26 Mart 2014 Çarşamba

YENİLMEYİ HAKETMEK YADA KAÇMAK MEVZUSUNA GİRİŞ

“Gülünç gözükme riskini göze alarak şunu söylemek istiyorum ki, gerçek devrimcinin kılavuzu büyük bir sevgidir. Gerçek bir devrimciyi bu niteliği olmadan düşünemezsiniz. Liderin belkide en büyük dramlarından biri; tutkulu bir ruhu, soğuk bir zeka ile birleştirip kılı bile kıpırdamadan acı dolu kararlar almasıdır.” Che Guevara

Siyasal ideolojiler, insanların iç dünyalarını ve ruhsal rahatlama arayışlarını göz ardı ettikleri oranda yenilmeyi hakederler. Çünkü her ne kadar ekonomi, tarih, eğitim vb. konusunda kafa yoruyor da olsak;  aslolan insandır ve insanı merkeze almayan bir toplumsal mücadele anlayışı olmasa da olur.
Bu açıdan bakıldığında tarih boyunca yenilmeyi defalarca haketmiş ve defalarca hakkıyla yenilmiş bir toplumsal mücadele anlayışını hala neden savunmakta olduğumu düşünürken buluyorum bazen kendimi…
***
Serbest piyasanın her alanda temel kabul edildiği bir toplumsal örgütlenme biçiminde yaşıyoruz.
Piyasa rekabeti esas alır… Büyüğün küçüğü yutması haklıdır, kazanan alkışlanır, kaybeden hor görülür. Onur, ilke, tutarlılık, bağlılık gibi şeyler gereksiz ve anlamsız zırvalıklardır piyasa gözlüğünden bakıldığında…
Modern toplum, akla dayalı, planlı, bilimsel ve teknolojik yapısının devasa gücüyle; anarşik, kaotik ekonomik örgütlenmesini birleştirerek varolmaktadır. Tüm alternatif hareketleri bünyesine dahil edebilen ve onları uyumlulaştırırken kendisini de geliştiren, yaşayan bir canlıdır kapitalizm. Ve her canlı gibi, yaşamını devamlı kılmak istemektedir.
Günümüzde tek tanrılı dinlerin egemenliği yıkılmış, günlük pratik anlamda anlamsız kılınmış gibi görünüyor. Metropollerde veya kısmen moderniteyi belli bir aşamaya kadar yaşamış bizimkisi gibi ülkelerde, bireyin ruhsal arayışlarına karşılık verecek olan nedir? Soğuk, duygusuz ve katı bilimsel hiyerarşinin bunu yapamayacağı uzunca bir süreden beridir ortaya çıkmıştır… Hristiyanlığın, Müslümanlığın veya Yahudiliğin ise; bilimin korkunç gerçekliği karşısında kişilerin manevi boşluğuna sığınmaktan başka çaresi kalmıyor…
Özellikle de yıkıcı ve vahşi kapitalizm ortamında; bu devasa toplumsal örgütlenme karşısında insanın kendisini küçücük, değersiz ve anlamsız hissetmesinin önüne ne geçebilir? 
Yaygınlaşan ruhsal kaçışları başka türlü izah etmek mümkün müdür? Kaçışlar, kaçışın olumlanması, ruhun ve metafiziksel arayışların ister felsefe isterse de edebiyat aracılığıyla su yüzüne çıkması başka nasıl izah edilebilir?
***
Tarih boyunca metafizik çeşitli dönemlerde ziyaretçimiz olmuştur. Bu dönemleri incelediğimizde; yıkılmakta olan bir toplumsal sınıfa karşılık, gücünün pek de fakında olmayan bir başka toplumsal sınıf buluruz. Çürüyen ama kaldırılamayan bir ceset haline gelmiş bir iktidara karşılık, kendine güvenini yitirmiş bir ezilen sınıf…
Bir yanda ezilen sınıfın bireyleri, organik aydınları yenilmekten ve baskı altına alınmaktan o kadar yıpranmıştır ki kendi gücü dışında bir güç arar, bireysel anlamda rahatlayacak bir kaçış arar hale gelmiştir. Öteki yanda egemen ancak gerileyen sınıf; uyguladığı devasa baskıya rağmen onu ayakta tutacak tüm toplumsal koşulların birer birer kayıp gittiğini, yeninin tüm şiddetiyle ve uzlaşmazlığı ile kendini dayattığını sezmektedir. 1700’lü yıllarda bu durum “gerileyen aristokrasi kendine ruhlar dünyasında sığınak arıyor” diye alaya alınmıştır…
***
Yani, bugün neredeyse her köşe başında karşılaştığımız meditasyon, kişisel gelişim, iç dünyaya kaçış ve karamsar mağdurluk savunuzunun izahı yapılabilir, nedenleri, toplumsal koşulları ve sosyo-psikolojik kaynakları tek tek ele alınabilir ve anlaşılabilir…
Bir televizyon dizisinin bir anda tüm toplumu hypnotize etmesi veya bir halkın aynı olay karşısında topyekün ağlaması/gülmesi gibi…
“Küreselleşme” çağında artık ne televizyon dizilerinin üzerimizde bıraktığı duygulanım ne de spor denince aklımıza ilk gelen kelime olan futbol “ulusal” sınırlarla tarif edilemiyor. Dünyanın farklı coğrafyalarında yaşayan farklı sınıflardan milyarlarca insana aşkı aynı kelimelerle tarif ettiren kültürel hegemonyanın derecesini düşünsenize…
O halde kitaplarıyla, gazeteleriyle, “sanatçı”larıyla, felsefecileriyle, edebiyatçılarıyla, sporuyla, yemeğiyle, doğum, yaşam ve ölüm anlayışıyla, filmleri, müzikleri ve her türlü yazılı, görsel, işitsel, düşünsel malzemesiyle saldırıya geçen idealizmin bunca yaygın olması bir tesadüf mü?
Bunca aynı fikir, bunca farklı yaşama sahip insanın kafasına kendiliğinden girebilir mi?
***
Gene de esas ilgi çekici olan; muhaliflerin, devrimcilerin ve mevcut sisteme direnenlerin; mücadelenin tinsel yönünü eksik bırakmalarıdır.
Denilebilir ki:
“Akın var güneşe akın,
güneşi zabdedeceğiz
Güneşin zabtı yakın…”
dizeleri tinsel değilse ne tinseldir?
Veya; “Ey güneş, eğer hergün burjuvazi için doğup, burjuvazi için batacaksan seni de fethederiz…”
Yada “Latin Amerika’lı genç bir doktoru astım hastalığına rağmen elde silah dağlara çıkaran şey nasıl tinsel olmaz?”
Ama sol, sosyalizm, materyalizm dendiğinde/dediğimizde hatırlamak istediklerimiz bunlar da olsa, bir de sağduyulu/akıllı/mantıklı bürokrasi, soğukkanlı merkez komite ve “istikrarlı devrim yürüyüşümüz” vardır. Karşı devrimcilerin kurşuna dizilmesi, hayalci, ütopyaci ve lümpen unsurların katline fetva veren devletlü Stalinizm; biz istemesek de anlımızda derin bir çizgi, ruhumuzda çıkmaz bir kirdir…
O kadar “var”dır ki, “biz” bir istisna bile kabul edilebiliriz kitlelerin gözünde.
“Biz”; yağlı bir direkte denge bulmaya çalışarak yürüyen ve kaymamak için attığı her adıma dikkat etmek durumunda olan bir “can”baz, ama ayni zamanda da her adıma dikkat edilmesini yadırgayan/yargılayan, doğallık ve içtenlik olmadıkça ne olursa olsun yapay ve sahte olacağını bilen ve bunu savlayan bir cambaz!
***
Neşenin, dayanışmanın, kolektivitenin, birey olmayı aşıp “en-birey” olabilmenin tüm imkanlarını barındıran sosyalizm, toplumsal olduğu kadar kişisel alana da hitap eder. Ancak ne yazık ki bu güne değin, bireysellik o kadar inkar edilmiş ve belli kalıplar içerisine sokularak şekillendirilmeye çalışılmıştır ki; herhangi bir solcu “kendi bireyselliğine kaçmaktan” bahsedebilmektedir. Oysa bireysellik de toplumsal bir süreçtir ve toplumdan bağımsız düşünülemez.
Bunu bilen solcuların, devrimcilerin, bilmemezlikten gelmesi; kendi bireyselliklerinin edebi hüznüne sığınmak istemesi ve aydınlık bir geleceği bugünden kurmak yerine karanlık hüzünlerin solgun dünyasına kaçmayı tercih etmesi; Stalin’den daha mı az zarar vermektedir sanıyorsunuz Marxsist tinselliğe…
***
Bir imkanın değerlendirilememiş olması, onun imkansız olduğunu göstermez.
Rekbetin vahşi sadırıları karşısında, kapitalizmin sıkıcı ve bunaltıcı tedüzeliğinin karşısında, hala daha sosyalimin yaratıcılık ve neşe ile dolu, sorumluluk, bireysellik ve toplumsallığın sentezi ile örülebilecek bir yaşam imkanını yaratmak mümkündür…
Mümkünden de öte, bu artık yaşamsal bir ihtiyaçtır…
***
Benim ruhumu rahatlatan; başka insanlarla birlikte, hiç tanımadığım insanlarla birlikte, insan yiyen bu sistemin karşısına aşkın bir neşeyle çıkma imkanım olduğunu bilmektir.
Ve bu imkanı yaratmanın zor olduğu kadar yaratıcı, yaratıcı olduğu kadar heyecanlı ve heyecanlı olduğu kadar da zevkli boyutları kabartmalı bir devrimcinin iştahını…
Çünkü “acılı günler geliyor, acılı olduğu kadar, neşeli kavga günleri” diyenlerin; duvar dibinde kurşuna dizilmeyi beklerken düğüne gider gibi şarkılar söyleyenlerin, kıstırıldıkları evin içinden “teslim ol” çağrısı yapan koskoca ordulara “asıl siz teslim olun” diye cevap verenlerin, geleceklerini düşünmedikleri için değil hem kendi hem de sonraki kuşakların geleceğini düşündükleri için her şeylerini bırakıp İspanya’ya savaşmaya gidenlerin dünyasından başka her yer sıkıcı bir mezarlıktan başka bir şey değildir…
Bu yüzden Ulrike Meinhof tarihin derinliklerinden hala bizi paylamakta:
“Lanet olsun! Aranan evlerde, divanlarda oturup küçük hesaplı kuş beyinliler gibi aşkalrınızı anlatmaktan vazgeçin. Gerçek bir dağıtım ağı kurun, sınıf savaşını yükseltin, proleteryayı örgütleyin, Kızıl Ordu’yu inşa edin!”
***
Mücadelenin neşesini yaşatmak, mücadele edenin boynunun borcudur.
Dayanışma arttıkça metafizik azalır. Bu da benim mütevazi katkım olsun toplumsal bilgi birikimimize…
Tarih boyunca yenilmeyi defalarca haketmiş ve defalarca hakkıyla yenilmiş bir toplumsal mücadele anlayışını hala savunuyor olmayı  işte bu yüzden dert etmiyorum artık…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder