17 Nisan seçimleri sonuçlanıp da
Cumhuriyetçi Türk Partisi adayı M.A. Talat Cumhurbaşkanlığına seçildikten
sonra, Kıbrıs adasında anlaşma/çözüm sürecinin hızlanıp hızlanmayacağına dair
ciddi bir beklenti ortamı oluşmuş durumda. Ezici bir çoğunluğu oluşturan
kampta, “süreç hızlanır, Talat adayı barışa taşır” diyenler bulunuyor. Azınlıkta
kalan bir gurup insansa, Talat’ın adayı barışa taşımak yerine partisini ve
kitlesinin önemli bir kısmını sağa taşıdığını düşünüyor.
Herhangi bir “anlaşma” veya
“çözüm”ün, “gerçek barış”a karşılık gelmek zorunda olmadığı konusunda herkes
hemfikir aslında. Çünkü “anlaşma”, kimlerin anlaştığına; “çözüm” ise kimlerin
sorunlarının çözüldüğüne bağlı olarak, yeni sonuçlar üretecek. Onyıllarca süren
sol içi tartışmalarda, “barış” cephesi; “çözüm, barışa giden yolu açar”
diyenlerle, “barış’ı doğrudan barışa yürüyerek yaratabiliriz” diyenler olarak
bölünmüştü. İşte Talat ile başlayan yeni dönem, “çözümcüler”in müthiş bir
hegomonya kurduklarının da ispatı oluyor. Çözümcüler, herhangi bir
anlaşmanın/çözümün barışa temel oluşturacağını, ancak o zeminden yürünerek
barışa varılabileceğini düşünüyorlar. Bu yaklaşım; temel çelişki olarak Kıbrıs
Sorun’unu tespit eden ve süreci aşamalara bölerek anlaşma-çözüm-barış şeklinde
tarifleyen bildik bir siyasal argümanın Kıbrıs özelinde yeniden üretilmesinden
ibaret. Tabii kısa vadeli hedef olan anlaşma-çözüm’e ulaşmaya çalışırken “her
yolun mübah” olması maddenin tabiatı gereği... Böylece bazen uzun vadeli hedef
“barış” ile uzaktan yakından ilgisiz tutumlar içine girmek de mümkün. Mesela; bölünmüşlüğe
karşı olunduğu halde, iki bölgeliliği onaylayan politik argümanlar; iki
devletliliğe karşı olunduğu halde, izolasyonların kaldırılmasını talep eden bir
politik hat ve ada halklarının milliyetçi temelde bölünmesine karşı olunduğu
halde, Rum toplumunu suçlayıcı ifadeler içeren açıklamalar, çözüm adına mübah
olabiliyor. Taktiki de olsa, yıllarca sağ güçlerin kullandığı “biz Türklere
karşı tüm dünya” söyleminin yerini, daha zekice olduğunu düşündükleri “tüm
dünyayı yanına alarak politik hasmı Rumların karşısına çıkan biz Türkler”
söylemi almış durumda. Ki, her iki durumda da barışması beklenen ada halkları
farklı kamplarda tanımlanmış oluyor. Bu “aşamada” gözden kaçan, taktiğe kurban
giden de halklar oluyor.
CTP’nin, barış sürecinde eksik
olan anlaşma temelini yaratacağını düşündüğü “Çözüm Talat” dönemi henüz yeni
başlıyor. Otuz yıllık çözümcüler-barışçılar çatışmasının sonunda net olarak
görünen olgu şudur ki; hem çözüm tezini halka benimsetmek, hegomonya oluşturmak
anlamında, hem de bu teze insan örgütlemek anlamında CTP zafere ulaşmıştır. Bu, “barışa barış yolundan varılır (araç
amaçtır)” diyenlerin haksızlığının değil, (ağır kaçacak belki ancak kendimi de
bu kampta gördüğüm için rahatlıkla söyleyebilirim ki) beceriksizliğinin
ispatıdır. Tabii ki bir hedefe ulaşılamamış olması, o hedefe hiçbirzaman ulaşılamayacağı
anlamına gelmez..
Peki, CTP yıllarca mücadelesini
verdiği bu fırsatı kullanarak barışa çözüm yolundan gitmeyi başarabilecek mi?
Gerçekten de amaca ulaşmak için her yolun mübah olduğu bir anlayışla, barışa
varmak mümkün müdür?
Sadece Kuzey’in politik havasını
soluyarak bile rahatlıkla görülebilecek olgu, toplumun iç politikada bile
kendisini özne olarak görmemeye başlamış olduğudur. Sokaklar zaten uzunca bir
süreden beri boşalmış durumdadır. Tansiyonu düşürmenin bir aracı olarak
kullanılan seçimler bile ilgi görmemektedir. Aralık 2003 seçimlerinde %85’lerde
olan katılım, Şubat 2005 seçimlerinde % 79’a, son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde
ise %69’a geriledi. Toplum hızla kendi yaşamınının, kendi sorununun öznesi
olmaktan çıkmaktadır. Bunun nedeni, politikanın toplum tarafından algılanmasına
izin verilen tek yolu “seçimler” sonucunda başa gelen sol bir partinin hızla
milliyetçileşmesini görmenin veridiği kırgınlık olabilir. Tam tersine, “seçtik
meclise gönderdik artık gerisi onlara kalmış” rehaveti de olabilir. Ancak
sonuçta ortaya çıkan yabancılaşma bir olgudur. Ve öznesi halk olmayan, bir
sürecin, rotasının barış olması mümkün
değildir.
Öte yandan, taktiki veya değil,
şövenistiyle-liberaliyle tüm bir “Türk” toplumunu “kucaklayacağını” ilan eden yeni
sol iktidar, yeni dönemin şövenizmle hesaplaşma dönemi olmadığının; aksine
uzlaşma dönemi olduğunun altını çiziyor. Bu durumda Rum toplumunun
şövenistlerine yönelik çıkışları, barışa hizmet etmekten çok toplumları
birbirinden daha da uzaklaştırmaktadır. Kendi şövenistini “Türktür” diye
kabullenen bir solun, hiç değilse aynı hoşgörüyü barışmayı arzuladığını iddia
ettiği toplumun şövenistlerine de göstermesi gerekirdi. Burada toplumun
bilinçaltına giden mesaj nettir: ayırt edici özellik “şövenist
olmakla-barışsever olmak” değildir, tam tersine “Türk olmakla-Rum olmaktır”...
Yeni Dönemin, bölünmüşlüğe yeni
kan veren bir dönem olacağı sadece bunlardan bile net bir şekilde
görülebilmektedir. Yetmezse, yıllarca statükonun bekçiliğini yapmış UBP’nin
eski müttefiklerini bir bir CTP’ye kaptırdığını da eklememiz gerekir. Meseleye
sınıfsal bakıyorsak, Kıbrıs sorununun; Kıbrıs’ta bir Kıbrıs Türk Sermayesi
yaratmak sorunundan bağımsız düşünülemeyeceğini kabullenmek zorundayız. 1974
sonrası dönemde titizlikle beslenip büyütülen Türk Sermayesi kendi kurduğu ve
yıllarca desteklediği partiye, UBP’ye sırtını dönmüş durumdadır.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin hemen öncesinde Kuzey Kıbrıs’ın en zengin 300 iş
adamı CTP yararına organize edilen yemekte buluşmuş ve porisyonu 1 milyar Türk
Lirasından yeyip içmiştir. Bu yazının amaçları bakımından, söz konusu yemeğin
maddi yönünden çok manevi yönü mesaj içermektedir. Ya Kıbrıs Türk sermayesi
hepten barışçı olmuştur, ya da barış güçlerinin amiral gemisi yanlış sularda
yüzmektedir.
Kıbrıs
ve Filistin sorunları, kapitalist-emperyalist sistemin bu iki müzmin sorunu,
ancak ve ancak sistemin zayıflatılması/yıkılması ile; devrim ile çözülme yoluna
girebilirler. Sistem içi çözümlerin değil yaşama, doğma şansı bile yoktur.
Sistem içi her yol sisteme varacak, kendi kendini tüketirken sistemi yeniden
üretecektir.
Kıbrıs’ta
başladığı ilan edilen yeni dönem, kesin ve kararlı bir neo-liberal saldırı
dönemidir. CTP 1994 yılındaki hükümet deneyiminde neo-liberalizme yatkınlığını,
özelleştirmeciliğini ve serbest piyasacılığını zaten ispatlamıştı. 2004
yılındaki icraatları da AB bürokratları ve liberal iş çevreleri ile sarmaş
dolaş geçen 10 yıllık muhalefet döneminin bilgi dağarcıklarına çok şeyler
eklediğini gösteriyor. Piyasanın görünmeyen ellerine fırsat vermek, ekonomiden
siyaseti çekmek, tarımı GDOlar ile modernize etmek, gümrükleri kaldırarak
Kıbrıs Türkünü dünya ile bütünleştirmek, yabancı sermayeye cazip fırsatlar
sunarak adayı yatırım cenneti yapmak ve sendikaları zayıflatarak piyasadaki
tekelciliği ortadan kaldırmak üzere sabırsızlandıkalarını tahmin etmek için pek
de kötü niyetli olmaya gerek yok. Ama Avrupa’daki ve Türkiye’deki dostları tüm
bunlardan sabıkalı olan CTP’nin bambaşka politiklar izlemesini beklemek için
fazlasıyla saf olmak gerek...
Yeni
dönemin bize sunduğu en önemli fırsatlardan birisi de budur. Hükümet,
neo-liberal kötülüklerle iştigal ederken toplumun günlük yaşamından ciddi bir
hoşnutsuzluk dalgası yükselmesini bekleyebiliriz. CTP kesin bir şekilde
parlamentoya ve liberal ekonominin inşaasına yoğunlaşırken; sendikalar,
demokratik kitle örgütleri ve diğer sol partiler üzerindeki hegomonyasının
sürdürülebilirliği yoktur.
Solun
tek alternatifi sokak, mahalle ve iş yeri mücadeleleridir. Adım adım, CTP
hegomonyasından kurtula kurtula başka bir muhalif yapı oluşmaya başlayacak.
Mücadele hem radikalleşecek hem de Kıbrıs dışındaki halkların deneyimlerini de
öğrenerek, küreselleşme karşıtı sol ile geç de olsa tanışarak teorik olarak
derinleşecek. Kendiliğinden gelişecek bu sürece ister istemez tüm parlamento
dışı sol partiler kitlesel katılım sağlayacaklar. Küresel kapitalizmin AB
aracılığı ile uygulayacağı; özelleştirme, deregülasyon ve sendikasızlaştırma
saldırısı karşısında; ya eski AB’ci tarzlarını terkedecekler ya da yok
olacaklar...
Önemli
olan nokta, bu mücadele içinde samimi bir duruşa sahip olan unsurların,
yükselen bu ivmede hatırı sayılır bir güç biriktirmeleridir. Aslolan, kapitalizm
ve küreselleşme karşıtlığını bir politik tercih değil, bir varoluş biçimi
olarak benimseyen insanları çoğaltmak ve örgütlemek, ulusalcılık tuzağına
düşmeden enternasyonalist bir sınıf dayanışması ile barışa doğru yürümektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder