Okulların
açılması ile birlikte eğitim konusu tüm sıcaklığıyla yeniden gündeme
yerleşiverdi. Özellikle de Şht. Ertuğrul İlkokulu’nda pilot okul uygulaması ile
“TAM GÜN EĞİTİM”e geçilmesi ciddi tartışmalara vesile oldu. Eğitim
sistemimizdeki tüm öznelere dair (aile, öğretmen, sendika, hükümet) tahlil
yapma olasılığı veren bu konu bizce irdelenmesi gereken bir nitelik
arzetmektedir.
Tam
gün eğitim yıllardan beridir tartışılan ancak derinlemesine bir çözümleme getirilemeyen
konulardan birisidir. Aslına bakılırsa ilkokul öğretmenlerinin örgütlü gücü KTÖS
de, aileler de, öğretmenlerin birçoğu da eğitimin tam güne yayılmasını desteklemektedirler.
Ancak Şht. Ertuğrul İlkokulu’nda yaşanan olaylar, her kesimin önceliklerinin
farklı olduğu gerçeğini bir kez daha gözler önüne sermiştir.
Öncelikle
altını çizerek belirtmek gerekir ki; ülkemizde eğitim olsun sağlık olsun ciddi
bir erozyona tabi tutulmuştur. Halkın en temel haklarından olan eğitim ve
sağlığın piyasalaştırılması, parasal ilişkiler içerisine çekilerek alınır
satılır birer hizmet olarak tanımlanmaları süreci ciddi mesafeler kaydetmiştir.
Neo-liberal saldırının bilinçlerde ciddi bir manipülasyon yaratarak elde etmiş
olduğu bu kazanımlar, insanlarımızın bilincinde eğitime ve sağlığa para vermeyi
“normal” hatta “şart” olarak algılayacakları bir duruma varmıştır. Elbette bu
durumun halk kesimleri ve emek güçleri leyhine dönüştürülmesi kolay bir iş
değildir ve dünyadaki mücadelenin seyrine de bağlıdır. Ancak en azından kazanılmış
mevzilerin savunulması sırasında hangi kesimin hangi temel motivasyonlardan
hareket ettiğinin tespiti de önemli bir meseledir.
Dünyada
eğitim düzeyi ve üniversite mezuniyeti oranı en yüksek iki halktan birisi
Filistin halkı diğeri de Kıbrıs Türk halkıdır. Uzun süreli savaşlar ve
göçlerden sonra geleceğin belirsizliği ile boğuşan bir halkın çocuklarına en
kalıcı miras olarak ve en garanti “sermaye” olarak bilgiyi bırakma çabası gayet
anlaşılır birşeydir. Bu çerçevede, 1974 öncesinden başlayarak ama 1974’den
sonra çok daha yoğun bir şekilde, eğitim olgusu Kıbrıs Türk halkının gündemine
girmiştir. Ancak bir halkın hemen hemen tüm bireylerinin eğitime yönelik ciddi
bir talep ortaya koyması ile ister istemez ciddi bir rekabet ortaya çıkar.
Özellikle de kapitalist ilişkilerin eğitime dahil edilmesinin bir sermaye
stratejisi olarak belirlendiği 1980’li yıllardan sonra bu durum doruğa
varmıştır. Bir yanda eğitimi bir piyasa nesnesi olarak yeniden kurgulamak
isteyen sermaye, diğer yandan daha donanımlı çocuklar yetiştirerek,
geleceklerini garanti altına altına alma mücadelesinde fark yaratmaya çalışan
bireyler. Bu durum daha ilk zamanlardan özel ders olgusunun yeşermesine müsait
bir ortam yaratmıştır. Vurgulamak gerekir ki ÖZEL DERS olgusunun kolayca
yerleşmesinde en temel faktörlerden birisi eğitimin halkımız tarafından bir HAK
olarak değil FARK aracı olarak algılanması ile bağlantılıdır. Bu sebeple, daha
nitelikli, yaygın ve parasız bir eğitim için devletten HAK talep etmek bir
çözüm olarak görülmemiştir. Tam aksine rekabette diğer çocuklara FARK atabilmek
için paraya kıymak gerektiğinden hareketle herkes kendi derdine düşmüş, en çok
dersi en iyi öğretmenden alma yarışına girmiştir. Böylece hem okullarda
karşılaşacağı veli tepkisi ile eğitime bütçe ayırmak zorunda kalmaktan
kurtulan, hem de küresel kapitalizmin verdiği reçeteyi uygulamak yolunda mesafe
kaydeden sermaye hükümetlerinin eli rahatlamıştır.
Aynı
dönemde yavaş yavaş gelişen başka bir olgu da özel dersin yerini almaya
başlamıştır. Bu olgu, önce etüdler ardından da çok daha profesyonel özel
okullardır. Çalışan halk kesimlerinin öğleden sonra çocukları ve onların
eğitimleri ile ilgilenmeleri her zaman bir sorun olmuştu. Hem çocukların
aileleri işteyken zaman geçirecekleri hem de rekabette geri kalmamak için ders
almaya devam edebilecekleri mekanlara olan ihtiyaç sonucunda etüdler yerleşmiştir.
Etüdlerin yerleşerek yaygın bir onay alması ile birlikte eğitim piyasası özel
dersten etüde doğru kaymaya başlamıştır. İngilizceciden matematikçiye
koşuşturaran, bunun için işinden sürekli izin almak zorunda kalan aileler artık
sadece bir kez çocuklarını okullarından aramakta ve etüdlere bırakmaktaydılar. Etüd,
hem her türlü dersi çocuklara veren paket bir hizmet sunmakta hem de ailelerin
koşuşturmasına bir son vererek rahatlama yaratmaktaydı.
Şimdiki
Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın eğitim bakanı olduğu dönemde teşvikler ve
cesaretlendirmelerle açılmaya başlayan özel kolej ve ilkokullar ise çok daha
cazip seçeneklerle ailelerin karşısına çıkmaya başladılar. Aileler zaten
çocuklarının diğer çocukları geçmesi ve “büyük adam olması” için her türlü
parasal fedakarlığı yapmaya hazırdılar. Devlet okullarının bütçesi az, eğitim
araç gereçleri yetersiz, binaları döküntü idi. Üstelik halkın en örgütlü kesimi
öğretmenler de sürekli grevler yapmakta “eğitimi kesintiye” uğratmaktaydılar.
Bu durumda sendikasız uysal öğretmenlerin, güzel binalarda vereceği tam gün
eğitim imkanı sunan özel okulların tercih edilmesi doğaldı. Böylece eğitim
piyasası para durumu en müsait olanlar için özel okul, diğerleri için ise
devlet okulu + etüd şeklindeki şimdiki haline
varmış oldu. Genel olarak ailelerin ve sermaye hükümetlerinin
motivasyonu ile şekillenen bu durumda öğretmenlerin ve sendikalarının rolünü de
kısaca incelemeye çalışalım.
Öğretmenler
dediğimiz gibi halkımızın en örgütlü kesimidirler. Ancak örgütlülüğe ait
kolektif bilinç ile örgütlü kişilerin motivasyonları her zaman paralel bir
çizgi takip etmez. Bu sebeple öncelikle çarpık sendikal refleksleri sonra da
teker teker öğretmenlerin durumunu irdeleyeceğiz. Özellikle 1970’li yıllarda
CTP ve onun takipçisi olan sosyal ilerlemeci anlayış, sendikalar için ekonomik
bir mücadele çizgisi tanımladı. Buna göre sendikalar üyelerinin ekonomik
çıkarlarını maksimize etmenin araçlarıydılar ve bunun dışında hiçbir toplumsal,
siyasal kaygı gütmemeliydiler. Yani ücret artışları temel olmak üzere,
mesailer, çalışma saatleri ve giderek daha küçük çıkar ilişkileri (hangi okula
atanıldığından kaç saat derse girildiğine kadar) çerçevesinde tanımlanmış dar
bir sendikal kulvar oluşturuluyor, sendikaların rolü bununla
sınırlandırılıyordu.
Ekonomik-demokratik,
ideolojik ve siyasi mücadele olarak tanımlanan mücadele alanlarının tanımlanışı
doğru olmakla birlikte; siyasi mücadele, ideolojik mücadele ve ekonomik-demokratik
mücadele arasına duvarlar örülüp bir de ekonomik mücadeleden demokratik
mücadele ayrıştırılınca, Sovyetik çizginin bütün hastalıkları sendikal
hayatımıza dalıverdi. Artık “ekonomik mücadelenin araçları olan” sendikalar
yalnızca siyasal mücadelenin araçları olan partilere yol açmak ve oy taşımak
işlevine sahiptiler. Bu da ekonomik mücadelenin demokratik boyutu olarak
tanımlandı. Her anlamı ile çarpık olan bu anlayış, bundan en az etkilenen bir
geleneğin devamcısı olan KTÖS içerisinde bile çarpık biçimleri ile de olsa yer
etti. KTÖS’de ortaya çıkan çarpıklık, sendikal araçlarla siyasal kavgalar
vermek noktasına savrulan bir çarpıklıktı. İlginçtir ki, her iki yanlış
kavrayış da demokrasi mücadelesini ağzından düşürmemekle birlikte bu konuda
hiçbir somut adım atmadı ve üstelik ideolojik mücadeleyi de her zaman
küçümsedi. Sonuçta bir tarafta ücret sendikacılığı yaparak üye toplayan ve
üyelerini de siyasi partisine oy olarak taşıyan CTP sendikacılığı, diğer
tarafta da ücret sendikacılığı yoluyla elde ettiği kitleler aracılığı ile
sendikal alandan partileri yönlendirmeye çalışan KTÖS sendikacılığı şeklinde
iki yanlış tavır yerleşti. İki akımın da boşta bıraktığı alanlar demokratik
mücadele ve ideolojik mücadele idi. Bunun somuttaki karşılığı ise ücret için
eylem yapmayı, yani küçük burjuva bencilliğini yaygınlaştıran bir atmosferdir.
Bu
durumda devletten alacağı ücreti arttırırken eğitim piyasasından da pay
koparmak öğretmenler açısından genel kabul gören bir davranış olmakta
zorlanmadı. Zaten neo-liberal rüzgarlar ve ülkenin nesnel konumu da buna elverişliydi
ve cebini doldurmak yaygın kabul görüyordu. Önce özel ders vermeye başlayan
öğretmenler, sonra ikişerli üçerli gruplar halinde kendi etüdlerini açmaya
başladılar. Emekli olduklarında da özel okullarda kolayca iş bularak çifte maaş
çekebiliyorlardı. Böylece eğitim sistemimizdeki çarpık yapı tüm boyutları ile yerleşmiş
oldu.
Günümüzdeki
tam gün eğitim tartışmaları ise, bu çarpık yapının temellendirdiği bir ortamda
yürütülmekte olduğundan, sapla saman tamamıyla birbirine karışmış durumdadır.
Tam
gün eğitim, çocukların sabahtan akşama kadar okulda vakit geçirmelerinden
ibaret bir olgu olarak görülemez. Tam gün eğitim, eğitimin süresi ve bu sürenin
bazı kesimler için yaratacağı mali imkanlar çerçevesine sıkıştırılamaz.
Toplumun ve dünyanın o güne kadarki bilgi birikiminin genç nesillere
aktarılması amacını güden bir eğitim anlayışının; kaliteli, eşit ve bilimsel
temellerde şekillenmesi için her türlü kamusal imkan seferber edilmelidir.
Gerçekten tam gün eğitim isteyen bir hükümetin eğitime ayırdığı bütçenin, tam
gün eğitim verilecek okullara yapacağı altyapı yatırımlarının çok daha yoğun
olması gerekir. Tüm günlerini okulda geçirecek öğrenciler sadece yemek değil,
oynamak, duş yapmak, sinema izlemek, tiyatro salonu sahibi olmak da
isteyeceklerdir. Eğitimciler ise soru hazırlayıp, sınav sonuçlarına
bakacakları; kendilerini geliştirip dinlenecekleri mekanlara ihtiyaç
duyacaklardır. Ne verili sınıflar ne de öğretmen odaları bunu karşılamaya
yeterli değildir. Velileri özel okullara özendiren hükümet, kendilerinin
sağladığı hibe ve teşviklerle özel okullara yapılan yatırımların onda birini
bile sunmadan pilot okulda tam gün eğitime başlama kararı alabilmektedir.
En
başta dediğimiz gibi ülkede tam gün eğitime karşı olan kimse yoktur. Ancak her
kesim bu kavramın altını farklı doldurmakta ve iş fiiliyata geldiği zaman
çatışmalar yaşanmaktadır. Hükümet ve aileler bu ortamda tamamen uyum içerisinde
ve sendika ile öğretmenler de hem kendi aralarında hem de hükümet-aile bloku
karşısında bölünmüş görünmektedir. Ancak bu durum uzun vadede bu şekilde
kalacak değildir. Hükümet en başından ve kendi öncülü olan diğer sermaye
hükümetleri gibi neo-liberal felsefe gereğince ve sermaye kesimlerinin kar
oranlarını arttırmak görevi nedeniyle tam gün uygulamasını bir tür özelleştirme
şeklinde yerleştirme çabası içindedir. Hükümet açısından ne eğitimin tam gün
olmasının ne de kalitesinin bir önemi yoktur (daha doğrusu bunlar ikincil
konular olup daha çok göz boyamaya hizmet edecek olgulardır) önemli olan
sermayenin devlet okullarına en uygun koşullarda girmesi ve özelleştirme
sürecinin başlamasıdır. Aileler ise zaten para karşılığı aldıkları bir hizmeti,
devletten ve daha ucuza almak arzusu içindedirler. Zengin kesimler açısından (özel
okullar) bir rekabet unsuru olmayacak olan tam gün, etüdlerin ortadan
kalkmasına neden olacak gibi görünüyor. Bu da orta sınıf ailelerde gelir
açısından bir rahatlama beklentisi yaratıyor. Aileler temel olarak bu nedenle
tam gün eğitimi destekliyorlar.
Öğretmenler
için ise henüz bıçak kemiğe dayanmamıştır. Tüm okullar için yürürlükte olmayan
bu tartışma ile, ayrıntılı olarak ilgilenmemekle beraber sendikalarının
arkasındadırlar. Bıçağın kemiğe dayandığı pilot okulda ise öğretmenler
sendikaya sırtlarını dönmüşlerdir. Bunun nedeni, ailelerin yarattığı baskıdan
çok, etüdten kazanılan paradan daha kolay kazanılacak ayda yaklaşık 1000-1500
YTL’lik ek ders ücretleridir. Öğretmenler yıllardan beridir kendilerine
öğretileni yapmakta kısa vadeli ekonomik çıkarlarını maksimize etmekteyken,
şimdilik en uzağı gören ise sendikadır. Günün yarısının özelleşmesinin, günün
tamamının özelleşmesine doğru bir adım olduğu gayet açıktır. Bu da sendikanın
varlık koşullarını ortadan kaldırmaya kadar varacak ciddi gerilimlere gebe bir
süreçtir. Ancak geçmişin yöntemleri ve hamasi grev nutuklarını kullanmayı
deneyen sendika, gerçeği kendi öğretmenine bile anlatamamıştır.
Son
tahlilde aileler, öğretmenler ve sendika mutlaka bir araya geleceklerdir.
Sermayenin eğitime saldırısından en fazla etkilenecek olan ve ortak çıkarları
temelinde buluşmak zorunda kalacak olanların, biraraya gelme sürecini
hızlandırmak için ise eğitime daha bütünlüklü bakmaktan başka çareleri yoktur.
Eğitimi temel bir hak, çocukları ve aileleri ise eğitimin öznesi olarak gören
bir demokrasi anlayışını yerleştirmek gerekmektedir. Bunu laftan öte hayattaki
somut karşılıkları ile örgütlemek gerekmektedir.
Tam
gün eğitim tartışmaları, ücret tartışmasından çıktığı, eğitimin kalitesi ve
niteliğine dair tartışmalara dönüştüğü oranda aileler ile sendikanın yolları
kesişebilir. Bu elbette hem ailelerin hem de sendikanın eğitime olan
bakışlarını karşılıklı etkileşim içerisinde yeniden şekillendirecekleri bir
sürecin ürünü olacaktır. Söz konusu süreç geniş öğretmen kesimlerinin de
parasal çıkarlardan daha yüce toplumsal çıkarların varlığından haberdar
kılınmalarını sağlayamazsa kısa vadede başarısızlığa mahkumdur. Ancak
başarısızlık yalnızca daha elverişli koşullarda mücadele etme fırsatının
kaçırılması anlamındadır. Çünkü eğitimin alınır satılır bir meta değil,
toplumsal bir hak olduğunu pratik bize her halükarda öğretecek ve bu
mücadelenin öznesi ise eninde sonunda öğretmenler (onların örgütlü gücü
sendikaları) ve aileler olacaktır.
Eğitim
temel bir haktır. Toplumun hiçbir bireyi eşit, kaliteli bilimsel bir eğitim
alma hakkından mahrum bırakılamaz. Eğitimde temel unsur para değil, toplumsal
çıkarlardır. Ve bu uğurda aileler ve öğretmenler (sendika) sermaye karşısında
çıkarları ortak kesimlerdir. Bu gerçeği ya biz şimdi kendimiz öğreneceğiz ya da
pratik bize öğretecektir. Sürecin bundan sonraki gidişatını tayin edecek olan
ise ülkemiz ve dünyadaki mücadelenin seyridir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder