9 Şubat 1998 Pazartesi

Amaç - Süreç


Her varlık kendi çelişkisini içinde taşır. Bu modern felsefenin, diyalektik ve tarihsel materyalizmin ortaya koyduğu bir gerçektir. Hareket eden bir cismi ileriye götüren bir kuvvet olduğu gibi, geriye doğru çeken bir sürtünme kuvveti de vardır. Hareket ise bu iki kuvvetin bir sonucudur. Yani ne salt ileriye götüren kuvvet, ne de geriye götüren.
Bu, fizikte olduğu gibi toplumsal olaylarda da geçerlidir. Zıtların mücadelesi sonucu değişim, günümüzde yadsınamayacak bir gerçektir. İnsanlar doğdukları andan itibaren, vücutlarında canlı hücreler yanında ölü hücreler de taşırlar. Ve ölüm; ölü hücrelerin canlı hücreler karşısında bir zaferinden başka birşey değildir. Buna felsefede ‘nicelikten niteliğe geçiş’ denir. Yani canlı hücreler egemenken insan canlıdır, ölü hücrelerin belli bir sayıda artışı ile yaşamdan ölüme, nicelikten niteliğe bir geçiş olur.
Toplumda bu olgu kendisini sınıf mücadeleleri şeklinde gösterir. Her yaşayan varlık gibi toplum da, hareketin yasaları tarafından yönetilir. Toplumlar karşıt sınıfların karşıt dinamiklerince belirlenirler ve değişirler. Bu sınıflar da havadan gelen oluşumlar değillerdir. Maddi temellerini ekonomide bulurlar ve toplumun manevi yapısı olan din, devlet, kültür, dil, sanat vb. oluşumlar toplumdaki sınıf yapılarına göre nitelik arzederler. Monarşide bir krallık kavgası, demokraside bir devlet içi iktidar mücadelesi olarak gördüğümüz şey; aslında en temelde sınıf mücadelesinin devlet aynasında yansımasıdır. (Her ne kadar “çağdaş sosyologlarımız bunu hala daha iktidar hırsı olarak açıklıyorlarsada….)
Şunu da ortaya koymak gerekir ki devlet içi her çatışmada bir egemen sınıf temsilcisine karşı, bir ezilen sınıf temsilcisi bulunacak diye bir kaide yoktur. Aksine, çoğunlukla pratik şunu gösterir ki; devlet-içi tartışmalar egemen sınıfının çeşitli kesimlerinin (modern toplumda Sanayi burjuvazisi ile, toprak, ticaret burjuvazisi ve küçük(aşşağılık) burjuvazi) kendi aralarında yaptıkları çatışmalardır. Ezilen sınıf genelde devlet-içinde değil,  devlete karşı çatışır. Bunun nedeni de, devletin egemenlerin bir baskı aracı olmasıdır. Devlet konusu tartışılması uzun süren bir konu olduğundan ve bu konuda çeşitli görüşler bulunduğundan, daha sonraki bir yazıda incelenmek üzere bu konuyu bir yana bırakıyorum. Ancak ufak bir noktaya temas edeyim ki, devlet ne her kötülüğün kaynağı “büyük şeytan” dır, ne de “toplumsal çıkarların bileşke potası”, “arabulucu abi” dir.
Hareket halinde bir varlık olarak toplum sürekli değişim arzeder. Sınıf mücadeleleri hemen her noktada kendisini gösterir. Bu illaki kitlesel gösteriler, fabrika işgalleri şeklinde olacak değildir. AZİZ ENER’İN de ortaya koyduğu gibi bu, belkide bir SÜT fiyatının belirlenmesinden, ekmeğin poşette satılıp satılmamasına kadar farklılık gösterebilecek bir durumdur. Aslında gerçek şudur ki, egemen sınıf ile sömürülen sınıf asıl da bu tarz günlük mevzilerde savaşırlar. Büyük savaşlar, bu küçük mevzi savaşları ile desteklendiği müddetçe anlam kazanırlar ve kalıcı olurlar.
Günlük hayatın her anında devam eden bu çekişmeler ve mücadeleler toplumu sürekli devindirirken, kaçınılmaz olarak halkı politize eder. En “de-politik” bireyler bile, bazı noktalarda politikanın içine çekilir ve sınıf mücadelesine katılır. (Kavga heryerde olduğu için bazen hiçbiryerdeymiş gibi de görülebilir. Bu yanıltıcı bir görünümdür.)
Bu mücadeleler sırasında her sınıf kendisine bir amaç koyar. Bu amaç için mücadele eder. Ama ortada olan bir gerçek varsa, bu amaçlar sınıfların göz önünde bulunan “temsilcileri” (milletvekilleri olarak anlaşılmasın, doğal öncüleri) tarafından formüle edilirler, uygulanırlar, savunulurlar. Sınıf mücadelesinde çeşitli kesimleri davalarına katmaya çalışan sınıflar (dolayısıyla öncüler) İNANDIRICI olmak zorundadırlar. Yolsuzluğa karşı mücadele verirken YOLSUZLUK YAPMAK, fuhuşa başkaldırırken GECE KULÜBÜ AÇMAK, sosyalizmi savunurken BORSAYA OY VERMEK, emperyalizme karşı dururken EMPERYALİST DEVLETLERLE ‘CAN CİĞER KUZU SARMASI’ OLMAK; toplum vicdanında yara açar ve AMACA zarar verir. Yani açıkça kabul edilmelidir ki amaca zarar veren bizzat “öncünün” faaliyetleridir. Bu olguları gözlerden saklamaya çalışmak, var olanı yokmuş gibi göstermek devrimci dürüstlükle bağdaşmaz.
Ve her dürüst insanın kabul edeceği gibi; yolsuzluk yapan bir “solcu” deşifre edildiğinde, davaya zarar veren deşifre eden değil yolsuzluk yapandır. Çünkü amaca uygun olmayan bir faaliyet içine girmekle bizzat kendisi dürüstlük yolundan sapmıştır ve amaca zarar vermiştir. Bu insanın üretebileceği “yeni” sistem (niyeti ne olursa olsun) var olan sistemin bir karikatüründen öteye geçemez.
Halk insanların söylediklerine değil yaptıklarına bakar. Bunun için söylediklerimiz ile yaptıklarımızın, amacımız ile araçlarımızın uyumlu olmasına dikkat etmek zorudayız. Aksi taktirde ne olduğunu bile anlayamadan sınıf değiştiririz.
Öte yandan denilebilir ki, “Hayır efendim, halk söylenene değil yapılana baksaydı, baştakileri çoktan değiştirmiş olurdu.”
Bu söylemin gözden kaçırdığı şudur; Egemen sınıfın politikacıları sistemi değiştirmeyi vaat etmiyorlar. Onlar bu sistemi sadece restore etmeyi, İYİLEŞTİRMEYİ vaat ediyorlar. Yani onların ihtiyacı olan inandırıcılık değil, GÜÇ’tür. Onlar, güçlüyseler inandırıcıymış gibi davrana bilirler.
Aynı şey bizim için geçerli değildir. Biz sistemi değiştirmeyi öneriyoruz. Biz insanları bilinmeyene yelken açmaya çağırıyoruz. Bizim güçten çok inandırıcılığa ihtiyacımız var. Bizim gücümüz inandırıcılığımızdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder