Son dört günün
gündemine yerleşen ve Kıbrıs Gazetesi’nde yayınlanan karikatür üzerinden oluşan
kamplaşmaya bakıldığında; meselenin aslında her iki taraf açısından da çok daha
derin bir arka plana sahip olduğu rahatça anlaşılabilir. Üç ay önce yayınlanmış
bir karikatürü politik çıkarlarına alet etmek için kullanan YDP de, bu meseleye
neredeyse tüm göçmen nüfusu karşısına alan bir duygusal tepki veren çevreler
de, konuyu tedirginlikle takip eden biz sıradan vatandaşlar da biliyorduk ki;
mesele karikatürden ibaret değildir. Gelin biz taraflarca açık açık
konuşulmayan ama ima edilen konularla ilgili biraz düşünelim...
***
Asimilasyon
köken olarak Fransızca bir sözcüktür. Biyolojide “özümleme” işlemini ifade
etmek için kullanılan kelime, toplumsal meselelerde “farklı kökenden gelen
azınlıkları veya etnik grupları, bunların kültür birikimlerini, kimliklerini
baskın doku ve yapı içinde eriterek yok etme süreci”ni nitelemek için
kullanılır.
Kıbrıslı Türk
halkının, kökenleri 1950’lere dayanan ancak 1974’ten sonra hızlanarak devam
eden bir asimilasyon sürecine maruz bırakıldığı açık bir gerçek olarak önümüzde
duruyor. Bu olgunun tüm boyutlarıyla değerlendirilmesi bir makaleyi kat kat
aşan bir iştir. Gene de asimilasyona karşı direnişte mevzilerimizi doğru
yerlere kurmak, halkın bağrında örgütlenirken cephaneliğimizi uygun araçlarla
tahkim etmek ama en önemlisi saldıranın “ne” ve “kim” olduğunu bilmek ciddi
önem arzediyor.
***
Kıbrıslı Türk
halkının kültürü, kimliği, dili, günlük hayat pratiği bilinçli ve sistematik
politikalarla yok edilmek istenmektedir. Ama varlığımıza, kimliğimize ve
irademize sahip çıkmak demek; geçmişe saplanıp kalan, muhafazakar ve gerici
öğelerle bir kültürel milliyetçilik formu inşa etmek demek değildir.
Kıbrıslı
Türkler olarak, yüzyılların içinden, coğrafyamızın özelliklerinden ve birlikte
yaşadığımız tüm halk/topluluklarla olan ilişkilerimizden damıtarak bugüne
taşıdığımız özelliklerimiz, elbette ki değerlidir. Ancak bu değer, müzelik bir
antikanın değeri değil, bizi biz yapan olgular olması anlamında alınmalıdır. Bu
yüzden de kültürel milliyetçiliğin saplantılı tekrarlarından çok, devrimci bir
yaklaşımla bu değerlerin üretimi ve yeniden üretimi süreçlerine odaklanmalıyız.
Ne ki,
bırakınız üretim ve yeniden üretim süreçlerini, eldekinin bile tutulamadığı
koşullarda yaşamaktayız. Asimilasyonun aktörleri, yani işbirlikçi egemen blokta
cisimleşen yönetici irade ve onun arkasında bulunan ana aktör TC Devleti;
Kıbrıslı Türk halkının varlık, kimlik ve iradesine sistematik bir saldırı
kampanyası açmıştır. Bu saldırı 60 yıldan fazladır şiddetlenerek sürmektedir.
Dilimizde
yaratılan doğal olmayan değişim, çocuklarımızın oyunlarından tutun da günlük
hayatın en somut ilişkisi ölçü birimlerinin aniden ve ihtiyaç duyulmadığı halde
değiştirilmesi, eğitimde müfredat, medyada program yapma teknikleri aracılığı
ile bilinçlerimize yönelik saldırı hep aynı sürecin parçalarıdır. Köy ve yer
isimlerinin değiştirilmesinden, soy isimlerin baskılar yolu ile
“düzenlenmesine” kadar gidebilen bu kapsamlı kampanyanın; Kıbrıslı Türklere ait
olmayan devlet(ler) eli ile yürütüldüğü açık bir gerçektir. Adına kktc denilen
ve Kıbrıslı Türklere “Türklüğü” benimsetmek temel hedefi ile kurdurulan,
şimdilerde eksik müslümanlığımızı tamamlamak amacını edinen yapı, bu sürecin
önemli bir parçasıdır. Ama asimilasyon sürecinde ana unsurun TC Devleti olduğu
yadsınamaz bir gerçektir.
Kıbrıslı
Türklerin üretimden koparılması, asalaklaştırılması, göç ettirilmesi, bu
topraklarda kalanlarımızın “Türkleştirilmesi”, “müslümanlaştırılması”, nüfus
yapısının bilinçli müdahalelerle değiştirilmesi ve en önemlisi her türlü kimlik
öğemizin sistematik olarak baskı altına alınması bir devlet politikasıdır.
Böylesi bir planlı saldırı altında halkımızın birçok olumlu unsurunu da
kapsayan bir tepkisel, kültürel milliyetçiliğin yaygınlaşması anlaşılır
olmaktadır. Ama tepkisel yaklaşımlar adı üzerinde tepkiseldirler ve çoğu zaman
gerçeğin görünemez kılınmasına varırlar. Marx’ın da dediği gibi “görünen gerçek
olsaydı bilime gerek kalmazdı.”
***
Birçok sol
unsuru da kapsayan bir nefret iklimi, TC oligarşisinin yaptıklarından Türkiyeli
göçmenleri sorumlu tutan bir karaktere doğru evrilmektedir. Bu tehlikeli bir
süreçtir. Söz konusu tehlike sadece halkın bağrında yarattığı şöven
duygulanımlarla ilgili değil, göçmen kesimlerde yarattığı karşı tepkilerle de
bağlantılıdır ve patlayıcı bir karakteri vardır.
Devrimcilerin
yapması gereken; tarihin her döneminde ve dünyanın her coğrafyasında olduğu
gibi, ezilenlerin ezilenlere kırdırılmasının önüne geçmektir. Bizler göçmen
düşmanlığı yapmadan da asimilasyona karşı çıkılabileceğine inanıyoruz. Bunun en
somut örneği son yaşanan #Reddediyoruz sürecinden çıkarılabilir. Elbette göçmen
düşmanlığı yapmadan asimilasyona karşı çıkabilecek bir biliçli tavrın etkisi,
örgütlülüğümüz oranında artacak, mücadelemiz oranında yayılacaktır. Ancak henüz
yolun başında sayılırız...
Asimilasyon
konusunda devrimci tavır; göçmen kesimlerle sınıf temelli ilişkiler kurmayı
reddetmeden, kültürel milliyetçiliğin çıkmaz sokaklarına sapmadan, kültürün
devrimci temelde yaşatılması ve yeniden üretilmesi aracılığı ile geleceğini
Kıbrıs’ta gören her unsurla paylaşarak zenginleştirilmesidir. Bu da asimilasyon sürecinin bir devlet politikası olduğunun
bilinciyle ve bugün yürüteceğimiz mücadele şeklinin yarın kuracağımız geleceğin
tohumlarını oluşturacağı gerçeği ile hareket ederek başarılabilir.
***
Son yaşanan
karikatür krizinin odağında ise “nüfus” konusu vardı. Kıbrıslı Türk halkının
maruz kaldığı asimilasyon sürecinin en yoğun yaşandığı alanlardan birisi de
nüfus konusudur. Kıbrıslı Türklerin sadece kültürel olarak değil fiziksel
olarak da yok edilmesi sonucunu doğuran bu politika; birbiri ile bağlantılı iki
ayaktan oluşmaktadır. Bunlardan bir tanesi kaçırma (göç), diğeri ise eritme
yöntemidir.
Kıbrıslı
Türklerin 1974’ten sonra adanın kuzey coğrafyasına taşınmaları ile birlikte
eritme politikaları hız kazanmıştır. Bu çerçevede adanın kuzey coğrafyasından
sistematik olarak nüfus taşınmasına ve yeni gelen nüfusa o zaman yeni kurulmuş
olan Kıbrıs Türk Federe Devleti kimliği verilmesine başlandı. O zamanlar bu
süreç “Rumlara” göre az olan nüfusun çoğaltılarak demografik dezavantajın
minimize edilmesi gerekçesi ile izah ediliyordu.
Sürecin başlarında
bu politikalara çok ciddi tepkilerin geldiğini söyleyemeyiz. Anadolu’dan
taşınan nüfus ile Kıbrıs’ta bulunan insanlar arasında kültürel bazı gerilimler
yaşanmışsa da özellikle 1980’li yıllara kadar ne sosyolojik ne de siyasal
anlamda ciddi gerilimler oluşmamıştır. Ancak sistematik nüfus taşıma
politikasının durmaksızın devam etmesi ile birlikte özellikle 1980’li yılların
ikinci yarısından itibaren (ilk dalga TC göçmenlerinin de dahil olduğu) bir tepki
hızla büyümeye başlamış ve yeni nüfus taşınmasına neredeyse herkes itiraz eder
olmuştur.
***
Nüfus taşıma
politikası sonucunda çok yoğun evlilikler yaşanmış, yeni doğan çocuklar
kendilerini Kıbrıs adasına ait gören bireyler olarak (örneğin dil yapısında
değişime uğrayarak) büyümüşlerdir. Bugün Kıbrıs’taki nüfus meselesi çok
katmanlı bir içerik arzetmektedir. 1970’lerin 1. göç dalgası, 1980’lerin 2. göç
dalgası, 1990’larını 3. göç dalgası ve
2000’lerin 4. göç dalgası sonucu göçmenler arasında dahi ciddi kültürel ve
politik farklılıklar oluşmuştur. Diğer yandan her dalganın adada doğan
çocukları ve karma evliliklerden doğan çocuklarla birlikte düşünüldüğünde 2.
kuşak ve 3. kuşak göçmen profilleri ortaya çıkmakta, bu insanlar bazıları
geleceklerini Kıbrıs’ta görmeleri oranında, UBP-DP gibi partilerden daha fazla
nüfus taşınmasına tepki göstermeye başlamaktadırlar.
Ayrıca iddia
edildiği gibi göçmen nüfusun tamamı “has” Türklerden oluşmadığı gibi özellikle
ilk dalga göçmenler arasında köyü boşaltılmış Kürt aileler ve Alevi kökenli insanlar
azımsanamayacak bir yer tutmaktadırlar. Özellikle Kürtlerin ve Alevilerin
Kıbrıs’taki yaşama çok kolay adapte oldukları ve birçok kültürel değerin
savunulmasında ciddi katkılar koyarak (kendilerine yer açıldığı oranda)
mücadeleye dahil oldukları da söylenmelidir.
***
Kıbrıs’ta
asimilasyona karşı mücadelede yeni nüfus taşınmasına tepki gösterilmesi en
önemli başlıklardan bir tanesidir. Ve bu talep göçmen kitleler ile onların
Kıbrıs’ta doğmuş çocuklarından onay alabilme potansiyeli taşıyan bir taleptir.
Göçmen kitleler ile bağların kopma noktasına gelmesine neden olabilecek talep
“1974’ten sonra gelmiş olanların hepsi gitsin” yaklaşımı ile özetlenebilecek
kültürel milliyetçi tavırdır.
Elbette Kıbrıslı
Türklerin 1974 öncesi nüfusuna göre bugün fiili olarak yaratılmış olan dört
kata yaklaşan nüfus yapısı ne ekonomik, ne coğrafi, ne kültürel ne de politik
olarak sürdürülebilir değildir. Ve elbette bu soruna kalıcı bir çözüm
bulunmalıdır. Ancak insani meselelerin yok sayılarak böyle bir çözüme
varılabilmesi olasılığı yoktur.
***
Özellikle 1990’lı
yıllarda göçmenlerin de Kıbrıslılaşmaya başlaması ve kendilerini adada kalıcı
görmeleri ile birlikte halk içinde ortaya çıkan olumlu etkileşimden rahatsız
olan egemen kesimler, yeni bir strateji içerisine girmişlerdir. Bu Kıbrıs’a
ucuz işçi taşıma politikasıdır. Uzun yıllar “kaçak işçi sorunu” olarak dile
getirilen yeni olguda, önceden olduğu gibi vatandaşlık verilerek değil “sözde”
kaçak olarak adaya gelen ve çeşitli işlerde çalışan azımsanamayacak bir insan
kitlesi yaratılmıştır. Adada kaçak ikametin kolaylaştırılması için sınır
kapılarında yeni düzenlemeler yapılmış ve özellikle 1980’lerde Türkiye’de
pasaport almanın zor olmasından hareketle Kıbrıs’a kimlikle girişin yolu
açılmıştır. 1. dalga göçmenler ve onların çocukları “Kaçak işçi
sorununa” en az Kıbrıslı Türkler kadar tepki göstermiş, özellikle bu tip nüfus
taşıma faaliyetlerine karşı ciddi direnişler yaşanmıştır. Ancak kaçak adı
altında adada bulunan kişiler de peyder pey vatandaş yapılarak, açık ve aleni
nüfus taşıma işlemi gizlenirken yeni “kaçakların” adaya girişi için yeni fırsatlar
yaratılmıştır.
Burada ilginç olan
kendisi önceleri “kaçak” olan şahısların da vatandaş olmaları ile birlikte yeni
kaçakların gelişine tepki göstermeye başlamalarıdır. “Kaçak işçi” sorunu
üzerinden yaşanan gerilimler nedeniyle egemenler bir açılım daha getirerek,
“kaçakların kayıt altına alınması” söylemi altında ithal işçi nüfusunun
aileleri ile birlikte adada bulunmasını sağlayan yasal düzenlemeler
getirmişlerdir. 2005 sonrası yaklaşık 40,000 kişi kayıt altına alınırken
bunların kendilerini güvende hissetmeleri ile birlikte ailelerini de adaya
getirmesi sonucu ciddi oranda bir yeni nüfusun adaya taşınması sağlanmıştır.
Burada yanlış anlama olmamalıdır çalışan kişilerin kayıt altına alınmasına
karşı veya ailelerinden yalıtılarak köle gibi çalıştırılmalarına taraftar
değiliz. Burada vurgulanmaya çalışılan nüfus taşıma politikalarının sistematik
ve bilinçli karakteridir.
***
Adaya sistematik
olarak nüfus taşıyarak hem 1974 öncesi adada bulunan Kıbrıslı Türklerin
asimilasyonu hem de 1974 sonrası göç ederek Kıbrıslılaşan insanların baskı
altında tutulması veya Kıbrıslılaşma derecelerinin minimize edilmesi siyaseti günümüzde
hızla ilerlemektedir.
Yazının çeşitli
yerlerinde vurgulamaya çalışıldığı gibi nüfus ve asmilasyon politikasına
direnmek için içerde ilişki ağları yaratma potansiyeli vardır. Göçmen
kitlelerin ve onların çocuklarının böylesi bir direnişe katılmak için somut
çıkarları da vardır.
Bunun en yakın
örnekleri Göç Yasası Karşıtı mücadelede, 2011 Toplumsal Varoluş Mitinglerinde,
Reddediyoruz direnişinde ve Dağ Yolu’nda gerçekleşen kaza sonrasında yaşandı.
Bu direnişlerin hepsinde de göçmen kitleler aktif bir şekilde rol aldı, katkı
koydu, mücadele etti. Yapılması gereken; bu direnişi milliyetçi ve şöven
öğelerle değil, devrimci bir içerik ve sınıfsal bir bilinçle donatmaktır. O
zaman Kıbrıs’a dair Kıbrıs’ta yaşayanların mı yoksa Ankara hükümetlerinin mi
söz söyleyeceğine ilişkin 1950’li yıllarda TMT içinde dahi başgöstermiş
mücadele, yeni bir hız kazanabilir.
Bu tehlike TC
egemenleri ve yerli işbirlikçilerince de görülüyor ki; üç ay önce yayınlanmış
bir karikatürü gündeme getirerek, Türkiyeli-Kıbrıslı çatışmasını körüklemek
için harekete geçiliyor. Ankara’nın asimilasyon politikalarına karşı olanlar,
bu oyuna gelir ve Kıbrıslı Türk halkının kendi içinde bölünmesine çanak
tutarlarsa, kazanan Ankara olacaktır...
Oysa Kıbrıs’tan
yükseltilebilecek ve Ankara ile yerli işbirlikçilerini sıkıştırabilecek, şöven
olmayan ortak talepler de bulunabilir: İlk etapta, kimlikle girişin
durdurulması (artık sembolik de kalsa), adada kayıt dışı olarak bulunan
herkesin geri gönderilmesi, ada içerisinde tam istihdam sağlanıp işsizlik ortadan
kalkana kadar (mecvut çalışma izinlerinin yenilenmesi dışında) kesinlikle yeni
çalışma izni verilmemesi gibi talepler etrafında göçmenler dahil tüm Kıbrıslı
Türkleri birleştirmek mümkündür.
Toplumsal çıkarlarımız, kendi cephemizin bölünmesine
izin vermek yerine, bu talepler etrafında birleşmeyi gerektirmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder