Her varlık kendi çelişkisini içinde
taşır. Bu modern felsefenin, diyalektik ve tarihsel materyalizmin ortaya
koyduğu bir gerçektir. Hareket eden bir cismi ileriye götüren bir kuvvet olduğu
gibi, geriye doğru çeken bir sürtünme kuvveti de vardır. Hareket ise bu iki
kuvvetin bir sonucudur. Yani ne salt ileriye götüren kuvvet, ne de geriye
götüren.
Bu, fizikte olduğu gibi toplumsal
olaylarda da geçerlidir. Zıtların mücadelesi sonucu değişim, günümüzde
yadsınamayacak bir gerçektir. İnsanlar doğdukları andan itibaren, vücutlarında
canlı hücreler yanında ölü hücreler de taşırlar. Ve ölüm; ölü hücrelerin canlı
hücreler karşısında bir zaferinden başka birşey değildir. Buna felsefede
‘nicelikten niteliğe geçiş’ denir. Yani canlı hücreler egemenken insan
canlıdır, ölü hücrelerin belli bir sayıda artışı ile yaşamdan ölüme, nicelikten
niteliğe bir geçiş olur.
Toplumda bu olgu kendisini sınıf mücadeleleri şeklinde gösterir.
Her yaşayan varlık gibi toplum da, hareketin yasaları tarafından yönetilir.
Toplumlar karşıt sınıfların karşıt dinamiklerince belirlenirler ve değişirler.
Bu sınıflar da havadan gelen oluşumlar değillerdir. Maddi temellerini ekonomide
bulurlar ve toplumun manevi yapısı olan din, devlet, kültür, dil, sanat vb.
oluşumlar toplumdaki sınıf yapılarına göre nitelik arzederler. Monarşide bir
krallık kavgası, demokraside bir devlet içi iktidar mücadelesi olarak
gördüğümüz şey; aslında en temelde sınıf mücadelesinin devlet aynasında
yansımasıdır. (Her ne kadar “çağdaş sosyologlarımız bunu hala daha iktidar hırsı
olarak açıklıyorlarsada….)
Şunu da ortaya koymak gerekir ki devlet
içi her çatışmada bir egemen sınıf temsilcisine karşı, bir ezilen sınıf
temsilcisi bulunacak diye bir kaide yoktur. Aksine, çoğunlukla pratik şunu
gösterir ki; devlet-içi tartışmalar egemen sınıfının çeşitli kesimlerinin
(modern toplumda Sanayi burjuvazisi ile, toprak, ticaret burjuvazisi ve
küçük(aşşağılık) burjuvazi) kendi aralarında yaptıkları çatışmalardır. Ezilen
sınıf genelde devlet-içinde değil,
devlete karşı çatışır. Bunun nedeni de, devletin egemenlerin bir baskı
aracı olmasıdır. Devlet konusu tartışılması uzun süren bir konu olduğundan ve
bu konuda çeşitli görüşler bulunduğundan, daha sonraki bir yazıda incelenmek
üzere bu konuyu bir yana bırakıyorum. Ancak ufak bir noktaya temas edeyim ki,
devlet ne her kötülüğün kaynağı “büyük şeytan” dır, ne de “toplumsal çıkarların
bileşke potası”, “arabulucu abi” dir.
Hareket halinde bir varlık olarak
toplum sürekli değişim arzeder. Sınıf mücadeleleri hemen her noktada kendisini
gösterir. Bu illaki kitlesel gösteriler, fabrika işgalleri şeklinde olacak
değildir. AZİZ ENER’İN de ortaya koyduğu gibi bu, belkide bir SÜT fiyatının
belirlenmesinden, ekmeğin poşette satılıp satılmamasına kadar farklılık
gösterebilecek bir durumdur. Aslında gerçek şudur ki, egemen sınıf ile
sömürülen sınıf asıl da bu tarz günlük
mevzilerde savaşırlar. Büyük savaşlar, bu küçük mevzi savaşları ile
desteklendiği müddetçe anlam kazanırlar ve kalıcı olurlar.
Günlük hayatın her anında devam eden bu
çekişmeler ve mücadeleler toplumu sürekli devindirirken, kaçınılmaz olarak
halkı politize eder. En “de-politik” bireyler bile, bazı noktalarda politikanın
içine çekilir ve sınıf mücadelesine katılır. (Kavga heryerde olduğu için bazen
hiçbiryerdeymiş gibi de görülebilir. Bu yanıltıcı bir görünümdür.)
Bu mücadeleler sırasında her sınıf
kendisine bir amaç koyar. Bu amaç için mücadele eder. Ama ortada olan bir
gerçek varsa, bu amaçlar sınıfların göz önünde bulunan “temsilcileri”
(milletvekilleri olarak anlaşılmasın, doğal öncüleri) tarafından formüle
edilirler, uygulanırlar, savunulurlar. Sınıf mücadelesinde çeşitli kesimleri
davalarına katmaya çalışan sınıflar (dolayısıyla öncüler) İNANDIRICI olmak zorundadırlar. Yolsuzluğa karşı mücadele verirken
YOLSUZLUK YAPMAK, fuhuşa başkaldırırken GECE KULÜBÜ AÇMAK, sosyalizmi
savunurken BORSAYA OY VERMEK, emperyalizme karşı dururken EMPERYALİST
DEVLETLERLE ‘CAN CİĞER KUZU SARMASI’ OLMAK; toplum vicdanında yara açar ve AMACA zarar verir. Yani açıkça
kabul edilmelidir ki amaca zarar veren bizzat “öncünün” faaliyetleridir. Bu
olguları gözlerden saklamaya çalışmak, var olanı yokmuş gibi göstermek devrimci
dürüstlükle bağdaşmaz.
Ve her dürüst insanın kabul edeceği
gibi; yolsuzluk yapan bir “solcu” deşifre edildiğinde, davaya zarar veren
deşifre eden değil yolsuzluk yapandır. Çünkü amaca uygun olmayan bir
faaliyet içine girmekle bizzat kendisi dürüstlük yolundan sapmıştır ve amaca
zarar vermiştir. Bu insanın üretebileceği “yeni” sistem (niyeti ne olursa
olsun) var olan sistemin bir karikatüründen öteye geçemez.
Halk insanların söylediklerine değil yaptıklarına bakar. Bunun için
söylediklerimiz ile yaptıklarımızın, amacımız ile araçlarımızın uyumlu olmasına
dikkat etmek zorudayız. Aksi taktirde ne olduğunu bile anlayamadan sınıf
değiştiririz.
Öte yandan denilebilir ki, “Hayır efendim, halk söylenene değil
yapılana baksaydı, baştakileri çoktan değiştirmiş olurdu.”
Bu söylemin gözden kaçırdığı şudur;
Egemen sınıfın politikacıları sistemi değiştirmeyi vaat etmiyorlar. Onlar bu
sistemi sadece restore etmeyi, İYİLEŞTİRMEYİ vaat ediyorlar. Yani onların
ihtiyacı olan inandırıcılık değil, GÜÇ’tür. Onlar, güçlüyseler inandırıcıymış
gibi davrana bilirler.
Aynı şey bizim için geçerli değildir. Biz sistemi değiştirmeyi
öneriyoruz. Biz insanları bilinmeyene yelken açmaya çağırıyoruz. Bizim
güçten çok inandırıcılığa ihtiyacımız var. Bizim
gücümüz inandırıcılığımızdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder