkesi suçlarken, Karpaz’ın geleceğinin Girne’den beter
olacağına dair şüphelerimizi de doğrulamış oldu.
Saldırının emek cephesinde ise işler
daha karışık. CTP, yönetimlerini ele geçirerek uysallaştırdığı sendikalara
göstermelik basın açıklamaları ve eylemler yaptırırken, mücadeleci sendikalar
bölünüyor, saldırıya uğruyor ve grevleri yasaklanıyor. Emek Platformu çatısı
altında birleşen DAÜ işçi, memur ve akademisyenlerinin yakaladığı olumlu ivme,
CTP’nin grev yasaklama kararı ile durulma sürecine girdi. Hemen hemen aynı
sıkıntı sözde “Tam Gün” sürecinde pilot okulda yaşananlarda da gözlemlendi. Bu
kez doğrudan saldırı yapmak yerine sendikanın kendi bacağına kurşun sıkmasına
yarayacak koşulları yaratmakla yetinen hükümet, “Tam Gün” sürecinde stratejik
bir kazanım sağladı. Özel sektörde örgütlenemeyen, mevcut üye yapısını da emek
ideolojisi doğrultusunda yeterince bilinçlendiremeyen sendikal modelimiz,
ekonomik mücadeleye odaklı biçimiyle ciddi sıkıntılar yaşıyor. Sendikalar
bildiri, yürüyüş ve uyarı grevleri yerine alternatif eylemler
gerçekleştirememenin sıkıntısını yaşıyorlar. Toplu vizite, iş yavaşlatma gibi
eylemlilikler mevcut üye yapısı ve hantal bürokratik işleyiş ile de bağlantılı
sebeplerle uygulanamıyor, denenemiyor, düşünülemiyor. Sendikal alanda ideolojik
boyutun eksikliği acı bir şekilde kendini göstermekte ücret ve özlük hakları
için eylem yapmaya alışmış emekçi kitleleri kendi çalışma alanlarına dair
bütünlüklü ve toplumsal boyutlarını da kapsayıcı talepler üzerinden seferber
edilememektedir. Ekonomik-demokratik mücadelenin araçları olan sendikalar,
mücadelenin demokratik boyutunu ihmal ettikleri yıllar boyunca, ideolojik
mücadele ve siyasi mücadeleye de hakkını veremediler. Şimdi neo-liberal
felsefenin müthiş ideolojik hegomonyası koşullarında, bu eksikliklerin acısı
ciddi bir şekilde yaşanmaktadır.
Ülkemiz gibi stratejik sömürgelerde
nispi bir refah yaratmak her zaman emperyalizmin politikaları arasında
olmuştur. Nispi refah aracılığıyla elde tutulan, tüketim kültürüne dahil
edilen, yozlaştırılan kitleler aracılığıyla hakimiyetlerini sürekli kılmak
emperyalist güçlerin birincil stratejisidir. Bu bağlamda sorunumuz kırk bin
askerle zapturapt altına alınmış olmamızdan değil, emperyalizmin
ideolojik-kültürel boyutlu saldırısı karşısında halen ekonomik mücadele eksenli
bir savunma hattı örmeye çalışmamızdan kaynaklıdır. Ekonomik mücadele elbette önemlidir,
ancak ideolojik mücadelenin eksikliğinin yarattığı boşluğu tek başına
dolduramaz. 2000’li yılların başında yaşanan krizden sonra geçici de olsa nispi
bir refah dönemi içerisinde bulunan neo-liberal hükümetler böyle bir mücadele
çizgisi karşısında donanımlıdır, güçlüdür. Sendikaların üyelerinin, ve tabii ki
tüm halkın toplumsal bir bilinçlenme içerisine girmesi, sermaye çıkarları
karşısında kendi çıkarlarının farkına varması ancak ideolojik bir donanımla
mümkün olabilir. Daha 2006 yılının mayıs ayında söylediğimiz gibi “eskinin
mücadele yöntemlerine dayalı stratejiler iflas etmiştir. Eski örgütlenme ve
mücadele yöntemleri artık direnişe katkı sunmak bir yana, egemenlerin
politikalarını meşrulaştırmaya hizmet etmektedir.”(Argasdi Sayı 3.5)
İşte bu yüzden Baraka Kültür Merkezi
kültürel alan ekseninden ve tüm alanlara eşit mesafeden bir mücadele hattı
örmektedir. Sinema, tiyatro ve müzik üzerinden yürüttüğümüz çalışmaları hayatın
her alanındaki mücadelelerde ilham ve bilgi kaynağı kılıyoruz. Karpaz Milli
Parkı’na elektrik götürülmesi karşısında Sol Anahtarı ve Baraka Tiyatro
Ekibi’nin gerçekleştirdiği faaliyetlerle, 20-29 Kasım tarihleri arasında emek
örgütleri ile birlikte düzenleyeceğimiz İşçi Filmleri Festivali bunun en güzel
örnekleri olacaktır. Argasdi de bu uğurda üstüne düşeni yapıyor ve
deneyimlerin, hataların, kazanımların çetelesini tutmaya, güncel olayların
teorik boyutları ile kavranmasına yardımcı olmaya devam ediyor. Baraka,
mücadelede beşinci yılını doldurup altıncı yılına doğru ilerlerken uzun soluklu
bir mücadele azmini de beraberinde taşıyor.
Ne yazık ki, CTP’nin revizyonist de
olsa sol bir pozisyondan neo-liberal küreselleşmenin milliyetçi bir aktörüne
dönüşmesi ülkemizde solun itibarını da sarsmıştır. “Çözüm Talat” sloganı ile
Cumhurbaşkanlığı makamına yerleşen M. A. Talat’tan tutun da, hükümetin tüm
kademelerindeki bürokratlara kadar tüm yetkililer halklar arasına güvensizlik
tohumları ekmeye devam ediyor. Kıbrıs sorununun özünün Kıbrıs’ın emperyalizmden
ve onun taşeronlarından arındırılması (bağımsızlığı) sorunu olduğu bizce açık
bir gerçektir. Ancak bu hedefe ulaşmak Kıbrıs’ta yaşayan halkların kardeşçe
birliğinden de geçmektedir. Barış mücadelesi ancak böyle kavranırsa anlamlıdır.
Yoksa şekilsel olarak varılacak bir sözde çözümün, emperyalizm kovulmadıkça ve
halklar arası kardeşlik yerleşmedikçe kalıcılığı mümkün olamaz. İşte bu sebeple
1 Eylül, halkların kardeşliği ilkesini umursamayan CTP tarafından şövenizme
malzeme yapılmak istendi. Yıllarca ülkedeki barış mücadelesinin en samimi unsurları
olan örgütlerin tepkisini ise yaşayarak gördük. Barış güçleri ile yollarını
ayıran ve TC Devleti’nin (ve elbette onun aracılığıyla emperyalizmin) Doğu
Akdeniz’deki çıkarları için çalışanlanların arkasından ağıt yakmak yerine,
yapılması gereken yapılmış, CTP ve bağlı örgütlerinden arındırılmış bir “Barış
Yürüyüşü” gerçekleştirilmiştir. Şimdi bunun devamını getirme zamanıdır. ABD’nin
taşeronu TC Hükümetlerine memurluk yapanlar, kendi halkını bağımsızlık
kavgasında yarıda bırakanlar bağımsız ve halkları kardeş bir Kıbrıs
mücadelesinde aşılacak bir kilometre taşı olmaktan öteye bir anlam ifade
edemezler. Bunun araçları ancak emek hareketinin genel çıkarları gözetilerek
yaratılabilir. “Kıbrıs Türk ve Elen halkları, birlikte verilecek
mücadeleleri ve Yunanistan ile Türkiye halklarından görecekleri dayanışma ile
şimdiye kadar ‘Kıbrıs Halklarının Sorunu’ olmuş Kıbrıs Sorunu’nu, ‘emperyalistlerin
ve işbirlikçilerinin sorununa’ çevirebilecek güç ve yeteneğe sahiptir.” (Argasdi Sayı 5.5)
Çabamız bu yöndedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder