1985’te sekiz
yaşımdaydım...
Benim ve
ablamın çok sevdiğimiz on iki keçimiz vardı. Keçiler aynı köyde kaldığımız
nenemin evinin geniş bahçesinde otlarlar, arasıra babam ve bizimle ovalarda gezmeye
çıkarlardı...
Keçi
doğurttuğum, biberonla beslediğim, dolaştırdığım oldu... “Ağız” da yedim,
sütlerini de içtim ama bir tekini bile kesilirken görmedim. Çünkü onlar benim arkadaşlarımdı...
Bir çoban
kavalı ve bir de dağarcıkla birlikte çeşitli zamanlarda armağan edilmiş 4-5
keçiden türemişti ufak sürümüz...
O günlerde
lakabım “küçük çoban”dı...
Bizimkiler
“aslan”, “kral”, “prens” diye sevmezdi; “çoban” diye severdi beni... Çünkü
prensleri, kralları değil çobanları, emekçileri severlerdi...
Gündüzleri
nenemin evinde, geceleri de nenemle beraber kendi evimizde kalırdık o zamanlar.
Nenem yanlız kalmasın ve boş kalan ev “tutulmasın” diye böyle bir yöntem
geliştirmiştik sanırım...
Her zaman
olduğu gibi, 1985 yılının bir sabahında yine uyanır uyanmaz nenemin evine
gittik ailecek...
Babam
arabadan indi, keçilerin otlaması gereken yöne baktı, bir sigara yaktı ve
“çocukları içeri götür Güllü” dedi paslı bir ses tonuyla...
O tonu ilk
kez duyuyordum babamdan. Kötü bir şey olmuştu besbelli. Arabadan inip eve
yürürken, o yöne ben de baktım...
Yerde
kaskatı yatan keçilerimizi gördüm...
“Anayasa’ya
Hayır” diyen “Rumcuların” keçileri infaz edilmişti...
CTP ve
KTÖS “Hayır” kampanyası yürütüyorlardı Anayasa’ya karşı... Benim o zamanlar
“Anayasa”dan falan haberim yoktu... Bol bol gözyaşı döktüm keçilerimin
arkasından... Dağarcığıma zeytin, hellim, domates ve ekmek koyup ovalara
çıkabilmek için yeni bir sürü edinecek derecede kendimizi toparlamamız
gerekti...
Ve kaval
çalmayı hiçbir zaman öğrenemedim...
***
1985
Anayasa Referandumu ve bu referandum boyunca onuru ile “hayır” diyen o küçük
azınlık ne zaman gündeme gelse, keçilerim de gelir aklıma...
Kıbrıslı
Türklerin “hayır” diyen bilinçli azınlığına dahil görürüm onları ve ödenen
bedellerden sayarım canlarını...
Babam
adanmış bir CTP’li olarak, adı çıkmış bir komünist olarak ve iflah olmaz bir
“Rumcu” olarak bu referandumda sadece “hayır” demekle kalmadı; “hayır”ların
artması için de canını dişine takıp uğraştı...
Bugün
düşündüğümde, refrandumun sonunda “evet” çıkacağı daha baştan belliydi ve
“hayır” çıkmasını umut ettiğini sanmıyorum ne babamın ne de aklı başında
herhangi birisinin...
Buna
rağmen, kaybedildiği daha başından belli olan bir davayı sırtlanmakta tereddüt
etmediler ve bu davanın gerektirdiği her bedeli de memnuniyetle kabul
ettiler...
Zaferle
sonuçlanan mücadelelere saygı duymuşumdur ama, belki de 1990’ların karanlığını
yaşamış bir kuşaktan geldiğim içindir, yenilgiyi göze alarak girişilen onurlu
direnişlerdir tüylerimi diken diken eden her zaman. Çünkü zafere varana kadar
bizi motive edecek olan, yenilmeyi göze alabilme cesaretidir ve yenilgiyi göze
almadan hiçbir zafer hakedilmiş değildir...
İşte bu
yüzdendir ki tarihi ilerleten, garanti zaferlerin miskin şakşakçıları değil; onurlu
yenilgilerin inanmış mağlupları olmuştur hep...
***
Yirmi
dokuz yıl sonra bugün bana bunları düşündüren; 29 Haziran günü yeni bir Anayasa
referandumunda yeniden “evet” veya “hayır” diyecek olmamız...
Benim
açık, net ve uzlaşmaz bir “hayır”cı olduğum biliniyor, bilmeyenler de bu
cümleden sonra öğrenmişlerdir. Ama sanılmasın ki, babamın mücadelesini örnek
vererek onun adına bir “hayır” çağrısında bulunacağım...
Tam
tersine, gerçeğe hakkını vereceksem; eğer bugün yaşasaydı babamın referandumda
oyunun muhtemelen “evet” olacağını da söylemem gerekir...
Kendisiyle
aynı ideallere inanmakla birlikte, birçok temel meselede farklı noktalarda
konumlandık çoğu zaman... Karşılıklı olarak birbirimizi çok iyi anladığımızı,
hatta birbirimizin argümanlarını karşıdaki dile getirmeden bilebilecek kadar
anladığımızı söyleyebilirim... Ama biliyorsunuzdur; anlamak ve kabul etmek farklı
şeylerdir...
O bugün
yaşasaydı, içinden ne geçerse geçsin, nasıl eleştirileri, şüpheleri olursa
olsun; partisi “evet” dediği için gider ve “evet” oyu verirdi değişikliklere...
Çünkü bu
rejimi devirebilecek yegane gücün, emekçilerin örgütlü partisi olduğuna ve o
partinin de CTP olduğuna inanıyordu...
Bu noktada
duralım ve benim neden “hayır” dediğimi konuşalım...
Daha sonra
da yaşasaydı eğer babamın ve o “eski” ideallere inanan tüm CTP’lilerin neden “hayır”
demesi gerektiğinine döneriz...
***
Çok
yazdık, çok söyledik ancak yeniden söylemekte bir sakınca yok...
Önümüze
“evet” dememiz için servis edilen bu değişiklikler; Kıbrıslı Türklerin günlük
yaşamında hiçbir iyileşmeye vesile olmayacak... Değişikliği savunanlar, “evet”
denmesini isteyenler; “ölüm cezasının kaldırıldığını”, “çocuk haklarının
anayasaya girdiğini”, “milletvekillerine servet beyanı uygulamasının”
varlığını, “Anayasa mahkemesine bireysel başvuru hakkını” ve bunun gibi
konuları sürekli olarak olumluluklar arasında sayıyorlar...
Ne yazık
ki bunların birçoğu açık birer kandırmacadır. Değişikliklerin kamuoyu ile
paylaşılan, Meclis’te budanmazdan önceki hali; günlük yaşama dokunan bazı
demokratik olumluluklar içermekteydi. Bu olumlu noktalar, budanmadan önce
haftalarca halka anlatıldı... Ve daha sonra da hepsi Meclis’te oy birliği ile
değiştirildi, çıkarıldı, budandı...
Bu
değişikliklerin öneri boyutundan o kadar çok, budanmış halinden ise o kadar az
söz edildi ki; örneğin bir çok insan hala “azınlık haklarının” değişiliklerde
olduğunu sanmaktadır. Oysa ballandıra ballandıra anlatılan azınlık hakları
artık yoktur. Bunun gibi daha birçok olumluluk, değişikliklerden çıkarılmış ve
aslında mevcut rejimde hiçbir ilerleme yaratmayacak ucubede “oybirliği”
sağlanmıştır...
Elimizde
kala kala; zaten mevcut Anayasa ile de yasaklanmış olan ölüm cezasının bir kez
daha yasaklanması, hükümetin zaten yasa ile yapabileceği ıslah evi ve çocuk
mahkemeleri konusunun Anayasa’ya da yazılmış olması, 1985 Anayasası’nda ve 2008
Mal Bildiriminde Bulunma Yasası’nda zaten olan milletvekillerine servet beyanı
konusunun bir kez daha tekrarlanması gibi komik bir sonuç kalmıştır...
Anayasa
Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkının düzenlendiği maddenin, açıkça yabancı
düşmanı bir içeriğe sahip olması ve yurttaş olmayanların insan haklarını
görmezden gelmesi ise başlı başına bir yüz karasıdır...
Değişikliklerde
varolan tüm olumluluklar, zaten yasa ile yapılabilecek olumluluklardır... 1985
Anayasa’sını reddeden bizler bugün 2014 değişikliklerini reddederken bize şu
soru soruluyor: “Bu değişikliklere hayır demeniz için, varolan Anayasadan daha
geri hangi maddeyi gösterebilirsiniz?”
Milletvekili
transferlerinin anayasal bir zemine oturacak olması, performans yönetim sistemi
gibi emek düşmanı bir uygulamanın anayasaya girecek olması, yabancıların
Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkının engellenecek olması gibi daha
sayılabilecek bir çok şey var bu soruya cevap olarak...
Ancak
“hayır” diyen bizlerin temel meselesi bu değil ki...
Bu halk
bir kavga veriyor, bu kavganın adını 2011 yılında hep birlikte “Toplumsal
Varoluş Kavgası” koyduk... Ama bu kavga 2011 yılında başlamadı... Uzun
yıllardan beridir sürüyor ve Anayasa tartışmaları da her zaman bu kavganın
göbeğinde oldu...
Sorulması
gereken soru şudur: “1985 yılında bu Anayasaya hayır diyen bizler, bunu yukarda
sayılan ıvır zıvır eksiktir diye mi yaptık?”
Bizim 1985
Anayasası’na “hayır” deme sebeplerimiz nelerdi? Aradan geçen 29 yılda bu Anayasa’da
hangi yeni eksiklikleri tespit ettik ve şimdi bunlardan hangisine dair bir
değişiklik söz konusudur?
***
Yıllardan
beridir Anayasa Değişikliğini tartışıyoruz, talep ediyoruz, bunun için mücadele
ediyoruz... Biz Anayasayı “hobi olsun diye” mi değiştirmek istiyoruz? Yoksa
Anayasa değişikliğinden hep somut beklentilerimiz mi oldu?
Ne zaman Anayasa
değişikliğini gündeme getirmişsek, içinde her zaman Geçici 10. Madde olmadı mı?
Ne zaman bu konu tartışılsa
“sendikalaşma zorunluluğu”, “yabancılara eylem yapma özgürlüğü”, “azınlık
hakları”, “vicdani ret” ve “dayatma paketlerin yargı denetimine alınması” gibi
taleplerle birlikte yapmadık mı bunu? Yani “anayasa değişikliği” dediğimiz
zaman bunu “değiştirilecek şeylerle birlikte” tartışmadık mı? Biz ne zaman
“değişiklik olsun da ne olursa olsun” dedik?
Şimdi
yirmi dokuz yılın mücadele birikiminden gelen hiçbir başlığı içermeyen bir
“değişikliği” nasıl olur da “değişiklik” olarak kabul ederiz... Evet, sırf
kelime anlamı düşünüldüğünde sadece bir virgülün yeri değişse bu da bir
değişiklik sayılmalıdır. Ancak bu bizim geçmiş mücadelelerimize bir hakaret
değil midir? Biz virgüller için mi mücadele ettik?
Bizi
“statükoculuk” ile suçlayanlar; mecliste UBP ve DP-UG vekilleri ile hemfikir
olduklarını; bu değişikliklerin onların “ortak” değişiklikleri olduğunu ne
çabuk unutuyorlar?
Ve “şimdi
bunları değişelim sonra başka şeyleri de değişiriz” diyenler, UBP ve DP-UG’nin
Anayasayı “inattan” değişmediğini mi sanmaktadırlar?
Statükocuların
reddettikleri anayasanın değiştirilmesi değildir, tam aksine öze dokunmayan her
değişikliğe şimdi olduğu gibi her zaman onay vereceklerdir. Statükocuların
reddettiği Anayasa’nın “bizim taleplerimiz doğrultusunda değiştirilmesidir.” Bu
yüzden UBP ve DP-UG’nin bir gün Geçici 10. Madde’nin değiştirilmesine onay
vereceğini sananlar, siyasi hayatlarının sonuna kadar prens olacak
beklentisiyle kurbağaları öpmeye devam edecek olanlardır...
Sizin
“vesayet”, bizim “işgal”, halkın “varoluş kavgası” dediği şey ile Anayasa
arasında doğrudan bir ilişki vardır... Bu değişiklikler eğer bu kavgaya dair
değilse devrimcilerin buna onay vermesi de mümkün değildir...
İşte biz Anayasa’ya
bu yüzden “hayır” diyoruz...
***
Gelelim
yaşasaydı eğer babamın ve o eski ideallere hala inanan tüm CTP’lilerin neden
“hayır” demesi gerektiğinine...
Babam
bugün yaşasaydı, içinden ne geçerse geçsin, nasıl eleştirileri, şüpheleri
olursa olsun; partisi “evet” dediği için gidecek ve “evet” oyu verecekti
değişikliklere...
Çünkü bu
rejimi devirebilecek yegane gücün, emekçilerin örgütlü partisi olduğuna ve o
partinin de CTP olduğuna inanıyordu...
Peki öyle
midir?
Karpaz’a elektrik
götürülürken, Külliye açılışları yapılırken, Elektrik zamları belimizi
bükerken, Göç Yasası UBP’nin argümanları ile savunulurken, gençlerin yaz burslarına
göz dikilirken, İTEM, KDV gibi uygulamalar başımıza sarılırken, özelleştirmeler
“kaçınılmaz” diye sunulurken, liberaller partide cirit atarken bu partiye hala
emekçilerin örgütlü gücü gözü ile bakabilir miyiz?
Biz
devrimciler öyle bakmıyoruz. Bize göre CTP, kaybedilmiş bir mevzidir ve
arkasından yaş dökmek yerine yeni mevziler inşa edilmelidir...
Ancak
diyelim ki biz yanılıyoruz. Diyelim ki CTP yöneticileri yanlış bir stratejinin
tutsağı konumundadırlar. Ve ne hükümet icraatlarında ne de anayasa değişikliklerinde
kendi tabanlarına kulak asmamaktadırlar... Buna rağmen taban da her seçim
partisini desteklemek zorunda kalmaktadır. Çünkü içerde görülmesi gereken
hesabı, dışarıya taşırmamalıdır!
İşte bu
anayasa değişikliği referandumu böyle düşünen CTP tabanı için bir fırsattır... “Hayır”
denildiğinde, parti hükümetteki konumunu kaybetmeyecek, yerel yönetimlerde
gerilemeyecek, siyasal kazanımlarını yitirmeyecek ama tabanının rejiime karşı
duygularını anlaması gerektiği gerçeği ile yüzleşecektir...
Geçici 10.
Madde, vicdani ret, azınlık hakları, sendikalaşma zorunluluğu “sonra da olur”
diyebilirsiniz...
Ancak
partinize zarar vermeden, onu olması gereken yere yani rejim ile kavgaya
çağırmak için elinize şimdi “hayır” demekten daha uygun bir fırsatın geçebileceğini
söyleyemezsiniz...
Devrimcilerin
neden “hayır” dediği ortada... Şimdi seçim sizin; zaten yasalarla da
yapılabilecek bir iki olumluluğu mu, yoksa her geçen gün TC ile daha uyumlu
çalışan partinizin kurtuluşunu mu tercih edeceksiniz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder