27 Haziran 2014 Cuma

CTP Tabanı Neden Hayır Demeli?



1985’te sekiz yaşımdaydım...
Benim ve ablamın çok sevdiğimiz on iki keçimiz vardı. Keçiler aynı köyde kaldığımız nenemin evinin geniş bahçesinde otlarlar, arasıra babam ve bizimle ovalarda gezmeye çıkarlardı...
Keçi doğurttuğum, biberonla beslediğim, dolaştırdığım oldu... “Ağız” da yedim, sütlerini de içtim ama bir tekini bile kesilirken görmedim. Çünkü onlar benim arkadaşlarımdı...
Bir çoban kavalı ve bir de dağarcıkla birlikte çeşitli zamanlarda armağan edilmiş 4-5 keçiden türemişti ufak sürümüz...

O günlerde lakabım “küçük çoban”dı...
Bizimkiler “aslan”, “kral”, “prens” diye sevmezdi; “çoban” diye severdi beni... Çünkü prensleri, kralları değil çobanları, emekçileri severlerdi...
Gündüzleri nenemin evinde, geceleri de nenemle beraber kendi evimizde kalırdık o zamanlar. Nenem yanlız kalmasın ve boş kalan ev “tutulmasın” diye böyle bir yöntem geliştirmiştik sanırım...
Her zaman olduğu gibi, 1985 yılının bir sabahında yine uyanır uyanmaz nenemin evine gittik ailecek...
Babam arabadan indi, keçilerin otlaması gereken yöne baktı, bir sigara yaktı ve “çocukları içeri götür Güllü” dedi paslı bir ses tonuyla...
O tonu ilk kez duyuyordum babamdan. Kötü bir şey olmuştu besbelli. Arabadan inip eve yürürken, o yöne ben de baktım...
Yerde kaskatı yatan keçilerimizi gördüm...
“Anayasa’ya Hayır” diyen “Rumcuların” keçileri infaz edilmişti...
CTP ve KTÖS “Hayır” kampanyası yürütüyorlardı Anayasa’ya karşı... Benim o zamanlar “Anayasa”dan falan haberim yoktu... Bol bol gözyaşı döktüm keçilerimin arkasından... Dağarcığıma zeytin, hellim, domates ve ekmek koyup ovalara çıkabilmek için yeni bir sürü edinecek derecede kendimizi toparlamamız gerekti...
Ve kaval çalmayı hiçbir zaman öğrenemedim...
***
1985 Anayasa Referandumu ve bu referandum boyunca onuru ile “hayır” diyen o küçük azınlık ne zaman gündeme gelse, keçilerim de gelir aklıma...
Kıbrıslı Türklerin “hayır” diyen bilinçli azınlığına dahil görürüm onları ve ödenen bedellerden sayarım canlarını...
Babam adanmış bir CTP’li olarak, adı çıkmış bir komünist olarak ve iflah olmaz bir “Rumcu” olarak bu referandumda sadece “hayır” demekle kalmadı; “hayır”ların artması için de canını dişine takıp uğraştı...
Bugün düşündüğümde, refrandumun sonunda “evet” çıkacağı daha baştan belliydi ve “hayır” çıkmasını umut ettiğini sanmıyorum ne babamın ne de aklı başında herhangi birisinin...
Buna rağmen, kaybedildiği daha başından belli olan bir davayı sırtlanmakta tereddüt etmediler ve bu davanın gerektirdiği her bedeli de memnuniyetle kabul ettiler...
Zaferle sonuçlanan mücadelelere saygı duymuşumdur ama, belki de 1990’ların karanlığını yaşamış bir kuşaktan geldiğim içindir, yenilgiyi göze alarak girişilen onurlu direnişlerdir tüylerimi diken diken eden her zaman. Çünkü zafere varana kadar bizi motive edecek olan, yenilmeyi göze alabilme cesaretidir ve yenilgiyi göze almadan hiçbir zafer hakedilmiş değildir...
İşte bu yüzdendir ki tarihi ilerleten, garanti zaferlerin miskin şakşakçıları değil; onurlu yenilgilerin inanmış mağlupları olmuştur hep...
***
Yirmi dokuz yıl sonra bugün bana bunları düşündüren; 29 Haziran günü yeni bir Anayasa referandumunda yeniden “evet” veya “hayır” diyecek olmamız...
Benim açık, net ve uzlaşmaz bir “hayır”cı olduğum biliniyor, bilmeyenler de bu cümleden sonra öğrenmişlerdir. Ama sanılmasın ki, babamın mücadelesini örnek vererek onun adına bir “hayır” çağrısında bulunacağım...
Tam tersine, gerçeğe hakkını vereceksem; eğer bugün yaşasaydı babamın referandumda oyunun muhtemelen “evet” olacağını da söylemem gerekir...
Kendisiyle aynı ideallere inanmakla birlikte, birçok temel meselede farklı noktalarda konumlandık çoğu zaman... Karşılıklı olarak birbirimizi çok iyi anladığımızı, hatta birbirimizin argümanlarını karşıdaki dile getirmeden bilebilecek kadar anladığımızı söyleyebilirim... Ama biliyorsunuzdur; anlamak ve kabul etmek farklı şeylerdir...
O bugün yaşasaydı, içinden ne geçerse geçsin, nasıl eleştirileri, şüpheleri olursa olsun; partisi “evet” dediği için gider ve “evet” oyu verirdi değişikliklere...
Çünkü bu rejimi devirebilecek yegane gücün, emekçilerin örgütlü partisi olduğuna ve o partinin de CTP olduğuna inanıyordu...
Bu noktada duralım ve benim neden “hayır” dediğimi konuşalım...
Daha sonra da yaşasaydı eğer babamın ve o “eski” ideallere inanan tüm CTP’lilerin neden “hayır” demesi gerektiğinine döneriz...
***
Çok yazdık, çok söyledik ancak yeniden söylemekte bir sakınca yok...
Önümüze “evet” dememiz için servis edilen bu değişiklikler; Kıbrıslı Türklerin günlük yaşamında hiçbir iyileşmeye vesile olmayacak... Değişikliği savunanlar, “evet” denmesini isteyenler; “ölüm cezasının kaldırıldığını”, “çocuk haklarının anayasaya girdiğini”, “milletvekillerine servet beyanı uygulamasının” varlığını, “Anayasa mahkemesine bireysel başvuru hakkını” ve bunun gibi konuları sürekli olarak olumluluklar arasında sayıyorlar...
Ne yazık ki bunların birçoğu açık birer kandırmacadır. Değişikliklerin kamuoyu ile paylaşılan, Meclis’te budanmazdan önceki hali; günlük yaşama dokunan bazı demokratik olumluluklar içermekteydi. Bu olumlu noktalar, budanmadan önce haftalarca halka anlatıldı... Ve daha sonra da hepsi Meclis’te oy birliği ile değiştirildi, çıkarıldı, budandı...
Bu değişikliklerin öneri boyutundan o kadar çok, budanmış halinden ise o kadar az söz edildi ki; örneğin bir çok insan hala “azınlık haklarının” değişiliklerde olduğunu sanmaktadır. Oysa ballandıra ballandıra anlatılan azınlık hakları artık yoktur. Bunun gibi daha birçok olumluluk, değişikliklerden çıkarılmış ve aslında mevcut rejimde hiçbir ilerleme yaratmayacak ucubede “oybirliği” sağlanmıştır...
Elimizde kala kala; zaten mevcut Anayasa ile de yasaklanmış olan ölüm cezasının bir kez daha yasaklanması, hükümetin zaten yasa ile yapabileceği ıslah evi ve çocuk mahkemeleri konusunun Anayasa’ya da yazılmış olması, 1985 Anayasası’nda ve 2008 Mal Bildiriminde Bulunma Yasası’nda zaten olan milletvekillerine servet beyanı konusunun bir kez daha tekrarlanması gibi komik bir sonuç kalmıştır...
Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkının düzenlendiği maddenin, açıkça yabancı düşmanı bir içeriğe sahip olması ve yurttaş olmayanların insan haklarını görmezden gelmesi ise başlı başına bir yüz karasıdır...
Değişikliklerde varolan tüm olumluluklar, zaten yasa ile yapılabilecek olumluluklardır... 1985 Anayasa’sını reddeden bizler bugün 2014 değişikliklerini reddederken bize şu soru soruluyor: “Bu değişikliklere hayır demeniz için, varolan Anayasadan daha geri hangi maddeyi gösterebilirsiniz?”
Milletvekili transferlerinin anayasal bir zemine oturacak olması, performans yönetim sistemi gibi emek düşmanı bir uygulamanın anayasaya girecek olması, yabancıların Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkının engellenecek olması gibi daha sayılabilecek bir çok şey var bu soruya cevap olarak...
Ancak “hayır” diyen bizlerin temel meselesi bu değil ki...
Bu halk bir kavga veriyor, bu kavganın adını 2011 yılında hep birlikte “Toplumsal Varoluş Kavgası” koyduk... Ama bu kavga 2011 yılında başlamadı... Uzun yıllardan beridir sürüyor ve Anayasa tartışmaları da her zaman bu kavganın göbeğinde oldu...
Sorulması gereken soru şudur: “1985 yılında bu Anayasaya hayır diyen bizler, bunu yukarda sayılan ıvır zıvır eksiktir diye mi yaptık?”
Bizim 1985 Anayasası’na “hayır” deme sebeplerimiz nelerdi? Aradan geçen 29 yılda bu Anayasa’da hangi yeni eksiklikleri tespit ettik ve şimdi bunlardan hangisine dair bir değişiklik söz konusudur?
***
Yıllardan beridir Anayasa Değişikliğini tartışıyoruz, talep ediyoruz, bunun için mücadele ediyoruz... Biz Anayasayı “hobi olsun diye” mi değiştirmek istiyoruz? Yoksa Anayasa değişikliğinden hep somut beklentilerimiz mi oldu?
Ne zaman Anayasa değişikliğini gündeme getirmişsek, içinde her zaman Geçici 10. Madde olmadı mı? Ne zaman  bu konu tartışılsa “sendikalaşma zorunluluğu”, “yabancılara eylem yapma özgürlüğü”, “azınlık hakları”, “vicdani ret” ve “dayatma paketlerin yargı denetimine alınması” gibi taleplerle birlikte yapmadık mı bunu? Yani “anayasa değişikliği” dediğimiz zaman bunu “değiştirilecek şeylerle birlikte” tartışmadık mı? Biz ne zaman “değişiklik olsun da ne olursa olsun” dedik?
Şimdi yirmi dokuz yılın mücadele birikiminden gelen hiçbir başlığı içermeyen bir “değişikliği” nasıl olur da “değişiklik” olarak kabul ederiz... Evet, sırf kelime anlamı düşünüldüğünde sadece bir virgülün yeri değişse bu da bir değişiklik sayılmalıdır. Ancak bu bizim geçmiş mücadelelerimize bir hakaret değil midir? Biz virgüller için mi mücadele ettik?
Bizi “statükoculuk” ile suçlayanlar; mecliste UBP ve DP-UG vekilleri ile hemfikir olduklarını; bu değişikliklerin onların “ortak” değişiklikleri olduğunu ne çabuk unutuyorlar?
Ve “şimdi bunları değişelim sonra başka şeyleri de değişiriz” diyenler, UBP ve DP-UG’nin Anayasayı “inattan” değişmediğini mi sanmaktadırlar?
Statükocuların reddettikleri anayasanın değiştirilmesi değildir, tam aksine öze dokunmayan her değişikliğe şimdi olduğu gibi her zaman onay vereceklerdir. Statükocuların reddettiği Anayasa’nın “bizim taleplerimiz doğrultusunda değiştirilmesidir.” Bu yüzden UBP ve DP-UG’nin bir gün Geçici 10. Madde’nin değiştirilmesine onay vereceğini sananlar, siyasi hayatlarının sonuna kadar prens olacak beklentisiyle kurbağaları öpmeye devam edecek olanlardır...
Sizin “vesayet”, bizim “işgal”, halkın “varoluş kavgası” dediği şey ile Anayasa arasında doğrudan bir ilişki vardır... Bu değişiklikler eğer bu kavgaya dair değilse devrimcilerin buna onay vermesi de mümkün değildir...
İşte biz Anayasa’ya bu yüzden “hayır” diyoruz...
***
Gelelim yaşasaydı eğer babamın ve o eski ideallere hala inanan tüm CTP’lilerin neden “hayır” demesi gerektiğinine...
Babam bugün yaşasaydı, içinden ne geçerse geçsin, nasıl eleştirileri, şüpheleri olursa olsun; partisi “evet” dediği için gidecek ve “evet” oyu verecekti değişikliklere...
Çünkü bu rejimi devirebilecek yegane gücün, emekçilerin örgütlü partisi olduğuna ve o partinin de CTP olduğuna inanıyordu...
Peki öyle midir?
Karpaz’a elektrik götürülürken, Külliye açılışları yapılırken, Elektrik zamları belimizi bükerken, Göç Yasası UBP’nin argümanları ile savunulurken, gençlerin yaz burslarına göz dikilirken, İTEM, KDV gibi uygulamalar başımıza sarılırken, özelleştirmeler “kaçınılmaz” diye sunulurken, liberaller partide cirit atarken bu partiye hala emekçilerin örgütlü gücü gözü ile bakabilir miyiz?
Biz devrimciler öyle bakmıyoruz. Bize göre CTP, kaybedilmiş bir mevzidir ve arkasından yaş dökmek yerine yeni mevziler inşa edilmelidir...
Ancak diyelim ki biz yanılıyoruz. Diyelim ki CTP yöneticileri yanlış bir stratejinin tutsağı konumundadırlar. Ve ne hükümet icraatlarında ne de anayasa değişikliklerinde kendi tabanlarına kulak asmamaktadırlar... Buna rağmen taban da her seçim partisini desteklemek zorunda kalmaktadır. Çünkü içerde görülmesi gereken hesabı, dışarıya taşırmamalıdır!
İşte bu anayasa değişikliği referandumu böyle düşünen CTP tabanı için bir fırsattır... “Hayır” denildiğinde, parti hükümetteki konumunu kaybetmeyecek, yerel yönetimlerde gerilemeyecek, siyasal kazanımlarını yitirmeyecek ama tabanının rejiime karşı duygularını anlaması gerektiği gerçeği ile yüzleşecektir...
Geçici 10. Madde, vicdani ret, azınlık hakları, sendikalaşma zorunluluğu “sonra da olur” diyebilirsiniz...
Ancak partinize zarar vermeden, onu olması gereken yere yani rejim ile kavgaya çağırmak için elinize şimdi “hayır” demekten daha uygun bir fırsatın geçebileceğini söyleyemezsiniz...
Devrimcilerin neden “hayır” dediği ortada... Şimdi seçim sizin; zaten yasalarla da yapılabilecek bir iki olumluluğu mu, yoksa her geçen gün TC ile daha uyumlu çalışan partinizin kurtuluşunu mu tercih edeceksiniz?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder