“Gülünç
gözükme riskini göze alarak şunu söylemek istiyorum ki, gerçek
devrimcinin kılavuzu büyük bir sevgidir. Gerçek bir devrimciyi bu
niteliği olmadan düşünemezsiniz. Liderin belkide en büyük dramlarından
biri; tutkulu bir ruhu, soğuk bir zeka ile birleştirip kılı bile
kıpırdamadan acı dolu kararlar almasıdır.” Che Guevara
Siyasal
ideolojiler, insanların iç dünyalarını ve ruhsal rahatlama arayışlarını
göz ardı ettikleri oranda yenilmeyi hakederler. Çünkü her ne kadar
ekonomi, tarih, eğitim vb. konusunda kafa yoruyor da olsak; aslolan
insandır ve insanı merkeze almayan bir toplumsal mücadele anlayışı
olmasa da olur.
Bu
açıdan bakıldığında tarih boyunca yenilmeyi defalarca haketmiş ve
defalarca hakkıyla yenilmiş bir toplumsal mücadele anlayışını hala neden
savunmakta olduğumu düşünürken buluyorum bazen kendimi…
***
Serbest piyasanın her alanda temel kabul edildiği bir toplumsal örgütlenme biçiminde yaşıyoruz.
Piyasa
rekabeti esas alır… Büyüğün küçüğü yutması haklıdır, kazanan
alkışlanır, kaybeden hor görülür. Onur, ilke, tutarlılık, bağlılık gibi
şeyler gereksiz ve anlamsız zırvalıklardır piyasa gözlüğünden
bakıldığında…
Modern
toplum, akla dayalı, planlı, bilimsel ve teknolojik yapısının devasa
gücüyle; anarşik, kaotik ekonomik örgütlenmesini birleştirerek
varolmaktadır. Tüm alternatif hareketleri bünyesine dahil edebilen ve
onları uyumlulaştırırken kendisini de geliştiren, yaşayan bir canlıdır
kapitalizm. Ve her canlı gibi, yaşamını devamlı kılmak istemektedir.
Günümüzde
tek tanrılı dinlerin egemenliği yıkılmış, günlük pratik anlamda
anlamsız kılınmış gibi görünüyor. Metropollerde veya kısmen moderniteyi
belli bir aşamaya kadar yaşamış bizimkisi gibi ülkelerde, bireyin ruhsal
arayışlarına karşılık verecek olan nedir? Soğuk, duygusuz ve katı
bilimsel hiyerarşinin bunu yapamayacağı uzunca bir süreden beridir
ortaya çıkmıştır… Hristiyanlığın, Müslümanlığın veya Yahudiliğin ise;
bilimin korkunç gerçekliği karşısında kişilerin manevi boşluğuna
sığınmaktan başka çaresi kalmıyor…
Özellikle
de yıkıcı ve vahşi kapitalizm ortamında; bu devasa toplumsal örgütlenme
karşısında insanın kendisini küçücük, değersiz ve anlamsız
hissetmesinin önüne ne geçebilir?
Yaygınlaşan
ruhsal kaçışları başka türlü izah etmek mümkün müdür? Kaçışlar, kaçışın
olumlanması, ruhun ve metafiziksel arayışların ister felsefe isterse de
edebiyat aracılığıyla su yüzüne çıkması başka nasıl izah edilebilir?
***
Tarih
boyunca metafizik çeşitli dönemlerde ziyaretçimiz olmuştur. Bu
dönemleri incelediğimizde; yıkılmakta olan bir toplumsal sınıfa
karşılık, gücünün pek de fakında olmayan bir başka toplumsal sınıf
buluruz. Çürüyen ama kaldırılamayan bir ceset haline gelmiş bir iktidara
karşılık, kendine güvenini yitirmiş bir ezilen sınıf…
Bir
yanda ezilen sınıfın bireyleri, organik aydınları yenilmekten ve baskı
altına alınmaktan o kadar yıpranmıştır ki kendi gücü dışında bir güç
arar, bireysel anlamda rahatlayacak bir kaçış arar hale gelmiştir. Öteki
yanda egemen ancak gerileyen sınıf; uyguladığı devasa baskıya rağmen
onu ayakta tutacak tüm toplumsal koşulların birer birer kayıp gittiğini,
yeninin tüm şiddetiyle ve uzlaşmazlığı ile kendini dayattığını
sezmektedir. 1700’lü yıllarda bu durum “gerileyen aristokrasi kendine
ruhlar dünyasında sığınak arıyor” diye alaya alınmıştır…
***
Yani,
bugün neredeyse her köşe başında karşılaştığımız meditasyon, kişisel
gelişim, iç dünyaya kaçış ve karamsar mağdurluk savunuzunun izahı
yapılabilir, nedenleri, toplumsal koşulları ve sosyo-psikolojik
kaynakları tek tek ele alınabilir ve anlaşılabilir…
Bir
televizyon dizisinin bir anda tüm toplumu hypnotize etmesi veya bir
halkın aynı olay karşısında topyekün ağlaması/gülmesi gibi…
“Küreselleşme”
çağında artık ne televizyon dizilerinin üzerimizde bıraktığı duygulanım
ne de spor denince aklımıza ilk gelen kelime olan futbol “ulusal”
sınırlarla tarif edilemiyor. Dünyanın farklı coğrafyalarında yaşayan
farklı sınıflardan milyarlarca insana aşkı aynı kelimelerle tarif
ettiren kültürel hegemonyanın derecesini düşünsenize…
O
halde kitaplarıyla, gazeteleriyle, “sanatçı”larıyla, felsefecileriyle,
edebiyatçılarıyla, sporuyla, yemeğiyle, doğum, yaşam ve ölüm
anlayışıyla, filmleri, müzikleri ve her türlü yazılı, görsel, işitsel,
düşünsel malzemesiyle saldırıya geçen idealizmin bunca yaygın olması bir
tesadüf mü?
Bunca aynı fikir, bunca farklı yaşama sahip insanın kafasına kendiliğinden girebilir mi?
***
Gene
de esas ilgi çekici olan; muhaliflerin, devrimcilerin ve mevcut sisteme
direnenlerin; mücadelenin tinsel yönünü eksik bırakmalarıdır.
Denilebilir ki:
“Akın var güneşe akın,
güneşi zabdedeceğiz
Güneşin zabtı yakın…”
dizeleri tinsel değilse ne tinseldir?
Veya; “Ey güneş, eğer hergün burjuvazi için doğup, burjuvazi için batacaksan seni de fethederiz…”
Yada “Latin Amerika’lı genç bir doktoru astım hastalığına rağmen elde silah dağlara çıkaran şey nasıl tinsel olmaz?”
Ama
sol, sosyalizm, materyalizm dendiğinde/dediğimizde hatırlamak
istediklerimiz bunlar da olsa, bir de sağduyulu/akıllı/mantıklı
bürokrasi, soğukkanlı merkez komite ve “istikrarlı devrim yürüyüşümüz”
vardır. Karşı devrimcilerin kurşuna dizilmesi, hayalci, ütopyaci ve
lümpen unsurların katline fetva veren devletlü Stalinizm; biz istemesek
de anlımızda derin bir çizgi, ruhumuzda çıkmaz bir kirdir…
O kadar “var”dır ki, “biz” bir istisna bile kabul edilebiliriz kitlelerin gözünde.
“Biz”;
yağlı bir direkte denge bulmaya çalışarak yürüyen ve kaymamak için
attığı her adıma dikkat etmek durumunda olan bir “can”baz, ama ayni
zamanda da her adıma dikkat edilmesini yadırgayan/yargılayan, doğallık
ve içtenlik olmadıkça ne olursa olsun yapay ve sahte olacağını bilen ve
bunu savlayan bir cambaz!
***
Neşenin,
dayanışmanın, kolektivitenin, birey olmayı aşıp “en-birey” olabilmenin
tüm imkanlarını barındıran sosyalizm, toplumsal olduğu kadar kişisel
alana da hitap eder. Ancak ne yazık ki bu güne değin, bireysellik o
kadar inkar edilmiş ve belli kalıplar içerisine sokularak
şekillendirilmeye çalışılmıştır ki; herhangi bir solcu “kendi
bireyselliğine kaçmaktan” bahsedebilmektedir. Oysa bireysellik de
toplumsal bir süreçtir ve toplumdan bağımsız düşünülemez.
Bunu
bilen solcuların, devrimcilerin, bilmemezlikten gelmesi; kendi
bireyselliklerinin edebi hüznüne sığınmak istemesi ve aydınlık bir
geleceği bugünden kurmak yerine karanlık hüzünlerin solgun dünyasına
kaçmayı tercih etmesi; Stalin’den daha mı az zarar vermektedir
sanıyorsunuz Marxsist tinselliğe…
***
Bir imkanın değerlendirilememiş olması, onun imkansız olduğunu göstermez.
Rekbetin
vahşi sadırıları karşısında, kapitalizmin sıkıcı ve bunaltıcı
tedüzeliğinin karşısında, hala daha sosyalimin yaratıcılık ve neşe ile
dolu, sorumluluk, bireysellik ve toplumsallığın sentezi ile örülebilecek
bir yaşam imkanını yaratmak mümkündür…
Mümkünden de öte, bu artık yaşamsal bir ihtiyaçtır…
***
Benim
ruhumu rahatlatan; başka insanlarla birlikte, hiç tanımadığım
insanlarla birlikte, insan yiyen bu sistemin karşısına aşkın bir neşeyle
çıkma imkanım olduğunu bilmektir.
Ve
bu imkanı yaratmanın zor olduğu kadar yaratıcı, yaratıcı olduğu kadar
heyecanlı ve heyecanlı olduğu kadar da zevkli boyutları kabartmalı bir
devrimcinin iştahını…
Çünkü
“acılı günler geliyor, acılı olduğu kadar, neşeli kavga günleri”
diyenlerin; duvar dibinde kurşuna dizilmeyi beklerken düğüne gider gibi
şarkılar söyleyenlerin, kıstırıldıkları evin içinden “teslim ol” çağrısı
yapan koskoca ordulara “asıl siz teslim olun” diye cevap verenlerin,
geleceklerini düşünmedikleri için değil hem kendi hem de sonraki
kuşakların geleceğini düşündükleri için her şeylerini bırakıp İspanya’ya
savaşmaya gidenlerin dünyasından başka her yer sıkıcı bir mezarlıktan
başka bir şey değildir…
Bu yüzden Ulrike Meinhof tarihin derinliklerinden hala bizi paylamakta:
“Lanet
olsun! Aranan evlerde, divanlarda oturup küçük hesaplı kuş beyinliler
gibi aşkalrınızı anlatmaktan vazgeçin. Gerçek bir dağıtım ağı kurun,
sınıf savaşını yükseltin, proleteryayı örgütleyin, Kızıl Ordu’yu inşa
edin!”
***
Mücadelenin neşesini yaşatmak, mücadele edenin boynunun borcudur.
Dayanışma arttıkça metafizik azalır. Bu da benim mütevazi katkım olsun toplumsal bilgi birikimimize…
Tarih
boyunca yenilmeyi defalarca haketmiş ve defalarca hakkıyla yenilmiş bir
toplumsal mücadele anlayışını hala savunuyor olmayı işte bu yüzden
dert etmiyorum artık…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder