“Ada
etkili bir şekilde bölünmüştür.
Bundan sonra yapılacak olan,
ufak tefek kozmetik değişikliklerdir.
Şimdi Amerikan U-2 uçakları İngiliz
Üsleri’nden kalkmaya
ve Ortadoğu üzerinde uçmaya devam
ediyor.
Olası bir komünist iktidar önlenmiştir
çünkü adadaki solcu sayısı kadar NATO
askeri yerleştirilmiştir.”
Christopher Hickens, New Statesmen, 5
Eylül 1975
Kıbrıs’ın güney yarısında, Kıbrıslı Elenler’in yoğun olarak
katıldıkları bir seçim sürecinden sonra AKEL Genel Sekreteri Dimitris
Hristofyas, Kıbrıs Cumhuriyeti başkanlığına seçildi. Bu seçimin sonuçları,
Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs’ta (her iki yarısında da) çözüm doğrultusunda
ciddi beklentilerin oluşmasına neden oldu. Acaba çözüm-barış yanlısı güçlerin
beklentileri gerçek olacak mı? Kıbrıs’ta bir çözüm kapıda mı?
Birçok anlamda ilklerin yaşandığı Kıbrıs Cumhuriyeti
seçimlerinde en önemli süpriz 82 yıldan beridir ilk kez başkanlığa aday
gösteren AKEL’in ipi göğüslemesi oldu. Seçimin hiç de önemsiz sayılamayacak
ikinci süprizi ise 2003 yılında gerçekleşen Annan Planı referandumunda “hayır”
cephesinin liderliğini yapan eski başkan Papadobullos’un ikinci tura
kalamayarak daha en baştan yarış dışına itilmesi idi. Böylece seçimlerin ikinci
turu eski EOKA-B militanlarının da üye olduğu, Annan Planı’na da tek “evet”
diyen parti olan DİSİ ile AKEL arasında geçti. İkinci turdan hemen önce Kilise
ve EOKA savaşçıları derneği DİSİ’ye destek vereceklerini duyurmuşlardı. Bu
arada daha seçimin ilk turunda neredeyse tüm küçük sol gruplar Hristofyas’ı
destekliyorlardı. İkinci tur aşamasına gelindiğinde ise DİKO ve EDEK,
Hristofyas’ı destekleyeceklerini açıkladılar. DİKO ve EDEK temelde Kıbrıslı
Elenlerin tarihi lideri Makarios’un politikalarını takip eden iki partidir.
DİKO sağ-Makarios’çu, EDEK ise sol-Makarios’çu diye nitelenebilir. Makarios
özellikle son dönemlerinde bağımsız bir Kıbrıs Cumhuriyeti’ni savunan,
Bağlantısızlar Hareketi ile yakın ilişkiyi önemseyen ve NATO-ENOSİS gibi
milliyetçi alternatifleri reddeden bir hat izlemekle beraber, Kıbrıslı Türkleri
göz ardı eden şöven bir politikaya sahipti. Revizyonist AKEL, NATO içi “çözüm”
alternatiflerinin önünü tıkayan Makarios’u sağ olduğu sürece tüm seçimlerde
stratejik olarak desteklerken, ilk ciddi kararını Makarios’un ölmesi ile
birlikte vermek durumunda kaldı. Makarios öldükten sonra, özellikle
Ortadoğu’daki stratejik dengeler ve tabii Kıbrıs Sorunu nedeniyle “komünist”
bir iktidara uygun koşulların bulunmadığı tespiti ile, seçimlerde aday
göstermeme kararı alan AKEL için, hangi siyasal güçlerin destekleneceği ciddi
bir mesele idi. AKEL için DİSİ tarihi bir düşmandır. Kıbrıslı Elenler arasında
en Amerikancı güçleri temsil eden DİSİ, daha kuruluşunda EOKA-B militanlarına
kucak açmış, bu paramiliter sivil faişistleri üye yazmıştır. Sampsonun oğlu
halen DİSİ milletvekilidir. AKEL için DİSİ’yi desteklemek bir yana, DİSİ
adaylarının seçilmemesi de temel bir mesele olarak halen gündemdedir. Bu
durumda olası tek alternatifler olan DİKO ve EDEK ile seçim ittifakları kuran
AKEL, bugüne kadar bu stratejiyi devam ettirdi. Ancak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin iç
ve dış politikasında yaşanan gelişmeler AKEL için bir tarihi karar alarak ilk
kez seçimlere katılmak noktasında zorlayıcı olunca, ilklerle dolu bir seçim
süreci de yaşanmış oldu.
Şimdi kuzeyde Talat/CTP, güneyde Hristofyas/AKEL hükümetleri
kurulmuşken, Kıbrıs tarihi bir çözümün ön gününde midir? Bu soru Kıbrıs’ın her
yanında kitlelerin temel sorusu konumundadır. Aynı şekilde Türkiye ve
Yunanistan’da bulunan devrimci güçler de bu sorunun yanıtını merak
etmektedirler. İlk kez hem kuzeyde hem güneyde “barışçı” partiler görev
başındadır. Bu da bir çözüm umudunun hiçbir zaman olmadığı kadar gündemde
olmasına neden olmaktadır.
Güncel durumu daha iyi kavrayabilmek için, Kıbrıs’ın
bulanıklaştırılmış tarihine kısaca bir göz atmak gerekiyor:
Kıbrıs sorunu ada halklarının emperyalist tahakkümden
kurtulma mücadelesinden ayrı düşünülemez. Kıbrıs’ın İngiliz sömürgesi olduğu
dönemlerde yükselen bir komünist tehdit yanında, olası bir bağımsızlık
mücadelesinin önlenebilmesi için, ABD Kıbrıs’ın yeni-sömürgeleştirilmesi
planını ortaya koymuştur. Özellikle 1950’lerin ikinci yarısı ABD
yeni-sömürgecilik politikaları ile İngiliz klasik-sömürgecilik politikalarının
çekişmesi şeklinde yaşandı. Bu çekişme sırasında İngiltere-Türkiye-TMT,
ABD-Yunanistan-EOKA blokları karşı karşıya geldi. Türkiye ve Yunanistan’ın
soruna dahil edilmesi, TMT ve EOKA’nın kurdurulması, o güne kadar sorunsuz
yaşayan ada halklarının birbirine düşman kılınması hep emperyalist hegomonya
kavgası ile bağlantılı olgulardır. 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması ise
ABD yeni-sömürgeciliğinin zaferidir. İngiltere bu tarihten itibaren ABD
hegomonyasını kabul ederek geri adım atmıştır. Ancak gerek Yunanistan ve TC
arasında oluşmuş bulunan husumet, gerekse de ada içerisindeki faşist
yapılanmaların (TMT-EOKA) tatminsizliği sonucunda Kıbrıs Cumhuriyeti uzun
ömürlü olmadı. 1964 yılından itibaren Kıbrıs, emperyalist güçler için tam bir
baş ağrısı durumuna geldi. Sürekli büyüyen bir “komünist parti” (AKEL),
Bağlantısız ülkeler (dolayısı ile SSCB) ile iyi ilişkilere sahip bir başkan
(Makarios), en stratejik müttefikler TC ve Yunanistan’ın sürekli birbiri ile
didişerek NATO içi bir çatlak oluşmasına sebep olan KIBRIS SORUNU, ABD açısından
gerçek bir sorundu. ABD bu sorunu çeşitli girişimlerle yasal olarak çözmek ve
emperyalist sistem içindeki bir karın ağrısını gidermek için on yıldan fazla
uğraştı. Ancak Kıbrıs çok faktörlü bir denklem olduğundan tüm faktörleri uygun
hizaya getirmek mümkün olmadı. Kıbrıslı Türkler, Kıbrıslı Elenler (özellikle
Makarios), Türkiye, Yunanistan ve SSCB’nin tatmin olacağı yasal bir ABD çözümü
hayat bulamadı. Bunun üzerine YASAL çözümden umudu kesen ABD, uluslararası
hukuk kurallarının dışında, FİİLİ bir çözüm yaratmak üzere soruna müdahale
etti. Yunanistan (EOKA-B) ve TC (Türk Ordusu) koordinesinde bir oldu bitti ile
önce 15 Temmuz darbesi, bunun başarısız olması ile de 20 Temmuz müdahalesi NATO
içi sorunu kesin olarak çözdü. Ancak ada halkları yanında uluslararası hukuk
tarafından da onaylanmayan bu çözüm, daha önce de belirttiğimiz gibi, yasal
değil fiili bir çözümdü. Kıbrıs ikiye bölünerek kuzeyde TC ordusu denetiminde,
güneyde ise son tahlilde Yunanistan kontrolünde iki yönetim yaratılmıştı. Yasadışı
bu durumun yasal hale getirilmesi için ise girişimler o tarihten beridir devam
etmektedir.
Burada bazı noktaların altını çizmek gerekiyor. Kıbrıs’ın
bölünmüşlüğü bir olgudur. Bu olgu, emperyalistler arası hegomonya kavgasından
başlayarak, emperyalistlerin uzantılarının çıkar çatışmalarına kadar iç içe
geçmiş birçok nedenle bağlantılı karmaşık bir süreç sonucunda oluşmuştur. Ancak
en az Kıbrıs’ın bölünmüşlüğü kadar temel bir sorun da ada halklarının
bölünmüşlüğüdür. Ada halklarının 1950’li yıllara kadar ciddi hiçbir sorunla
yüzleşmeden yaşadıkları süreç, bu tarihten itibaren kesintiye uğramış, üstelik
yaşananlar sonucunda ciddi bir şövenist altyapı oluşmuştur. Şimdi Kıbrıs’ın
yeniden birleştirilmesi için yürütülecek herhangi bir politik mücadele, ada
halkların yeniden kardeşleştirilmesi mücadelesini gündemine almadan başarıya
ulaşamaz. Öte yandan Kıbrıs’ta emperyalistler açısından acilen çözülmesi
gereken bir sorun yoktur. Emperyalist güçler kendi sorunlarını 1974 yılında
kategorik olarak çözmüşlerdir. Emperyalist güçlerin Kıbrıs’taki tek sorunu,
fiili durumu yasal hale getirme sorundur. 1980’li yıllardan itibaren yoğun
olarak gündeme gelen tüm “çözüm” girişimleri de bu amaca hizmet etmektedir.
Ancak, dünya emperyalist sistemi içerisindeki hegomonyası giderek zayıflamakta
olan ABD, olası bir hegomonya devri sürecini ertelemeye çalışan mali-askeri
stratejisi çerçevesinde, Kıbrıs üzerinden rakiplerinin bir adım önüne geçmek
doğrultusunda stratejik bazı çıkarlara sahiptir. Henüz can yakan, acil bir
durum olarak gündeme gelmese de, Kıbrıs’ta emperyalist güçlerin genel
“yasallaştırma” çıkarının yanında, olası herhangi bir “yasallaştırma”yı
şekillendirmek üzere ABD’nin özel bazı beklentilerinin mevcut olduğunu da göz
ardı edemeyiz.
2003 yılında yaşanan Annan Planı Referandumları “çözüm” için
ciddi bir beklenti yaratmıştı. Türkiye’nin desteklediği Annan Planı, Kıbrıs’ın
kuzeyinde kurulan sağlam hegomonyanın da etkisi ile onaylanmıştı. O tarihten
beridir de, ABD-AKP-CTP bloğu “çözüm” için Annan Planı’na dayalı bir mutabakata
varmış gibi görünüyor. Öte yandan Yunanistan ve AB de Annan Planı’na onay
vermişlerdi. Ancak Yunanistan’ın güney Kıbrıs’taki hegomonyası, Türkiye’nin
kuzey Kıbrıs’taki hegomonyası gibi mutlak olmadığından, Makarios’çu güçler
önderliğindeki “hayır” cephesi Annan Planı’nı durdurabildi. Hayır cephesinin
sözcüsü Papadobullos, o tarihten beridiri ABD’nin hedefi konumunda bulunuyordu.
Kuzey’de Denktaş’ın altedilmesine benzer bir sürecin sonunda Papadobullos
iktidardan uzaklaştırıldı ve koltuğuna eski revizyonist, yeni neo-liberal
AKEL’in adayı Dimitris Hristofyas oturdu. Seçimlerden hemen önce Amerikancı CTP
çevreleri, seçimden sonra gündeme gelecek bir BM girişiminin heyecanını
yaşamaya başlamışlardı. Mutlak ABD’ci, Annan Planı’na “evet” diyen DİSİ ve
AB’ye daha yakın ancak emperyalistlerle uyum içinde çalışacağı şüphesiz AKEL
arasındaki seçimlerde, AKEL’in kazanması ile dönüşüm tamamlanmış oldu.
Kıbrıs denklemi bugün hiç olmadığı kadar sağlam kurulmuş
gibi görünüyor. TC, Yunanistan, kuzey ve güney Kıbrıs’taki hükümetler, ABD
talimatlarını takip edecek bir politik muhteva taşıyorlar. Bu durumda gündeme
gelmesi kaçınılmaz olan yeni bir “barış” girişimi nasıl sonuçlanacaktır?
Kıbrıs sorununun yıllarca, ABD patentli çeşitli BM
girişimlerine rağmen çözülememiş olması, yine çözülemeyeceğine dair mutlak bir
güven yaratmamalıdır. Önceki girişimlerde politik güçlerin dizilişi bambaşka
bir muhteva taşıyordu. Oysa şimdi tüm olgular ABD’nin arzuladığı şekilde
düzenlenmiş gibi görünüyor. Bu durumda yaşanması olası tren kazalarına da
kapıyı açık bırakarak söylemek gerekiyor ki, yeni bir “çözüm planı”nın başarılı
olma olasılığı vardır. Annan Planı’nın son versiyonu üzerinden şekilendirilecek
bir BM planı, kuzeyden ve güneyden olumlu bir karşılık bulabilir. Kıbrıs
sorunu, emperyalist güçlerin çıkarları doğrultusunda “çözümlenerek”, verili
durum yasal bir nitelik kazanabilir.
Böyle bir durumun ortaya çıkması, yani “Kıbrıs Sorununun
çözümlenmesi”, aslında sorunun çözümlendiği anlamına gelmeyecektir. Çünkü en
baştan da söylendiği gibi, “Kıbrıs sorunu, Kıbrıs halklarının emperyalist
güçlerden ve emperyalizmin içteki ve dıştaki işbirlikçilerinden bağımsızlığını
kazanması sorunudur.” Kıbrıs sorununun halklar açısından çözümü bağımsızlıktan
ve halkaların kardeşliğinden geçer. Oysa olası bir emperyalist çözüm planı
fiili durumun yasal hale getirilmesinden öte hiçbir değişikliğe neden
olmayacaktır.
Bu sebeple, devrimci güçler açısından, olası bir emperyalist
çözüm girişimini merkeze alan bir politik hat takip edilemez. Verili durumun
süregitmesi veya yasal hale gelmesi, bizim mücadelemiz açısından niteliksel
olarak hiçbir değişiklik yaratmaz. Elbette her iki durumda da (“çözüm”-“çözümsüzlük”)
ortaya çıkacak tehdit ve avantajlar vardır. Ancak iki durum da
değerlendirildiğinde devrimci güçlerin örmesi gereken fiili mücadele hattı, bağımsızlık
ve halkların kardeşliği mücadelesi aynıdır. Bu mücadele açısından herhangi
bir durumun mutlak olumluluk veya mutlak olumsuzluk içermesi söz konsusu
değildir. O halde, gücümüzü emperyalist planların ortaya çıkaracağı kozmetik
değişikliklere yandaş veya karşı olmaya
değil; bağımsız ve halkları kardeş bir vatan yaratmak üzere mücadeleye kanalize
etmeliyiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder