Siyasal görüşlerimle ilgili netleşmeye başlayıp çevremde
ne olup bittiğine bakmaya başladığım ilk günlerden itibaren farkına vardığım
bir olgu dikkatimi çekmişti: Ülkemde siyasal bölünmenin ana ekseni Kıbrıs’ta
bir barış/çözüm isteyenler ve bundan tedirgin olanlar/istemeyenler olarak
ayrılıyordu.
Benim için de Kıbrıs’ın ve Kıbrıs halklarının yeniden
birleşmesi/kardeşleşmesi olmazsa olmazlar arasındaydı ancak mesele bununla
kalmıyordu...
Kıbrıs’ta barış isteyen bir insan olarak, “liderler
arası” görüşmeler ilgimi çekmiyordu! Doruk anlaşmaları, imzalar, sözler,
taahütler, garantiler, kırmızı çizgiler vb.
beni heyecanlandırmıyordu! Köyün kahvehanesinde Kıbrıs sorunu ile ilgili
yürütülen tartışmalarda adanmış bir CTP üyesi olan babam da, köydeki UBP’liler
de aynı tutku ile tartışıyorlardı. Ancak asgari ücret, zamlar, işsizlik vb.
konularda aynı tansiyon oluşmuyordu...
Bense 1990’lı yıllarda siyasallaşmış birisi olarak Kıbrıs
sorunundan çok özelleştirmeler, emeğin gerileyen hakları ve alternatif direniş
yöntemleri gibi konularla daha çok ilgileniyordum. Bende heyecan yaratan
konular şirketlerin günlük hayata nasıl egemen olduğu, eğitim ve sağlıkta
kaybedilen hakların nasıl geri kazanılabileceği gibi meselelerdi.
Yanlış anlaşılmasın, Kıbrıs’ta bir barış ve çözümü
şiddetle arzuluyordum. Ancak CTP’li babam ile farkımız şuydu: O, ancak barış
olduktan sonra emeğin haklarını kazanabileceğini düşünürken; ben, emeğin
haklarını kazanması mücadelesi olmadan gerçek bir barışın hayal bile
edilemeyeceğini savunuyordum...
Sanırım bu yüzden, ne zaman bir anlaşma, çözüm, barış,
görüşme süreci yoğunlaşsa kendimi uzaylı gibi hissettim hep...
***
Kıbrıs’ın tarihi, bugünü ve geleceği ile ilgili olarak
kendi arasında şiddetle tartışan insanlar; özelleştirmeler, eğitim ve sağlık
haklarının gasbı, ekolojik sorunlar, toplumsal cinsiyet eşitliği vb.
konularında nasıl oluyordu nda neredeyse hemfikir oluyorlardı?
Görüşmelerin yeniden başlaması ve “liderlerin” ortak
açıklaması konusunda yapılan konuşmalara bakın; “Rumlar yine hayır der mi?”,
“Bizim haklarımızı koruyan bir anlaşma sağlanacak mı?”, “Taraflar karşılıklı
iyi niyet gösterecek mi?” vb.
Bu gibi söylemlerde emekçilerle sermayedarları aynı
torbaya dolduran “Rumlar” genellemesi, Eroğlu ile beni birleştiren “biz”
ifadesi ve Kıbrıslı Elen emekçilerle aramıza ayrım çizen “taraflar”
kamplaştırması her zaman kulağımı tırmaladı...
Anastaiadis ile Eroğlu görüşmelere başlamış ve Eroğlu
“biz”i temsil ediyormuş... CTP Gençlik kolları gidip Eroğlunu alkışlamış...
Oysa bana göre görüşme masasında sadece sermayenin
temsilcileri var. Kendi aralarında ve kendi sorunlarını çözmek üzere görüşen
temsilciler...
Evet Kıbrıs sorunu yine bu sermaye temsilcilerinin kendi
aralarındaki sorunlardan kaynaklı olarak ortaya çıktı. Her iki halkın
emekçilerinin de başına bela olan sorunların kaynağı Kıbrıslı Elen burjuvazisi
ve Kıbrıslı Türk yukarı sınıfıdır... Bu yüzden de onların görüşmesi,
sorunlarını çözmeye çalışması normal kabul edilebilir...
Ama belki başka bir normallik düzeyinden bakıldığında
yapılması gereken; her iki egemen sınıfın ve uluslarararası hamilerinin devre
dışı bırakılması; masaya emekçiler tarafından el konulmasıdır.
Bunun şimdilerde mümkün olmadığını biliyorum. Ancak
Eroğlu’nu kendimizden sayıp “biz” diye konuştuğumuz, Kıbrıslı Elen emekçileri
“diğer taraf” olarak kabul ettiğimiz sürece de mevcut duurumun değişmeyeceğini
de iddia ediyorum...
Kendime “uzaylı” derken ne demek istediğimi sanırım şimdi
daha iyi anladınız...
***
Kıbrıslı Türk “barış savunucuları” meseleyi sadece
barıştan ibaret gördükleri sürece giderek daha fazla sermayeye yedeklenecekler
ve bir gün sermayenin ta kendisi olacaklar...
Kimbilir belki de oldular bile...
Asgari ücreti komik düzeyde tutan, öğrencilerin
bursalarını kaldırmaya çalışan, elektriğe, ekmeğe, tüpe, akaryakıta zamlar
yağdıran, Günay Çerkez’in vergi borcunu affeden, eğitimi, sağlığı
piyasalaştıran, özelleştirmelerin önünü açan bizim barışçılarımız değil mi?
Emekçilere savaş ilan eden barışseverler...
Arabahmet Kültürevi’nin özelleştirilmesi konusunda
“kamusal” kaygılarla konuşmayı beceremeyen; GAÜ’ye verilmesini normal
karşılayan Ümit İnatçı gibi “barış” savunucularımız var bizim...
Belediye Emekçileri ile, Telefon Emekçileri ile, Elektrik
emekçileri ile sürekli kapışan ama “Kıbrıs’ta çözümü arzulayan” barışçı bir
hükümetimiz var bizim...
Can Yücel’den çağrışımla bu “barış sevicileri” ile
aramızdaki fark ise şu:
Onlar barış/çözüm için her şeyi mübah olarak
görüyorlar... Biz ise emekçi sınıfların en temel haklarından ayrı, bu hakların
üzerinde, bu haklardan bağımsız herhangi bir barışa inanmıyoruz...
Çok sevdikleri deyime şiddetle itiraz ediyoruz; Hayır!
Kıbrıs Sorunu bütün sorunların anası değildir...
Bütün sorunların anası emek-sermaye çelişkisidir. Kıbrıs Sorunu’nun
da kaynağı budur...
Ve emekçi sınıflar için adalet yoksa, bu adalet
sağlanana kadar barış da yoktur...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder