Hakkında en çok konuşulan ancak buna rağmen
konuşulduğunun yarısı kadar dahi üzerine kafa yorulmamış kelimelerden birisidir
belki de denge...
Yaşamı gece-gündüz, siyah-beyaz, iyi-kötü, haklı-haksız,
samimi-samimiyetsiz gibi zıtlıklar üzerinden tanımlamaya alışmış çağımız insanı;
bu zıtlılar arasındaki ilişkiyi “denge” kelimesi üzerinden tarif etmeye
doğallığında meyillidir. Zıtlar üzerinden tanımlanan bir dünya kavrayışının
basitliğine haklı olarak itiraz eden ve kendini daha mantıklı olarak tanımlayan
kişilerce bu tür durumlar değerlendirilirken genelde yakınılan ise arzu edilen
“denge”nin yeterince kurulamamış olmasıdır...
Aslında mesele sadece soyut kavramlar düzleminde değil,
somut kategoriler düzleminde de böyle yaşanmaktadır...
Çalışmak ve eğlenmek, yemek ve diyet, okumak ve
televizyon izlemek, bağlanmak ve özgürlük, duygusallık ve mantık pratikleri
karşı karşıya oturtulur; ardından da bunlar arasında bir denge kurulması
gerektiğine dair bildik genellemeler sıralanır...
Yaşam içerisinde, çeşitli zamanlarda oluşan çeşitli
dengelerin varlığı yadsınamasa da; bu tür konuşmalarda, yaşam dahil her şeyin
üzerinde konumlanan soğuk bir aklın varlığını sezmemek mümkün değildir.
***
Öncelikle yaşamın zıtlıklardan ibaret olmadığı, hatta net
ve pürüzsüz zıtlıklıların da var olmadığını söylemek gerekiyor. Zıtlar olarak
tanımlanan her çiftin, birbiri ile kurduğu ilişkide karşılıklılık barındırdığı,
birbirini içerisinde barındırdığı ve etkilediği bilinen bir gerçek...
Bu durum kavramsal düzeyde dahi böyle; anlayabileceğimiz bir
“gece” kavramı olmadan “gündüz” kavramını, “haklı”lığı tariflemeden “haksızlık”
olgusunu konuşamıyor olmamız bundan kaynaklanıyor.
Birbirlerini içeriyor olduklarını kavradıktan sonra,
“zıtlar” olarak tariflediğimiz durum ve davranışlar hakkında düşünürken veya
eylerken odak noktamızı “denge-dengesizlik” üzerine kurmamız ise genel
ezberimizin bizi esir alan bir yansıması...
Buna göre, “olgular arasında bir denge vardır” yada “olgular
arasında denge” yoktur...
Denge/dengesizlik durumlarından herhangi birini olumlu
veya olumsuz tanımlayan bir noktadan hareket etmemiz bu bakımdan bir şey
değiştirmez.
Dengenin var olmadığını ama olması gerektiğini veya
dengenin var olduğunu ama olmaması gerektiğini söylememiz, meseleye
denge/dengesizlik mutlaklığından bakıyor olduğumuz gerçeğinin dışında
değildir...
Kısacası, zıtlıkları tanımlayıp mutlaklaştırmak kadar
yanlış olan veya bu yaklaşımın türevi niteliğindeki bir diğer yaklaşım;
denge/dengesizlik ilişkisini bir zıtlık derecesinde kavramsallaştırmaktır...
***
Olgular birbirleri ile ilişki/çelişki içerisinde
oldukları sürece, denge/dengesizlik durumları da bu ilişki/çelişkinin bir
parçası olacaktır. Hareket, yaşamın temel bileşeni, hatta çoğu zaman da yaşamın
varlığını anlamamızın bir göstereni olduğu için de yaşam içinde sabit noktalar
bulup (ki bu dengesizliği sabitleme eğilimi de olabilir) bunların sürekliliğini
sağlamaya çalışmak; ölümcül bir eğilimdir. Yaşam ve ölüm ilişkisinde ölümden
yana bir eğilim veya siyasal dil ile ifade edilirse “muhafazakarlık”...
Yaşamın bir bileşeni hareket ise, hareketin bir bileşeni
de dengedir. Bu öylesine diyalektik bir bütün içermektedir ki, hareket bile
değişim içerisindedir. Yani zaman zaman durmakta, belli bir noktada, “denge”ye
gelmektedir. Görüldüğü gibi, hareket bile sabit değilken; sabit olma durumunun
sabit olmasını beklemek, nafile bir çaba değil midir?
Ve yaşam sürdüğü sürece yani olguların birbirleri ile
ilişki/çelişkisi var olduğu müddetçe çeşitli zamanlarda, farklı dengelerin
kurulması ve bozulması da sürecektir...
Demek ki, herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde,
herhangi bir konu bağlamında kurulacak bir dengeden değil, zamanla değişen ve
her kurulduğunda farklı olan dengelerden söz etmek, gerçeğe daha yakın
olacaktır.
İşte bu noktada, denge/dengesizlik şeklinde
kavramsallaştırılan zıtlığın naifliği daha da yalın bir şekilde önümüze
çıkıyor: Hangi denge? Kime göre dengesiz?
Veya daha farklı soracak olursak; herhangi bir dengenin,
herhangi bir dengesizlikten daha istenir veya daha az istenir olduğuna, neye
göre karar veriyoruz?
***
Evet, yaşamı iyiler ve kötüler olarak tanımlanan iki
renkli bir pencereden görmek yetersizdir... Ancak görüyoruz ki bundan kaçmaya
çalışırken, aynı mantığı bir üst seviyede yeniden üretmek de mümkündür: Bu kez,
denge/dengesizlik bağlamında...
Belki de, bu her seviyede kendini tekrarlayan mantık
hatasından kurtulmanın bir yolu vardır: Olgulara dışardan bakıp, kendimizi
mutlak eleştirel akıl seviyesinde tanımlamaktan vazgeçmekle ve yaşamın
içerisinde taraf olup, hareketin bir parçası olmakla böyle bir adım atmak
mümkün olabilir...
Denemeye değer...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder