Ülkemizde
yaşanan tüm sorunların adanın bölünmüşlüğünden kaynaklı olduğunu düşünen
kesimler için 2008 büyük ümitlerle başlamıştı. AKEL Genel Sekreteri Dimitris
Hristofyas’ın Kıbrıs Cumhuriyeti Başkanı olması ile hızla “barış” gelecek ve
tüm sorunlarımız çözülme yoluna girecekti. Gerçi 2008’in son aylarında başlayan
“kapsamlı müzakereler”den hala bu tür sonuçlar bekleyenler var ancak 2008’de
yaşananlar gören gözler için emperyalist barış süreci ile Kıbrıs halklarının
söz-yetki-karar sorunu arasındaki farkı bir kez daha net olarak ortaya koydu.
Bir
yandan görüşmeler ve barış vaatleri devam ederken diğer yandan da ortaya
çıkacak olan “barış”ın iki halkın kaynaşmasını önüne koyan bir barış olmadığı
da netlik kazandı. Pile’de yaşanan bombalamaların failleri “bulunamazken”;
geçiş noktalarında işkenceye varan uygulamalarla halkı canından bezdiren CTP
hükümeti, Pergama ve Kermiya kapılarında yaşanan eylemlerden sonra bir
süreliğine sinmek zorunda kaldı. Geçen yılın tek elle tutulur gelişmesi bir
simge haline gelen Lokmacı kapısının açılması oldu. Ancak bu kapı açıldığı
halde iki halkın ortak örgütlenme, eylem ve mücadele pratiğinde hiçbir artışa
neden olmaması “çözüm güçlerinin” ufuksuzluğunun da net bir portresini
sunuyordu. Eğer iki halkın “çözüm ve barış güçleri” ortak örgütlenme ve
koordineli mücadele yolunda hiçbir adım atmamaya devam ederlerse, kendi
kaderlerini egemenlerin eline bırakmak konusunda 1960’lı yıllardan herhangi bir
ders çıkarmamışlar demektir. Bu takatsizlikten kaynaklı bir durgunluksa
devrimcilerin girişimleri bir kat daha önem kazanmaktadır çünkü barış güçlerini
ileriye doğru itecek başka bir odak neredeyse yok gibidir. Lefkoşa’da Çağlayan
Parkı’nın isminin değiştirilmesine karşı devrimciler dışında neredeyse hiçbir
örgütlülükten yeterince pratik tepki gösterilmemiş olması da bu takatsizliğin
en net göstergesi oldu.
Aynı
zamanda “süreç hızla barışa doğru ilerlerken”, kuzeyde egemen blok içi
çatlakların tamiri yolunda ciddi mesafeler kaydediliyordu. UBP olaylı bir
şekilde terk ettiği meclise kısa bir Ankara ziyaretinden sonra geri dönmeye
karar verdi. DP’nin istifa etmesi ise neredeyse hiçbir yankı uyandırmadı.
Üstelik tüm meclis boykotu süresinde “istifa edin, devlet bütçesinden maaş
çekmeyin” diye DP’yi eleştiren hükümet, istifayı kabul etmeyerek maaşları tıkır
tıkır ödemeye devam etti, ediyor. Müslümanlığı ile tanınan “Bizim Parti”
kendini feshedip ÖRP’ye katılırken, tatil adı altında çocukların kandırılarak
Türkiye’ye Kur’an kursuna gönderilmesini meşru göstermek CTP’ye kalıyordu.
Başbakanın veciz bir söz ile “ha Kur’an kursu, ha tenis kursu” demesi ÖRP’nin
kilit rolünün hala devam ettiğinin de göstergesi olarak yorumlanmalı. Ancak
bundan da öte, halk-halklar tartışmasında Hristofyas’a din temelli
farklılıkları hatırlatan Cumhurbaşkanı Talat’a, olası bir anlaşmada halklar
arası birleşmenin değil ayrılığın körükleyicisi olmak yolunda da zemin
yaratacak daha büyük bir planın varlığı da göz önünde bulundurulmalı.
Emperyalizmin 2009 yılında Kıbrıs’a yönelik planları içerisinde bir anlaşma ile
adadaki mevcut durumun yasallaştırılması hala gündemdeki yerini koruyor. Ancak
böylesi bir yasallaştırma emperyalizm açısından halklar arası bölünmüşlük ve
yeniden birbirine kırdırılabilme imkanı ile güvence altına alınmaya
çalışılıyor.
2008’de
yaşananlara hızlıca baktığımızda neo-liberal politikaların geniş bir özetini
görebiliriz. Bu politikaların emperyalist çözüm sürecinin hemen arifesinde
hızlanmış olması ise sermaye cephesinin yeni sürece yönelik olarak gücünü
tahkim etmesi ihtiyacı ile bağlantılı değerlendirilmelidir. İşyerlerinin
çalışma saatlerini düzenleyeceği iddiası ile ortaya çıkıp ardından da Ticaret
Odası’na teslim olan hükümet yanlışını çabuk anladı. Dünyada esnek çalışma ve
emek sömürüsünün simgesi Nike’ın Kıbrıs şubesinin açılışını yapan Talat,
tüccarlara da göz kırpıyordu. Aynı anlayışın daha bütünlüklü bir yansıması ise
eğitim ve sağlıktaki piyasalaştırma hamlelerinin yoğunlaştırılmasında kendini
gösterdi. OGEM projesi ile tam gün eğitim adı altında günün yarısı
özelleştirilirken, YDÜ Tıp Fakültesi’nin açılışı sermayedarlarımızın gözlerini
yaşartıyordu. Şimdi sağlık ve eğitim hiç olmadığı kadar paralı ve hiç olmadığı
kadar özele kaymış durumda. Bunların kamusal haklar olduğuna dair en ufak bir
bilinç kırıntısı ise kendine medyada hiçbir yer bulamıyor. Yerel Yönetim
Reformu adı altında belediyelerin şirketleştirilmesi ve TAK’ın haber
bültenlerinin paralı hale getirilerek gazetecilerin artı değer üretimine dahil
edilmesi de küçük ama etkili hamleler olarak kayda geçmeli.
Emek
güçlerini içerden bölme girişimleri anlamında ise 2008’de çok yol katedildi. 1
Mayıs’ta hükümetin truva atı Dev-İş karşısında oluşan emek cephesinin gerçek
bir tehdit olduğunu kavrayan hükümet, acımasız bir karşı saldırıya geçti.
KTOEÖS ve KTÖS arasında bulabildiği her sorunu büyütmeye yönelik adımlar atan,
Mayıs ayındaki grevlerle KTOEÖS’ün hem kendinin hem de toplumsal muhalefetin
ayağına kurşun sıkmasını sağlayan, LAÜ’deki sendikalaşma mücadelesini neredeyse
ezip geçen, zamlara karşı sendikal birliği bölmek için her yolu deneyerek
başarıya ulaşan hükümet; hala inisiyatifi elinde bulunduruyor. Ancak 1 Eylül’de
gerçekleşen simgesel ve geniş katılımlı eylemler, hükümetin organize ettiği
konseri kat kat geride bırakarak hala bir umudun varlığının da göstergesi oldu.
Şimdilerde
gündemde tutulmaya çalışılan Belça konusu ise nerdeyse hükümetin son kozu
haline geldi. Ancak KTÖS ve BES içi emek güçleri bu zorlu sınavı atlatabilmek
için 2009’da yaşanacak kendi genel kurullarından başarı ile çıkmak zorunda.
2009’un
ilk altı ayı stratejik öneme sahip gelişmelere gebe. Sendikal muhalefetin
çekirdeğini oluşturan unsurlar genel kurullar sonrası pozisyonunu
koruyabilirse, diğer sendikalara da yayılabilecek bir enerji açığa çıkabilir. Diğer
yandan henüz tam anlamı ile ülkemizi vurmamış olan krize karşı yerel
inisiyatifleri çoğaltan bir direngen mücadele çizgisinin örgütlenmesi, bu
çizginin yükselen öğrenci eylemlilikleri ve sendikal alanla birleştirilmesi
Kıbrıs sorununda Kıbrıslı Türk halkının kendi sözünü söylemesine ilişkin
imkanları yaratacaktır. Bu sebeple devrimcilerin görevi hala merkezi bir yer
işgal eden kültürel alanı dayanak noktası kabul ederek, tüm diğer alanlarda
atılıma geçecek yeni bir inisiyatifin çekirdeği olmaktır.
Küresel
sermayenin saldırısına tüm yerellerden örgütlenecek bir karşı saldırı ile yanıt
verilebilir. Sendikal alanda, gençlik alanında, ekoloji alanında, kadın
alanında ve homofobi karşıtı mücadelede ama en önemlisi eğitim, sağlık,
barınma, ulaşım gibi temel hak mücadelelerinde bizleri çetin bir yıl bekliyor.
Bilmemiz gereken ise tüm bu sorunların çözümünün Kıbrıs sorununun çözümünden
değil, Kıbrıs sorununun çözümünün tüm bu sorunların çözümünden geçtiğidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder