7 Mart 2008 Cuma

Kıbrıs’ta Çözüm Kapıda Mı?



 “Ada etkili bir şekilde bölünmüştür.
Bundan sonra yapılacak olan,
ufak tefek kozmetik değişikliklerdir.
Şimdi Amerikan U-2 uçakları İngiliz Üsleri’nden kalkmaya
ve Ortadoğu üzerinde uçmaya devam ediyor.
Olası bir komünist iktidar önlenmiştir
çünkü adadaki solcu sayısı kadar NATO askeri yerleştirilmiştir.”
Christopher Hickens, New Statesmen, 5 Eylül 1975

Kıbrıs’ın güney yarısında, Kıbrıslı Elenler’in yoğun olarak katıldıkları bir seçim sürecinden sonra AKEL Genel Sekreteri Dimitris Hristofyas, Kıbrıs Cumhuriyeti başkanlığına seçildi. Bu seçimin sonuçları, Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs’ta (her iki yarısında da) çözüm doğrultusunda ciddi beklentilerin oluşmasına neden oldu. Acaba çözüm-barış yanlısı güçlerin beklentileri gerçek olacak mı? Kıbrıs’ta bir çözüm kapıda mı?
Birçok anlamda ilklerin yaşandığı Kıbrıs Cumhuriyeti seçimlerinde en önemli süpriz 82 yıldan beridir ilk kez başkanlığa aday gösteren AKEL’in ipi göğüslemesi oldu. Seçimin hiç de önemsiz sayılamayacak ikinci süprizi ise 2003 yılında gerçekleşen Annan Planı referandumunda “hayır” cephesinin liderliğini yapan eski başkan Papadobullos’un ikinci tura kalamayarak daha en baştan yarış dışına itilmesi idi. Böylece seçimlerin ikinci turu eski EOKA-B militanlarının da üye olduğu, Annan Planı’na da tek “evet” diyen parti olan DİSİ ile AKEL arasında geçti. İkinci turdan hemen önce Kilise ve EOKA savaşçıları derneği DİSİ’ye destek vereceklerini duyurmuşlardı. Bu arada daha seçimin ilk turunda neredeyse tüm küçük sol gruplar Hristofyas’ı destekliyorlardı. İkinci tur aşamasına gelindiğinde ise DİKO ve EDEK, Hristofyas’ı destekleyeceklerini açıkladılar. DİKO ve EDEK temelde Kıbrıslı Elenlerin tarihi lideri Makarios’un politikalarını takip eden iki partidir. DİKO sağ-Makarios’çu, EDEK ise sol-Makarios’çu diye nitelenebilir. Makarios özellikle son dönemlerinde bağımsız bir Kıbrıs Cumhuriyeti’ni savunan, Bağlantısızlar Hareketi ile yakın ilişkiyi önemseyen ve NATO-ENOSİS gibi milliyetçi alternatifleri reddeden bir hat izlemekle beraber, Kıbrıslı Türkleri göz ardı eden şöven bir politikaya sahipti. Revizyonist AKEL, NATO içi “çözüm” alternatiflerinin önünü tıkayan Makarios’u sağ olduğu sürece tüm seçimlerde stratejik olarak desteklerken, ilk ciddi kararını Makarios’un ölmesi ile birlikte vermek durumunda kaldı. Makarios öldükten sonra, özellikle Ortadoğu’daki stratejik dengeler ve tabii Kıbrıs Sorunu nedeniyle “komünist” bir iktidara uygun koşulların bulunmadığı tespiti ile, seçimlerde aday göstermeme kararı alan AKEL için, hangi siyasal güçlerin destekleneceği ciddi bir mesele idi. AKEL için DİSİ tarihi bir düşmandır. Kıbrıslı Elenler arasında en Amerikancı güçleri temsil eden DİSİ, daha kuruluşunda EOKA-B militanlarına kucak açmış, bu paramiliter sivil faişistleri üye yazmıştır. Sampsonun oğlu halen DİSİ milletvekilidir. AKEL için DİSİ’yi desteklemek bir yana, DİSİ adaylarının seçilmemesi de temel bir mesele olarak halen gündemdedir. Bu durumda olası tek alternatifler olan DİKO ve EDEK ile seçim ittifakları kuran AKEL, bugüne kadar bu stratejiyi devam ettirdi. Ancak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin iç ve dış politikasında yaşanan gelişmeler AKEL için bir tarihi karar alarak ilk kez seçimlere katılmak noktasında zorlayıcı olunca, ilklerle dolu bir seçim süreci de yaşanmış oldu.
Şimdi kuzeyde Talat/CTP, güneyde Hristofyas/AKEL hükümetleri kurulmuşken, Kıbrıs tarihi bir çözümün ön gününde midir? Bu soru Kıbrıs’ın her yanında kitlelerin temel sorusu konumundadır. Aynı şekilde Türkiye ve Yunanistan’da bulunan devrimci güçler de bu sorunun yanıtını merak etmektedirler. İlk kez hem kuzeyde hem güneyde “barışçı” partiler görev başındadır. Bu da bir çözüm umudunun hiçbir zaman olmadığı kadar gündemde olmasına neden olmaktadır.
Güncel durumu daha iyi kavrayabilmek için, Kıbrıs’ın bulanıklaştırılmış tarihine kısaca bir göz atmak gerekiyor:
Kıbrıs sorunu ada halklarının emperyalist tahakkümden kurtulma mücadelesinden ayrı düşünülemez. Kıbrıs’ın İngiliz sömürgesi olduğu dönemlerde yükselen bir komünist tehdit yanında, olası bir bağımsızlık mücadelesinin önlenebilmesi için, ABD Kıbrıs’ın yeni-sömürgeleştirilmesi planını ortaya koymuştur. Özellikle 1950’lerin ikinci yarısı ABD yeni-sömürgecilik politikaları ile İngiliz klasik-sömürgecilik politikalarının çekişmesi şeklinde yaşandı. Bu çekişme sırasında İngiltere-Türkiye-TMT, ABD-Yunanistan-EOKA blokları karşı karşıya geldi. Türkiye ve Yunanistan’ın soruna dahil edilmesi, TMT ve EOKA’nın kurdurulması, o güne kadar sorunsuz yaşayan ada halklarının birbirine düşman kılınması hep emperyalist hegomonya kavgası ile bağlantılı olgulardır. 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması ise ABD yeni-sömürgeciliğinin zaferidir. İngiltere bu tarihten itibaren ABD hegomonyasını kabul ederek geri adım atmıştır. Ancak gerek Yunanistan ve TC arasında oluşmuş bulunan husumet, gerekse de ada içerisindeki faşist yapılanmaların (TMT-EOKA) tatminsizliği sonucunda Kıbrıs Cumhuriyeti uzun ömürlü olmadı. 1964 yılından itibaren Kıbrıs, emperyalist güçler için tam bir baş ağrısı durumuna geldi. Sürekli büyüyen bir “komünist parti” (AKEL), Bağlantısız ülkeler (dolayısı ile SSCB) ile iyi ilişkilere sahip bir başkan (Makarios), en stratejik müttefikler TC ve Yunanistan’ın sürekli birbiri ile didişerek NATO içi bir çatlak oluşmasına sebep olan KIBRIS SORUNU, ABD açısından gerçek bir sorundu. ABD bu sorunu çeşitli girişimlerle yasal olarak çözmek ve emperyalist sistem içindeki bir karın ağrısını gidermek için on yıldan fazla uğraştı. Ancak Kıbrıs çok faktörlü bir denklem olduğundan tüm faktörleri uygun hizaya getirmek mümkün olmadı. Kıbrıslı Türkler, Kıbrıslı Elenler (özellikle Makarios), Türkiye, Yunanistan ve SSCB’nin tatmin olacağı yasal bir ABD çözümü hayat bulamadı. Bunun üzerine YASAL çözümden umudu kesen ABD, uluslararası hukuk kurallarının dışında, FİİLİ bir çözüm yaratmak üzere soruna müdahale etti. Yunanistan (EOKA-B) ve TC (Türk Ordusu) koordinesinde bir oldu bitti ile önce 15 Temmuz darbesi, bunun başarısız olması ile de 20 Temmuz müdahalesi NATO içi sorunu kesin olarak çözdü. Ancak ada halkları yanında uluslararası hukuk tarafından da onaylanmayan bu çözüm, daha önce de belirttiğimiz gibi, yasal değil fiili bir çözümdü. Kıbrıs ikiye bölünerek kuzeyde TC ordusu denetiminde, güneyde ise son tahlilde Yunanistan kontrolünde iki yönetim yaratılmıştı. Yasadışı bu durumun yasal hale getirilmesi için ise girişimler o tarihten beridir devam etmektedir.
Burada bazı noktaların altını çizmek gerekiyor. Kıbrıs’ın bölünmüşlüğü bir olgudur. Bu olgu, emperyalistler arası hegomonya kavgasından başlayarak, emperyalistlerin uzantılarının çıkar çatışmalarına kadar iç içe geçmiş birçok nedenle bağlantılı karmaşık bir süreç sonucunda oluşmuştur. Ancak en az Kıbrıs’ın bölünmüşlüğü kadar temel bir sorun da ada halklarının bölünmüşlüğüdür. Ada halklarının 1950’li yıllara kadar ciddi hiçbir sorunla yüzleşmeden yaşadıkları süreç, bu tarihten itibaren kesintiye uğramış, üstelik yaşananlar sonucunda ciddi bir şövenist altyapı oluşmuştur. Şimdi Kıbrıs’ın yeniden birleştirilmesi için yürütülecek herhangi bir politik mücadele, ada halkların yeniden kardeşleştirilmesi mücadelesini gündemine almadan başarıya ulaşamaz. Öte yandan Kıbrıs’ta emperyalistler açısından acilen çözülmesi gereken bir sorun yoktur. Emperyalist güçler kendi sorunlarını 1974 yılında kategorik olarak çözmüşlerdir. Emperyalist güçlerin Kıbrıs’taki tek sorunu, fiili durumu yasal hale getirme sorundur. 1980’li yıllardan itibaren yoğun olarak gündeme gelen tüm “çözüm” girişimleri de bu amaca hizmet etmektedir. Ancak, dünya emperyalist sistemi içerisindeki hegomonyası giderek zayıflamakta olan ABD, olası bir hegomonya devri sürecini ertelemeye çalışan mali-askeri stratejisi çerçevesinde, Kıbrıs üzerinden rakiplerinin bir adım önüne geçmek doğrultusunda stratejik bazı çıkarlara sahiptir. Henüz can yakan, acil bir durum olarak gündeme gelmese de, Kıbrıs’ta emperyalist güçlerin genel “yasallaştırma” çıkarının yanında, olası herhangi bir “yasallaştırma”yı şekillendirmek üzere ABD’nin özel bazı beklentilerinin mevcut olduğunu da göz ardı edemeyiz.
2003 yılında yaşanan Annan Planı Referandumları “çözüm” için ciddi bir beklenti yaratmıştı. Türkiye’nin desteklediği Annan Planı, Kıbrıs’ın kuzeyinde kurulan sağlam hegomonyanın da etkisi ile onaylanmıştı. O tarihten beridir de, ABD-AKP-CTP bloğu “çözüm” için Annan Planı’na dayalı bir mutabakata varmış gibi görünüyor. Öte yandan Yunanistan ve AB de Annan Planı’na onay vermişlerdi. Ancak Yunanistan’ın güney Kıbrıs’taki hegomonyası, Türkiye’nin kuzey Kıbrıs’taki hegomonyası gibi mutlak olmadığından, Makarios’çu güçler önderliğindeki “hayır” cephesi Annan Planı’nı durdurabildi. Hayır cephesinin sözcüsü Papadobullos, o tarihten beridiri ABD’nin hedefi konumunda bulunuyordu. Kuzey’de Denktaş’ın altedilmesine benzer bir sürecin sonunda Papadobullos iktidardan uzaklaştırıldı ve koltuğuna eski revizyonist, yeni neo-liberal AKEL’in adayı Dimitris Hristofyas oturdu. Seçimlerden hemen önce Amerikancı CTP çevreleri, seçimden sonra gündeme gelecek bir BM girişiminin heyecanını yaşamaya başlamışlardı. Mutlak ABD’ci, Annan Planı’na “evet” diyen DİSİ ve AB’ye daha yakın ancak emperyalistlerle uyum içinde çalışacağı şüphesiz AKEL arasındaki seçimlerde, AKEL’in kazanması ile dönüşüm tamamlanmış oldu.
Kıbrıs denklemi bugün hiç olmadığı kadar sağlam kurulmuş gibi görünüyor. TC, Yunanistan, kuzey ve güney Kıbrıs’taki hükümetler, ABD talimatlarını takip edecek bir politik muhteva taşıyorlar. Bu durumda gündeme gelmesi kaçınılmaz olan yeni bir “barış” girişimi nasıl sonuçlanacaktır?
Kıbrıs sorununun yıllarca, ABD patentli çeşitli BM girişimlerine rağmen çözülememiş olması, yine çözülemeyeceğine dair mutlak bir güven yaratmamalıdır. Önceki girişimlerde politik güçlerin dizilişi bambaşka bir muhteva taşıyordu. Oysa şimdi tüm olgular ABD’nin arzuladığı şekilde düzenlenmiş gibi görünüyor. Bu durumda yaşanması olası tren kazalarına da kapıyı açık bırakarak söylemek gerekiyor ki, yeni bir “çözüm planı”nın başarılı olma olasılığı vardır. Annan Planı’nın son versiyonu üzerinden şekilendirilecek bir BM planı, kuzeyden ve güneyden olumlu bir karşılık bulabilir. Kıbrıs sorunu, emperyalist güçlerin çıkarları doğrultusunda “çözümlenerek”, verili durum yasal bir nitelik kazanabilir.
Böyle bir durumun ortaya çıkması, yani “Kıbrıs Sorununun çözümlenmesi”, aslında sorunun çözümlendiği anlamına gelmeyecektir. Çünkü en baştan da söylendiği gibi, “Kıbrıs sorunu, Kıbrıs halklarının emperyalist güçlerden ve emperyalizmin içteki ve dıştaki işbirlikçilerinden bağımsızlığını kazanması sorunudur.” Kıbrıs sorununun halklar açısından çözümü bağımsızlıktan ve halkaların kardeşliğinden geçer. Oysa olası bir emperyalist çözüm planı fiili durumun yasal hale getirilmesinden öte hiçbir değişikliğe neden olmayacaktır.
Bu sebeple, devrimci güçler açısından, olası bir emperyalist çözüm girişimini merkeze alan bir politik hat takip edilemez. Verili durumun süregitmesi veya yasal hale gelmesi, bizim mücadelemiz açısından niteliksel olarak hiçbir değişiklik yaratmaz. Elbette her iki durumda da (“çözüm”-“çözümsüzlük”) ortaya çıkacak tehdit ve avantajlar vardır. Ancak iki durum da değerlendirildiğinde devrimci güçlerin örmesi gereken fiili mücadele hattı, bağımsızlık ve halkların kardeşliği mücadelesi aynıdır. Bu mücadele açısından herhangi bir durumun mutlak olumluluk veya mutlak olumsuzluk içermesi söz konsusu değildir. O halde, gücümüzü emperyalist planların ortaya çıkaracağı kozmetik değişikliklere yandaş  veya karşı olmaya değil; bağımsız ve halkları kardeş bir vatan yaratmak üzere mücadeleye kanalize etmeliyiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder