1 Kasım 2007 Perşembe

Tam Gün Eğitim Tartışmalarının Düşündürdükleri



Okulların açılması ile birlikte eğitim konusu tüm sıcaklığıyla yeniden gündeme yerleşiverdi. Özellikle de Şht. Ertuğrul İlkokulu’nda pilot okul uygulaması ile “TAM GÜN EĞİTİM”e geçilmesi ciddi tartışmalara vesile oldu. Eğitim sistemimizdeki tüm öznelere dair (aile, öğretmen, sendika, hükümet) tahlil yapma olasılığı veren bu konu bizce irdelenmesi gereken bir nitelik arzetmektedir.

Tam gün eğitim yıllardan beridir tartışılan ancak derinlemesine bir çözümleme getirilemeyen konulardan birisidir. Aslına bakılırsa ilkokul öğretmenlerinin örgütlü gücü KTÖS de, aileler de, öğretmenlerin birçoğu da eğitimin tam güne yayılmasını desteklemektedirler. Ancak Şht. Ertuğrul İlkokulu’nda yaşanan olaylar, her kesimin önceliklerinin farklı olduğu gerçeğini bir kez daha gözler önüne sermiştir.
Öncelikle altını çizerek belirtmek gerekir ki; ülkemizde eğitim olsun sağlık olsun ciddi bir erozyona tabi tutulmuştur. Halkın en temel haklarından olan eğitim ve sağlığın piyasalaştırılması, parasal ilişkiler içerisine çekilerek alınır satılır birer hizmet olarak tanımlanmaları süreci ciddi mesafeler kaydetmiştir. Neo-liberal saldırının bilinçlerde ciddi bir manipülasyon yaratarak elde etmiş olduğu bu kazanımlar, insanlarımızın bilincinde eğitime ve sağlığa para vermeyi “normal” hatta “şart” olarak algılayacakları bir duruma varmıştır. Elbette bu durumun halk kesimleri ve emek güçleri leyhine dönüştürülmesi kolay bir iş değildir ve dünyadaki mücadelenin seyrine de bağlıdır. Ancak en azından kazanılmış mevzilerin savunulması sırasında hangi kesimin hangi temel motivasyonlardan hareket ettiğinin tespiti de önemli bir meseledir.
Dünyada eğitim düzeyi ve üniversite mezuniyeti oranı en yüksek iki halktan birisi Filistin halkı diğeri de Kıbrıs Türk halkıdır. Uzun süreli savaşlar ve göçlerden sonra geleceğin belirsizliği ile boğuşan bir halkın çocuklarına en kalıcı miras olarak ve en garanti “sermaye” olarak bilgiyi bırakma çabası gayet anlaşılır birşeydir. Bu çerçevede, 1974 öncesinden başlayarak ama 1974’den sonra çok daha yoğun bir şekilde, eğitim olgusu Kıbrıs Türk halkının gündemine girmiştir. Ancak bir halkın hemen hemen tüm bireylerinin eğitime yönelik ciddi bir talep ortaya koyması ile ister istemez ciddi bir rekabet ortaya çıkar. Özellikle de kapitalist ilişkilerin eğitime dahil edilmesinin bir sermaye stratejisi olarak belirlendiği 1980’li yıllardan sonra bu durum doruğa varmıştır. Bir yanda eğitimi bir piyasa nesnesi olarak yeniden kurgulamak isteyen sermaye, diğer yandan daha donanımlı çocuklar yetiştirerek, geleceklerini garanti altına altına alma mücadelesinde fark yaratmaya çalışan bireyler. Bu durum daha ilk zamanlardan özel ders olgusunun yeşermesine müsait bir ortam yaratmıştır. Vurgulamak gerekir ki ÖZEL DERS olgusunun kolayca yerleşmesinde en temel faktörlerden birisi eğitimin halkımız tarafından bir HAK olarak değil FARK aracı olarak algılanması ile bağlantılıdır. Bu sebeple, daha nitelikli, yaygın ve parasız bir eğitim için devletten HAK talep etmek bir çözüm olarak görülmemiştir. Tam aksine rekabette diğer çocuklara FARK atabilmek için paraya kıymak gerektiğinden hareketle herkes kendi derdine düşmüş, en çok dersi en iyi öğretmenden alma yarışına girmiştir. Böylece hem okullarda karşılaşacağı veli tepkisi ile eğitime bütçe ayırmak zorunda kalmaktan kurtulan, hem de küresel kapitalizmin verdiği reçeteyi uygulamak yolunda mesafe kaydeden sermaye hükümetlerinin eli rahatlamıştır.
Aynı dönemde yavaş yavaş gelişen başka bir olgu da özel dersin yerini almaya başlamıştır. Bu olgu, önce etüdler ardından da çok daha profesyonel özel okullardır. Çalışan halk kesimlerinin öğleden sonra çocukları ve onların eğitimleri ile ilgilenmeleri her zaman bir sorun olmuştu. Hem çocukların aileleri işteyken zaman geçirecekleri hem de rekabette geri kalmamak için ders almaya devam edebilecekleri mekanlara olan ihtiyaç sonucunda etüdler yerleşmiştir. Etüdlerin yerleşerek yaygın bir onay alması ile birlikte eğitim piyasası özel dersten etüde doğru kaymaya başlamıştır. İngilizceciden matematikçiye koşuşturaran, bunun için işinden sürekli izin almak zorunda kalan aileler artık sadece bir kez çocuklarını okullarından aramakta ve etüdlere bırakmaktaydılar. Etüd, hem her türlü dersi çocuklara veren paket bir hizmet sunmakta hem de ailelerin koşuşturmasına bir son vererek rahatlama yaratmaktaydı.
Şimdiki Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın eğitim bakanı olduğu dönemde teşvikler ve cesaretlendirmelerle açılmaya başlayan özel kolej ve ilkokullar ise çok daha cazip seçeneklerle ailelerin karşısına çıkmaya başladılar. Aileler zaten çocuklarının diğer çocukları geçmesi ve “büyük adam olması” için her türlü parasal fedakarlığı yapmaya hazırdılar. Devlet okullarının bütçesi az, eğitim araç gereçleri yetersiz, binaları döküntü idi. Üstelik halkın en örgütlü kesimi öğretmenler de sürekli grevler yapmakta “eğitimi kesintiye” uğratmaktaydılar. Bu durumda sendikasız uysal öğretmenlerin, güzel binalarda vereceği tam gün eğitim imkanı sunan özel okulların tercih edilmesi doğaldı. Böylece eğitim piyasası para durumu en müsait olanlar için özel okul, diğerleri için ise devlet okulu + etüd şeklindeki şimdiki haline  varmış oldu. Genel olarak ailelerin ve sermaye hükümetlerinin motivasyonu ile şekillenen bu durumda öğretmenlerin ve sendikalarının rolünü de kısaca incelemeye çalışalım.
Öğretmenler dediğimiz gibi halkımızın en örgütlü kesimidirler. Ancak örgütlülüğe ait kolektif bilinç ile örgütlü kişilerin motivasyonları her zaman paralel bir çizgi takip etmez. Bu sebeple öncelikle çarpık sendikal refleksleri sonra da teker teker öğretmenlerin durumunu irdeleyeceğiz. Özellikle 1970’li yıllarda CTP ve onun takipçisi olan sosyal ilerlemeci anlayış, sendikalar için ekonomik bir mücadele çizgisi tanımladı. Buna göre sendikalar üyelerinin ekonomik çıkarlarını maksimize etmenin araçlarıydılar ve bunun dışında hiçbir toplumsal, siyasal kaygı gütmemeliydiler. Yani ücret artışları temel olmak üzere, mesailer, çalışma saatleri ve giderek daha küçük çıkar ilişkileri (hangi okula atanıldığından kaç saat derse girildiğine kadar) çerçevesinde tanımlanmış dar bir sendikal kulvar oluşturuluyor, sendikaların rolü bununla sınırlandırılıyordu.
Ekonomik-demokratik, ideolojik ve siyasi mücadele olarak tanımlanan mücadele alanlarının tanımlanışı doğru olmakla birlikte; siyasi mücadele, ideolojik mücadele ve ekonomik-demokratik mücadele arasına duvarlar örülüp bir de ekonomik mücadeleden demokratik mücadele ayrıştırılınca, Sovyetik çizginin bütün hastalıkları sendikal hayatımıza dalıverdi. Artık “ekonomik mücadelenin araçları olan” sendikalar yalnızca siyasal mücadelenin araçları olan partilere yol açmak ve oy taşımak işlevine sahiptiler. Bu da ekonomik mücadelenin demokratik boyutu olarak tanımlandı. Her anlamı ile çarpık olan bu anlayış, bundan en az etkilenen bir geleneğin devamcısı olan KTÖS içerisinde bile çarpık biçimleri ile de olsa yer etti. KTÖS’de ortaya çıkan çarpıklık, sendikal araçlarla siyasal kavgalar vermek noktasına savrulan bir çarpıklıktı. İlginçtir ki, her iki yanlış kavrayış da demokrasi mücadelesini ağzından düşürmemekle birlikte bu konuda hiçbir somut adım atmadı ve üstelik ideolojik mücadeleyi de her zaman küçümsedi. Sonuçta bir tarafta ücret sendikacılığı yaparak üye toplayan ve üyelerini de siyasi partisine oy olarak taşıyan CTP sendikacılığı, diğer tarafta da ücret sendikacılığı yoluyla elde ettiği kitleler aracılığı ile sendikal alandan partileri yönlendirmeye çalışan KTÖS sendikacılığı şeklinde iki yanlış tavır yerleşti. İki akımın da boşta bıraktığı alanlar demokratik mücadele ve ideolojik mücadele idi. Bunun somuttaki karşılığı ise ücret için eylem yapmayı, yani küçük burjuva bencilliğini yaygınlaştıran bir atmosferdir.
Bu durumda devletten alacağı ücreti arttırırken eğitim piyasasından da pay koparmak öğretmenler açısından genel kabul gören bir davranış olmakta zorlanmadı. Zaten neo-liberal rüzgarlar ve ülkenin nesnel konumu da buna elverişliydi ve cebini doldurmak yaygın kabul görüyordu. Önce özel ders vermeye başlayan öğretmenler, sonra ikişerli üçerli gruplar halinde kendi etüdlerini açmaya başladılar. Emekli olduklarında da özel okullarda kolayca iş bularak çifte maaş çekebiliyorlardı. Böylece eğitim sistemimizdeki çarpık yapı tüm boyutları ile yerleşmiş oldu.
Günümüzdeki tam gün eğitim tartışmaları ise, bu çarpık yapının temellendirdiği bir ortamda yürütülmekte olduğundan, sapla saman tamamıyla birbirine karışmış durumdadır.
Tam gün eğitim, çocukların sabahtan akşama kadar okulda vakit geçirmelerinden ibaret bir olgu olarak görülemez. Tam gün eğitim, eğitimin süresi ve bu sürenin bazı kesimler için yaratacağı mali imkanlar çerçevesine sıkıştırılamaz. Toplumun ve dünyanın o güne kadarki bilgi birikiminin genç nesillere aktarılması amacını güden bir eğitim anlayışının; kaliteli, eşit ve bilimsel temellerde şekillenmesi için her türlü kamusal imkan seferber edilmelidir. Gerçekten tam gün eğitim isteyen bir hükümetin eğitime ayırdığı bütçenin, tam gün eğitim verilecek okullara yapacağı altyapı yatırımlarının çok daha yoğun olması gerekir. Tüm günlerini okulda geçirecek öğrenciler sadece yemek değil, oynamak, duş yapmak, sinema izlemek, tiyatro salonu sahibi olmak da isteyeceklerdir. Eğitimciler ise soru hazırlayıp, sınav sonuçlarına bakacakları; kendilerini geliştirip dinlenecekleri mekanlara ihtiyaç duyacaklardır. Ne verili sınıflar ne de öğretmen odaları bunu karşılamaya yeterli değildir. Velileri özel okullara özendiren hükümet, kendilerinin sağladığı hibe ve teşviklerle özel okullara yapılan yatırımların onda birini bile sunmadan pilot okulda tam gün eğitime başlama kararı alabilmektedir.
En başta dediğimiz gibi ülkede tam gün eğitime karşı olan kimse yoktur. Ancak her kesim bu kavramın altını farklı doldurmakta ve iş fiiliyata geldiği zaman çatışmalar yaşanmaktadır. Hükümet ve aileler bu ortamda tamamen uyum içerisinde ve sendika ile öğretmenler de hem kendi aralarında hem de hükümet-aile bloku karşısında bölünmüş görünmektedir. Ancak bu durum uzun vadede bu şekilde kalacak değildir. Hükümet en başından ve kendi öncülü olan diğer sermaye hükümetleri gibi neo-liberal felsefe gereğince ve sermaye kesimlerinin kar oranlarını arttırmak görevi nedeniyle tam gün uygulamasını bir tür özelleştirme şeklinde yerleştirme çabası içindedir. Hükümet açısından ne eğitimin tam gün olmasının ne de kalitesinin bir önemi yoktur (daha doğrusu bunlar ikincil konular olup daha çok göz boyamaya hizmet edecek olgulardır) önemli olan sermayenin devlet okullarına en uygun koşullarda girmesi ve özelleştirme sürecinin başlamasıdır. Aileler ise zaten para karşılığı aldıkları bir hizmeti, devletten ve daha ucuza almak arzusu içindedirler. Zengin kesimler açısından (özel okullar) bir rekabet unsuru olmayacak olan tam gün, etüdlerin ortadan kalkmasına neden olacak gibi görünüyor. Bu da orta sınıf ailelerde gelir açısından bir rahatlama beklentisi yaratıyor. Aileler temel olarak bu nedenle tam gün eğitimi destekliyorlar.
Öğretmenler için ise henüz bıçak kemiğe dayanmamıştır. Tüm okullar için yürürlükte olmayan bu tartışma ile, ayrıntılı olarak ilgilenmemekle beraber sendikalarının arkasındadırlar. Bıçağın kemiğe dayandığı pilot okulda ise öğretmenler sendikaya sırtlarını dönmüşlerdir. Bunun nedeni, ailelerin yarattığı baskıdan çok, etüdten kazanılan paradan daha kolay kazanılacak ayda yaklaşık 1000-1500 YTL’lik ek ders ücretleridir. Öğretmenler yıllardan beridir kendilerine öğretileni yapmakta kısa vadeli ekonomik çıkarlarını maksimize etmekteyken, şimdilik en uzağı gören ise sendikadır. Günün yarısının özelleşmesinin, günün tamamının özelleşmesine doğru bir adım olduğu gayet açıktır. Bu da sendikanın varlık koşullarını ortadan kaldırmaya kadar varacak ciddi gerilimlere gebe bir süreçtir. Ancak geçmişin yöntemleri ve hamasi grev nutuklarını kullanmayı deneyen sendika, gerçeği kendi öğretmenine bile anlatamamıştır.
Son tahlilde aileler, öğretmenler ve sendika mutlaka bir araya geleceklerdir. Sermayenin eğitime saldırısından en fazla etkilenecek olan ve ortak çıkarları temelinde buluşmak zorunda kalacak olanların, biraraya gelme sürecini hızlandırmak için ise eğitime daha bütünlüklü bakmaktan başka çareleri yoktur. Eğitimi temel bir hak, çocukları ve aileleri ise eğitimin öznesi olarak gören bir demokrasi anlayışını yerleştirmek gerekmektedir. Bunu laftan öte hayattaki somut karşılıkları ile örgütlemek gerekmektedir.
Tam gün eğitim tartışmaları, ücret tartışmasından çıktığı, eğitimin kalitesi ve niteliğine dair tartışmalara dönüştüğü oranda aileler ile sendikanın yolları kesişebilir. Bu elbette hem ailelerin hem de sendikanın eğitime olan bakışlarını karşılıklı etkileşim içerisinde yeniden şekillendirecekleri bir sürecin ürünü olacaktır. Söz konusu süreç geniş öğretmen kesimlerinin de parasal çıkarlardan daha yüce toplumsal çıkarların varlığından haberdar kılınmalarını sağlayamazsa kısa vadede başarısızlığa mahkumdur. Ancak başarısızlık yalnızca daha elverişli koşullarda mücadele etme fırsatının kaçırılması anlamındadır. Çünkü eğitimin alınır satılır bir meta değil, toplumsal bir hak olduğunu pratik bize her halükarda öğretecek ve bu mücadelenin öznesi ise eninde sonunda öğretmenler (onların örgütlü gücü sendikaları) ve aileler olacaktır.
Eğitim temel bir haktır. Toplumun hiçbir bireyi eşit, kaliteli bilimsel bir eğitim alma hakkından mahrum bırakılamaz. Eğitimde temel unsur para değil, toplumsal çıkarlardır. Ve bu uğurda aileler ve öğretmenler (sendika) sermaye karşısında çıkarları ortak kesimlerdir. Bu gerçeği ya biz şimdi kendimiz öğreneceğiz ya da pratik bize öğretecektir. Sürecin bundan sonraki gidişatını tayin edecek olan ise ülkemiz ve dünyadaki mücadelenin seyridir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder