25 Aralık 2008 Perşembe

2008’in 2009’a Bıraktıkları

Ülkemizde yaşanan tüm sorunların adanın bölünmüşlüğünden kaynaklı olduğunu düşünen kesimler için 2008 büyük ümitlerle başlamıştı. AKEL Genel Sekreteri Dimitris Hristofyas’ın Kıbrıs Cumhuriyeti Başkanı olması ile hızla “barış” gelecek ve tüm sorunlarımız çözülme yoluna girecekti. Gerçi 2008’in son aylarında başlayan “kapsamlı müzakereler”den hala bu tür sonuçlar bekleyenler var ancak 2008’de yaşananlar gören gözler için emperyalist barış süreci ile Kıbrıs halklarının söz-yetki-karar sorunu arasındaki farkı bir kez daha net olarak ortaya koydu.

Bir yandan görüşmeler ve barış vaatleri devam ederken diğer yandan da ortaya çıkacak olan “barış”ın iki halkın kaynaşmasını önüne koyan bir barış olmadığı da netlik kazandı. Pile’de yaşanan bombalamaların failleri “bulunamazken”; geçiş noktalarında işkenceye varan uygulamalarla halkı canından bezdiren CTP hükümeti, Pergama ve Kermiya kapılarında yaşanan eylemlerden sonra bir süreliğine sinmek zorunda kaldı. Geçen yılın tek elle tutulur gelişmesi bir simge haline gelen Lokmacı kapısının açılması oldu. Ancak bu kapı açıldığı halde iki halkın ortak örgütlenme, eylem ve mücadele pratiğinde hiçbir artışa neden olmaması “çözüm güçlerinin” ufuksuzluğunun da net bir portresini sunuyordu. Eğer iki halkın “çözüm ve barış güçleri” ortak örgütlenme ve koordineli mücadele yolunda hiçbir adım atmamaya devam ederlerse, kendi kaderlerini egemenlerin eline bırakmak konusunda 1960’lı yıllardan herhangi bir ders çıkarmamışlar demektir. Bu takatsizlikten kaynaklı bir durgunluksa devrimcilerin girişimleri bir kat daha önem kazanmaktadır çünkü barış güçlerini ileriye doğru itecek başka bir odak neredeyse yok gibidir. Lefkoşa’da Çağlayan Parkı’nın isminin değiştirilmesine karşı devrimciler dışında neredeyse hiçbir örgütlülükten yeterince pratik tepki gösterilmemiş olması da bu takatsizliğin en net göstergesi oldu.
Aynı zamanda “süreç hızla barışa doğru ilerlerken”, kuzeyde egemen blok içi çatlakların tamiri yolunda ciddi mesafeler kaydediliyordu. UBP olaylı bir şekilde terk ettiği meclise kısa bir Ankara ziyaretinden sonra geri dönmeye karar verdi. DP’nin istifa etmesi ise neredeyse hiçbir yankı uyandırmadı. Üstelik tüm meclis boykotu süresinde “istifa edin, devlet bütçesinden maaş çekmeyin” diye DP’yi eleştiren hükümet, istifayı kabul etmeyerek maaşları tıkır tıkır ödemeye devam etti, ediyor. Müslümanlığı ile tanınan “Bizim Parti” kendini feshedip ÖRP’ye katılırken, tatil adı altında çocukların kandırılarak Türkiye’ye Kur’an kursuna gönderilmesini meşru göstermek CTP’ye kalıyordu. Başbakanın veciz bir söz ile “ha Kur’an kursu, ha tenis kursu” demesi ÖRP’nin kilit rolünün hala devam ettiğinin de göstergesi olarak yorumlanmalı. Ancak bundan da öte, halk-halklar tartışmasında Hristofyas’a din temelli farklılıkları hatırlatan Cumhurbaşkanı Talat’a, olası bir anlaşmada halklar arası birleşmenin değil ayrılığın körükleyicisi olmak yolunda da zemin yaratacak daha büyük bir planın varlığı da göz önünde bulundurulmalı. Emperyalizmin 2009 yılında Kıbrıs’a yönelik planları içerisinde bir anlaşma ile adadaki mevcut durumun yasallaştırılması hala gündemdeki yerini koruyor. Ancak böylesi bir yasallaştırma emperyalizm açısından halklar arası bölünmüşlük ve yeniden birbirine kırdırılabilme imkanı ile güvence altına alınmaya çalışılıyor.
2008’de yaşananlara hızlıca baktığımızda neo-liberal politikaların geniş bir özetini görebiliriz. Bu politikaların emperyalist çözüm sürecinin hemen arifesinde hızlanmış olması ise sermaye cephesinin yeni sürece yönelik olarak gücünü tahkim etmesi ihtiyacı ile bağlantılı değerlendirilmelidir. İşyerlerinin çalışma saatlerini düzenleyeceği iddiası ile ortaya çıkıp ardından da Ticaret Odası’na teslim olan hükümet yanlışını çabuk anladı. Dünyada esnek çalışma ve emek sömürüsünün simgesi Nike’ın Kıbrıs şubesinin açılışını yapan Talat, tüccarlara da göz kırpıyordu. Aynı anlayışın daha bütünlüklü bir yansıması ise eğitim ve sağlıktaki piyasalaştırma hamlelerinin yoğunlaştırılmasında kendini gösterdi. OGEM projesi ile tam gün eğitim adı altında günün yarısı özelleştirilirken, YDÜ Tıp Fakültesi’nin açılışı sermayedarlarımızın gözlerini yaşartıyordu. Şimdi sağlık ve eğitim hiç olmadığı kadar paralı ve hiç olmadığı kadar özele kaymış durumda. Bunların kamusal haklar olduğuna dair en ufak bir bilinç kırıntısı ise kendine medyada hiçbir yer bulamıyor. Yerel Yönetim Reformu adı altında belediyelerin şirketleştirilmesi ve TAK’ın haber bültenlerinin paralı hale getirilerek gazetecilerin artı değer üretimine dahil edilmesi de küçük ama etkili hamleler olarak kayda geçmeli.
Emek güçlerini içerden bölme girişimleri anlamında ise 2008’de çok yol katedildi. 1 Mayıs’ta hükümetin truva atı Dev-İş karşısında oluşan emek cephesinin gerçek bir tehdit olduğunu kavrayan hükümet, acımasız bir karşı saldırıya geçti. KTOEÖS ve KTÖS arasında bulabildiği her sorunu büyütmeye yönelik adımlar atan, Mayıs ayındaki grevlerle KTOEÖS’ün hem kendinin hem de toplumsal muhalefetin ayağına kurşun sıkmasını sağlayan, LAÜ’deki sendikalaşma mücadelesini neredeyse ezip geçen, zamlara karşı sendikal birliği bölmek için her yolu deneyerek başarıya ulaşan hükümet; hala inisiyatifi elinde bulunduruyor. Ancak 1 Eylül’de gerçekleşen simgesel ve geniş katılımlı eylemler, hükümetin organize ettiği konseri kat kat geride bırakarak hala bir umudun varlığının da göstergesi oldu.
Şimdilerde gündemde tutulmaya çalışılan Belça konusu ise nerdeyse hükümetin son kozu haline geldi. Ancak KTÖS ve BES içi emek güçleri bu zorlu sınavı atlatabilmek için 2009’da yaşanacak kendi genel kurullarından başarı ile çıkmak zorunda.
2009’un ilk altı ayı stratejik öneme sahip gelişmelere gebe. Sendikal muhalefetin çekirdeğini oluşturan unsurlar genel kurullar sonrası pozisyonunu koruyabilirse, diğer sendikalara da yayılabilecek bir enerji açığa çıkabilir. Diğer yandan henüz tam anlamı ile ülkemizi vurmamış olan krize karşı yerel inisiyatifleri çoğaltan bir direngen mücadele çizgisinin örgütlenmesi, bu çizginin yükselen öğrenci eylemlilikleri ve sendikal alanla birleştirilmesi Kıbrıs sorununda Kıbrıslı Türk halkının kendi sözünü söylemesine ilişkin imkanları yaratacaktır. Bu sebeple devrimcilerin görevi hala merkezi bir yer işgal eden kültürel alanı dayanak noktası kabul ederek, tüm diğer alanlarda atılıma geçecek yeni bir inisiyatifin çekirdeği olmaktır.
Küresel sermayenin saldırısına tüm yerellerden örgütlenecek bir karşı saldırı ile yanıt verilebilir. Sendikal alanda, gençlik alanında, ekoloji alanında, kadın alanında ve homofobi karşıtı mücadelede ama en önemlisi eğitim, sağlık, barınma, ulaşım gibi temel hak mücadelelerinde bizleri çetin bir yıl bekliyor. Bilmemiz gereken ise tüm bu sorunların çözümünün Kıbrıs sorununun çözümünden değil, Kıbrıs sorununun çözümünün tüm bu sorunların çözümünden geçtiğidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder