Sinan Bey,
Siz beni tanımazsınız, ancak Kıbrıslı Türkler “adına” yazdığınız köşe
yazıları nedeniyle ben sizi bir nebze tanıyorum...
Benim açımdan ilk tanışmamız “Nankör
Şu Kıbrıslılar Nankör” isimli yazınız vesilesiyleydi... Çevremde büyük bir
beğeni ve coşku ile karşılanmıştı bu yazınız...
Üslubunuz, cümleleri kullanma biçiminiz, yumuşak ama kararlı tarzınız ve
duygulara hitap etmeyi becerebilmeniz gerçekten de etkilenilmeyecek gibi
değil...
“Nankör Şu Kıbrıslılar Nankör” isimli yazınızda belirttiklerinizin hemen hepsi,
Kıbrıslı Türkler tarafından biliniyor, söyleniyor ve savunuluyordu zaten...
Bizi etkileyen duyduğumuz “yeni şeyler”, önümüze konan “yeni bir yol” veya
yaptıklarımızın “farklı bir yöntemle ifade edilişi” değildi... Bizi etkileyen
“bir Türkiyelinin” bizi bizim kadar anlaması idi sanırım...
Nitekim çevremdeki hemen herkes aynı şeyi söylüyordu; “kim bu adam?”, “bizi
gerçekten anlıyor galiba...”
***
Hatırlayacaksınız, dönem Annan Planı dönemiydi... Kıbrıslı Türkler “barış,
çözüm ve yeniden birleşme” isteği ile sokaklara çıkmış, yılların statükosunu
sarsmış, Denktaş ve Eroğlu’nu karşılarına almış ve CTP’nin büyük ortak olduğu
hükümetlerin kurulmasını sağlamıştı...
Sizin de yakından bildiğiniz, ülkenizin başbakanı Tayyip Erdoğan da bu
süreci desteklemekte; zaman zaman Denktaş ve UBP aleyhine demeçler vermekteydi...
Ancak ne Tayyip TC’de şimdiki gibi “Ali kıran baş kesen” konumuna
erişmişti, ne de TC’nin esas temsilcisi konumundaki orduya Kıbrıs’ta geri adım
attırılabilmişti daha...
Kısacası, Kıbrıslı Türklerin Tayyip tarafından da desteklenen mücadelesi; sizin
deyiminizle “TC’deki askeri vesayete” karşı yürütülen daha genel bir
mücadelenin parçası olarak kurgulanıyordu...
Kara kaşımıza kara gözümüze değildi yani Tayyip beyin demeçleri...
Öyle de oldu...
Ne zaman ki öküz öldü, işte o zaman ortaklık bozuldu...
AKP Türkiye’de sözde askeri vesayet rejiminin yerine, kendi diktatörlüğünü
yerleştirdikten sonra; önce Kıbrıslı Türkler ile sonra da birçok sol liberal
ile olan duygusal bağlarını sona erdiriverdi...
Ve geldik bugünlere...
***
Sinan Bey,
uzun bir süreden beridir ülkemizdeki sol liberal çevrelerle içli dışlı
olduğunuzu, kendi yaşam görüşünüz çerçevesinde fikir alışverişinde
bulunduğunuzu, benim ülkem Kıbrıs’ı bu doğrultuda tanımaya çalıştığınızı,
Yenidüzen’de yazılar yazdığınızı ve doğal olarak da bizim için önerileriniz,
planlarınız olduğunu biliyorum...
Bunu anlıyor, saygı da duyuyorum...
Fikirleriniz doğrultusunda yaşamak ve edimde bulunmak sizin en doğal
hakkınızdır...
Üstelik kabul edemediğiniz noktalarda, yakın dostlarınız ve fikirsel
ortaklarınız bulunan, Yenidüzen ile yollarınızı ayıracak kadar kararlı bir
insan olmanızı da takdir ediyorum...
Yorgancıoğlu’nun İlahiyat Koleji açılışına katılması üzerine Yenidüzen’e
yazdığınız veda yazısını bu duygularla okudum. Gerçek bir liberal olarak,
ekonomi, siyaset ve felsefe bakımından neredeyse aynı düşündüğünüz insanlara
yerinde bir uyarıda bulunarak, taviz verilemeyecek bazı prensipler bulunduğunu
hatırlatışınız etik bir manifesto gibiydi...
Sizinle aynı felsefi çizgide olmayan bir insan olarak, bu tavrınıza şapka
çıkardım...
Ama ilişkimizin başından beridir; sizin yumuşak tarzınıza, seviyeli
üslubunuza, duygulara hitap eden kaleminize rağmen beni rahatsız edenin sadece
sizin liberal benimse devrimci oluşum olmadığının da farkındaydım.
Sizde beni rahatsız eden başka bir şey vardı...
İşte bu mektubu o şeyi ifade etmek için yazıyorum...
***
Sinan Bey,
“Nankör Şu Kıbrıslılar Nankör” başlıklı yazınızdan itibaren neredeyse bütün
yazılarınızda bize bizi anlattınız... Bu o kadar net bir hale geldi ki,
Kıbrısla ilgili yazılarınızı neredeyse sadece Kıbrıslılar okur hale geldi... Ve
en sonunda bu ülkede köşe yazmaya başladınız...
Ama Türkiye’den bir yazarın, Kıbrıslı Türklere söyleyebileceği şeyler sizin
yazılarınızda yoktu... Yani bize Türkiye’nin politik gelişmelerini, neden hala
Kıbrıs’ta sömürge yönetimi gibi davrandığını, kimlerin bu politikaya karşı
çıktığını, karşı çıkanların ne yaptığını, bu politikanın değişme umudunun ne
durumda olduğunu falan anlatmıyordunuz...
Türkiye’de Kıbrıs ile ilgili ne olup bittiğinden de bahsetmiyordunuz...
Kısacası işimize yarayacak hiç bir şey söylemiyordunuz. Bize sadece genel geçer
ve bizim tarafımızdan söylene gelen serzenişleri, edebi üslubunuzla
tekrarlıyordunuz... Ve ilginçtir ki “bize tekrarlıyordunuz”...
Türkiye’de Kıbrıslı Türklerin bu serzenişleri ile örgütlü, yaygın, kurumsal
ve bilinçli bir kamuoyu yaratmak üzere çaba harcadığınıza dair bir veri yok
elimde... Kısacası kendi ülkenizde Kıbrıs ile ilgili faaliyet yürüteceğinize,
Kıbrıs’ta Türkiye ile ilgili faaliyet yürütmeyi tercih ettiniz.
Bu durum sizi Türkiye kamuoyu önünde “Kıbrıslı Türklerin Türkiye
Büyükelçisi” haline getiremediyse de, birçok Kıbrıslı Türk’ün gözünde öyle
olduğu aşikar...
Özellikle son yazdığınız “Büyükelçi
Akça’ya Açık Mektup”, aslında açıkça Kıbrıslı Türklere yazılmış bir metin...
Akça için veya Türkiye kamuoyu için ne ifade ettiği tartışılır, oysa Kıbrıslı
Türkler sizde kendi sesini buluyor...
İşte sorun da burada...
***
Kıbrıslı Türklerin, Türkiye’den birisi tarafından Kıbrıslı Türklere ifade
edilecek bir “kendi sesini” duymaya ihtiyacı yok sayın Dirlik...
Bu bize iyi hissettirebilir, bizi mutlu edebilir, tipik bir sömürge insanı
refleksi ile “anlaşıldığımız” sanrısına kapılarak rahatlatabilir ama açıktır ki
hiçbir işimize yaramaz...
Bizi bize anlatmaktan vazgeçin...
Çünkü bizim kendi sesimizi bulmaya, kendi sözümüzü söylemeye, kendi
yolumuzu açmaya, kendi yanlışımızı yapmaya ve kendi doğrumuzu bulmaya
ihtiyacımız var...
Bizim başımıza ne geldiyse; bizi bizim adımıza kurtaracak olanlardan, bizim
adımıza konuşanlardan, “bizi bizden iyi anlayanlardan” geldi...
Siz bize bizim adımıza konuşmayın; biz kendi adımıza konuşabiliriz...
Konuşamazsak da öğreniriz sayın Dirlik...
Bizi anlıyor ve anlatmak istiyorsanız, bunu bize hitap ederek değil ülkeniz
kamuoyuna hitap ederek yapabilirsiniz...
***
Türkiye kamuoyuna hitap ederek...
O kamuoyuna ki; bugün yargıdan eğitime, sanattan medyaya yeniden
yapılandırılan bir ülkenin kamuoyudur...
Ve bu yapılandırmanın temellerinden biri AKP tarafından değiştirilerek
dinsel gericiliğin temeli haline getirilen ülkeniz Anayasa’sıdır...
O Anayasa ki AKP’nin önünü açan değişiklikler için referanduma gidildiğinde
sizin tarafınızdan, sözde askeri vesayet gitsin diye “YETMEZ AMA EVET” denerek
onaylanmıştır...
Ve sınıfsal bir analizden yoksun vesayet analizi, gayet sınıfsal bir AKP
vesayeti ile taçlanmıştır bu sayede...
Halkınızın ve halkımızın başına bela olan Tayyip sultası ile AKP
diktatoryasının temelini arıyorsanız, Anayasa’nıza ve sizin “YETMEZ AMA EVET”inize
bakmalı, politik faaliyetinizi bu noktalara odaklamalısınız sayın Dirlik...
Bizi bize anlatmak kolay...
Siz “YETTİ Mİ” onu söyleyiniz kendi insanınıza...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder