200 dönüm ormanlık
arazinin başbakan yardımcısının oğluna verilmeye çalışılması, eski
cumhurbaşkanının kızı için de bakanlar kurulu kararı ile benzer bir peşkeş
sürecinin işletilmesi, kamu kaynaklarından yararlanma şekli ile ilgili tepki
gören bir babanın “oğlum bakan diye dükkan da mı açmayacağım” diyerek tepki
verecek kadar kendini haklı görmesi... Hepsi son on gün içerisinde yaşanmış,
akıllara durgunluk veren olaylar.
Bu olayların işaret
ettiği tek olgu, mevcut hükümetin eş, dost, akraba, yandaş kayırmacılığında
kendini aşmakta oluşu değil, aynı zamanda bunu yaparken utanmayı, sıkılmayı,
çekinmeyi de atmış olduğudur. Başbakan Yardımcısı Serdar Denktaş’ın “yasal bir
sorun yok, etik kısmını da hallederiz” derkenki rahatlığı başka nasıl izah
edilebilir? Peki, bu durum sadece UBP ile DP’ye mi mahsus?
Peşkeş sürecine haklı
olarak tepki gösteren CTP’ye kendi hükümet dönemlerinde yaşanan usulsüzlükler
hatırlatıldığında ve ilginç bir tesadüf olarak eski bir CTP’li müşavirin kamu
kaynaklarını usulsüz olarak özel şahıslara devretmekten tutuklanması olayı tam
da bugünlerde yaşandığında; CTP Genel Başkanı Tufan Erhürman’ın nasıl bir cevap
verdiğine dikkat ettiniz mi? “Biz
özeleştirimizi yapmamız gereken yerde yaptık!” Oysa mağdur edilen,
kandırılan, inancı, umudu ve geleceği çalınan insanlar olarak, o özeleştiriyi
biz hiç göremedik, duyamadık. CTP kendi içinde “tüh yakalandık, bundan sonra
daha dikkatli olmalıyız” diyerek de özeleştiri yapmış olabilir ama biz
Erhürman’a güvenmeliyiz! Tıpkı Serdar Denktaş’a güvenmemiz gerektiği gibi!
Tıpkı Hüseyin Özgürgün’e güvenmemiz gerektiği gibi...
***
Bu peşkeş mevzularının
gündeme gelmesinden çok önce de biliyorduk düzen partilerinin ne kadar birbirine
benzediğini... Bu partilerin ilkesel, idealist, ideolojik hiçbir tutanağının
kalmadığını biliyorduk önceden de... Parti değişme, rüşvet, koalisyon için
parti kurma, kişisel çıkar, eş-dost-tanıdık kayırmacılığı, yalan, hile... Ne
ararsanız var bu sistemde...
Kabul etmek gerekir
ki, her ne kadar düzen partisi de olsalar, bu partilerin de sağı var, solu
var... Ve gene kabul etmek gerekir ki, solda olanlar kirlenme ve yozlaşma
konularında sağdakilerle yarışamıyorlar...
UBP ve DP’nin
kirlenme, yozlaşma ve adileşme konusundaki üstün başarıları inkar edilemez. Ama
bu sürecin sadece sağ partilerden ibaret olmadığı da bir gerçek...
Siyaset olduğu gibi ve
bir bütün olarak kirlenmiş durumda...
***
Şair Özdemir Asaf
şöyle der bir şiirinde: “Bütün renkler
aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler.”
Bir toplumda siyasal
yaşam; ekonomiden, sosyal yaşamdan, kültür-sanattan, eğitimden, medyadan ayrı
düşünülemez... Aslında bunların hiçbiri birbirinden ayrı düşünülemez.
Ama siyaset, tüm
toplumsal yaşamı olumlu hedeflere, ilkeler ve fikirler çerçevesinde
oluşturulmuş bilimsel, aydınlık ve mutlu günlere taşımaya adanmış bir
disiplin... Yani en azından tarihsel olarak öyle olma iddasında...
İşte bu yüzden
ekonomi, sosyal yaşam, kültür-sanat, eğitim, medya ve siyaset aynı hızla
kirlenirken, birincilik yine de siyasetin oluyor... Çünkü tüm toplumsal
olguları temizlemesi gerekenin kendisi kirleniyor...
***
Bugün siyasette gün
yüzüne çıkan kirliliğin; tüm diğer alanlardaki kirlenme ile bağlantısını
görmezden gelebilir miyiz? Veya şöyle soralım, dolandırıcılık ve sahtekarlık
konusunda ekonomi, sosyal hayat, kültür-sanat, eğitim ve medya daha mı
temizdir?
Saymaya gerek var mı
bilmiyorum...
Çek yasağı listesi her
geçen gün uzar, hileli ifalaslar, kayıt dışı ve sigortasız çalıştırma, iş
cinayetleri ve karşılıksız ek mesailer doruk noktasına çıkarken, her tüccar bir
diğerini ve hepsi de vatandaşı sürekli kazıklarken bu ülkenin ekonomisi mi
temizdir?
Kişisel ilişkiler
büyük bir yozlaşma sarmalı içinde dibe vurur, kırk yıllık dostlar birbirine
güvenemez hale gelir, aynı ailenin içinde cinsel şiddetten dolandırıcılığa ve
hatta cinayete kadar olmadık iş kalmazken bu ülkenin sosyal yaşamı mı temizdir?
Kültür denen şey,
yurtdışı seyehati, sanat denen şey gösteriş ve pretsij olarak algılanır, bir
çok üretim aslında sahtekarlık ve intihal ile damgalanır, kültür ve sanat
insanları sürekli kavgalarda birbiri ile parçalanırken bu ülkenin kültür-sanatı
mı temizdir?
Eğitim kurumları para
ile diploma satar, özel okullar yaygınlaşır, çocuklar da para basma makinesi
olarak görülür, müfredatın değil fiyatın tartışılması normal karşılanırken bu
ülkenin eğitimi mi temizdir?
Yalan haber, ısmarlama
haber, rekalama bağımlı medya ve manipülasyondan tutun da, her türlü yoz ilişki
tavana vururken bu ülkenin medyası mı temizdir?
Arif Hasan Tahsin, “Çirkef Yatağının Ortasında Gülistanlık
Olmaz” demişti...
Şimdi bazıları, bu
sözü yaptığı çirkefliklere mazeret olarak kullanıyor olabilir... Oysa hocanın
dediği anlamak isteyene çok net bir mesaj veriyordu; çirkefin içinde
gülistanlık aramak, “onlar kaka biz temiz demek” hayalden başka bir şey
değildir...
***
Reklamda söylenen evrensel
bir olgu değildir: En azından siyasette “kirlenmek güzel” değildir...
Ama her şey
kirlenirken temiz kalmak da, kirlenmeyi göze almadan temizlik yapmak da mümkün
değildir.
Toplumumuzun hijyenik
bir siyasal demagojiye değil; onur duygusuna, direniş kültürüne, mücadele
ruhuna, inanca ve geleceğe yönelik umuda ihtiyacı var...
Halkın içinde, her
alanda yürütülecek mücadelelerin, ilkeli bir siyasal çizgi ile birleştirilmesi,
kısa süreli işlerden erken sonuçlar umulmasından vazgeçilmesi; uzun soluklu,
inatçı ve direngen bir adanmışılığın karakter haline getirilmesi acil bir
ihtiyaçtır...
***
Tarih öğretiyor ki; içinden
geçtiğimiz gibi bir yozlaşma ortamına yanıtı ya din verir ya da siyaset...
Kişiselden siyasala
her türlü ilkesel tavır küçümsenir, yozlaşma tavan yaparken; siyasal islam da
“etik kısmını halletmek” amacıyla harekete geçmiş durumdadır.
Din İşleri Dairesi’ne
297 yeni kadrolu istihdam öngören, Daire’nin kendine yurtdışı kaynak
yaratmasına ve Bakanlar Kurulu onayına gereksinim duymadan harcama yapmasına
imkan sağlayan, her mahalleye ulaşacak bir örgütlenme ağı kurmasını planlayan,
eğitim, medya, Hac ve umre organizasyonları ile sosyal yaşama nüfuz eden yeni
Din İşleri Dairesi (Değişiklik) Yasası bu sürecin parçasıdır.
Mesele basit bir
Kur’an kursları meselesi değildir. Çamurun içinde banyo yapan bir halkın,
vicdanını dinsel efsun ile arındırmaya yönlendirildiği bir toplum mühendisiliği
projesi söz konusudur. Çünkü tam da Marx’ın dediği gibi “din ruhsuz bir dünyanın
ruhu, ezilenlerin haykırışı, kalpsiz bir dünyanın kalbidir. Din kitlelerin
afyonudur. (ağrı kesici)"…
Mevcut siyasal
atmosfer; kirli olanlar ve kirlenecek olanlar dışında bir seçenek sunmuyor. Bu
yüzden ya sistemi olduğu gibi muhafaza edip bireysel vicdanların rahatlatılması
yolunda dinsel bir gerileme ile muhafazakarlaşacağız, ya da toplumsal bir
kurtuluş için devrimci bir ruhla öne doğru atılacağız...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder