“Ben özgürüm” diyordu genç adam. “Özgürüm ve bana
ne yapacağımı söyleyen kurallara ihtiyacım yok. Sen neden sürekli eşitlik,
küreselleşme gibi politik meselelerle uğraşıyorsun ki, neden tüm bunları
boşverip keyfine bakmıyorsun?”
Çağımız insanının en fazla zorlandığı şeylerden
biri de; belli ilkelere, değerlere, prensiplere göre yaşamaktır. Öyle ki,
bireyler sistemin koyduğu hiçbir kural, kanun veya yasağı sorgulamadıkları
halde, değişimden yana, özgürlükçü her türlü ilkeyi reddetmekte, itiraz etmekte,
tartışmakta birbirleriyle yarışmaktadırlar. Tabii ki genel olarak sol hareketin
(veya hareketsizliğin) de zaafları, ezberciliği ve şekilciliği buna zemin
sunmakta, iş son tahlilde halk ile “bilen”lerin karşılıklı inatlaşmasına kadar
gidebilmektedir.
Sorunun şiddetli bir şekilde yaşandığı durumlarda
halk açısından ya müthiş bir kayıtsızlık, farkında olmama* ya da “kendini
beğenmiş ne olacak” tepkisi ortaya çıkmakta; sol içinse hayal kırıklığı dönemlerinde
dile dolanan “her toplum layık olduğu şekilde idare edilir” sözü genel kabul
görmektedir. Böylece solun zaafları (verili olumsuz sisteme rağmen halkla
diyaloğa girememe durumu) da halkın suçu olmaktadır!
Toplumsal dönüşüm, toplumun belli değerler çerçevesinde
re-organizasyonu açısından bakılmadığında, “sol”un halk ile buluşamaması pek de
önemli değil gibi görünmektedir. “Eğer sol, halk ile buluşmak noktasında
yeterli çaba harcayamıyorsa, varsın buluşamasın” denilebilir, pek de yanlış
olmaz. Ancak eğer, toplumsal yapının belli değerler çerçevesinde
re-organizasyonu gibi bir derdimiz varsa; o halde halkın o değerler ile
buluşması bizim için önemli olmak zorundadır. Çünkü halk DEĞERlerimiz ile
buluşmadan, öznesi kendi olacak değişim sürecini ilerletemez.
Ama başta da söylediğimiz gibi, sistemin
kurallarını sorgulamadan yaşayan insanlarımız; belli ilkelere, değerlere,
prensiplere göre yaşamakta zorlanmakta, bunu reddetmektedirler. Bu sorun nasıl
çözülecektir?
“Kitlelerin
devrimcileşmesinin kesin ön koşulu: Devrimcilerin
devrimcileşmesidir.”
Kızıl Rudi
İnsanlar, günlük yaşamın kendilerine çizdiği
roller çerçevesinde, başarılı olmak için müthiş bir çaba harcamaktadırlar.
Diploma sahibi olmak, bir ailede role sahip olmak, mesleğinde önemli biri olmak
veya hayatın sunduğu hiyerarşi merdivenlerinde bir yerlere tırmanmak gibi ortak
noktalarımız vardır. “Ortak noktalarımız” diyorum çünkü bu hiçbirimizin kendini
dışına koyarak, sadece “başkaları-ötekler” için tanımlayabileceği bir olgu
değildir. Okumuş ve okumamış ayrımı üzerinden kendini aydın zanneden insanlar
bizim de içimizde yok mu? Fikir ve düşüncelerden süzülüp gelen hayat
birlikteliğini, dostluğu değil de kan bağını, aileyi ön plana alan kişiler
bizim içimizde de yok mu? Anne olmak, baba olmak, evlat olmak, yeğen olmak,
insan olmaktan, birey olmaktan daha önemli değil mi çoğu zaman? Şirketinde
müdür olmak, o imkan yoksa sendikasında yönetime girmek bizden birileri için de
önem teşkil etmiyor mu? Bu yüzden değil mi ki, kendini geliştirmek yerine bir
makam sahibi olmak daha çekici hale gelmektedir? Ve konforlu araba, konforlu
otel odası, konforlu yaşam, klima, para ve zenginlik bizimkilerin, bizim,
bizden birilerinin hayallerini, arzularını süslememekte midir?**
Bu nispeten “masum”, “tartışma kaldırır” konulardan
da öte; kendimize sakladığımız özel sistemsel özelliklerimiz de yok mudur?
“Ahh, sağda solda koşturup herkese faydam olacak diye kendini paralayacağına,
evinde oturup evinin babası olsa da, bize faydası olsa” veya “şu manken kızlar da
ne güzel yahu, ne hayat yaşıyorlar keşke ben de aralarında olsam hayatın tadını
çıkarsam” dediğini bildiğimiz birisi yoksa bile, demesi muhtemel “özgürlükçüler”
tanımıyor muyuz hepimiz? Ondan değil midir ki, kapılar açılır açılmaz uzun süre
en önemli sohbet maddelerinden birisi “Ayanapa” olmuştur? Ve hala daha, bir
tatili hak ettiğini düşünen solcu maçonun da, umursamaz liberalin de, faşist
gencin de ortak buluşma mekanıdır. Hem de hiç randevulaşılmadığı halde...
Bu ne yaman çelişkidir ki, okuduğumuz kitapları ve
süreç içinde öğrendiğimiz her şeyi; DEĞERlerimize uymayan değersiz yanlarımızı
düzeltmek için kullanmıyoruz da, tüm formasyonumuzu değersizliğimizi değerli
göstermek için tartışmak veya kendi kendimizi ikna etmek üzere seferber
ediyoruz... Sistemin en temel değeri olan, “kimse görmediyse olmamıştır” bizim
de mi DEĞERimizdir yoksa?
Değildir. Olmamalıdır, varsa bile yok olmalıdır!
İnanın ki, sırf laf olsun diye değil, sırf “diğer
solcular”dan fark olsun diye değil; ama gerçekten erkeğin kadın üzerindeki
iktidarı yanlıştır. Gerçekten her türlü cinsel tercih saygıyı hak etmekte ve
kimse gay veya lezbiyen olduğu için dışlanmayı hak etmemektedir. Gerçekten,
aile kurumu toplumların sınıflara ayrılması ile ortaya çıkmış ve sınıflı
toplumun ortadan kalkması ile yok olacak bir kurumdur. İnsanların milletlere
bölünmesi yanlış, doğa ile insanın çatıştırılması çarpıktır. Gerçekten spor bir
oyundur, barış güzeldir. Dayanışma, özgürlük ve eşitlik insana dairdir, insan
içindir ve yaşamaya değerdir.
DEĞERlerimiz, insanlığın binlerce yıldır
biriktirdiği ve insanı insan yapan değerlerdir. Çünkü insanlık manken kızların
peşinde koşarak, işten eve evden işe monoton bir yaşam içinde aile ziyaretleri
ile ve evde aile babası işte kariyer meraklısı, sıkılınca da çapkınlık
yarışçısı hırslarla gelişmemiştir. İnsanlık dayanışma, paylaşım, yardımlaşma,
özgürlük ve eşitlik arayışı, toplumsal kaygılar ve bireysel özgürlükler için
verilen mücadelelerle gelişmiştir.
İnsan olmak, sistemin robotluğundan, sevgilimizin
kaprislerinden arta kalan zamanlarda yapılacak bir boş zaman faaliyeti
değildir. Aksine, çaba, emek ve irade isteyen bir tercihtir. Bu tercihi
uygulamamak, uygulayamamak da insanidir tabii ki, ancak tek bir şartla ki;
yaşama uygulanmayan DEĞERin, sözde kalmış ilkenin sahibi olmak iddiasından bir
vazgeçişi gerektirir.
Baraka’nın DEĞERleri okunurken, akademik olarak
doğru, mantıksal olarak tutarlı, tarihsel olarak mümkün vb. kriterlerle değil, insani olarak arzu edilebilir olup
olmadıklarına göre okumak gerekir. Çünkü özgürlük verili seçenekler içinden,
tanımlanmış koordinatlar arasından seçim yapmak değildir! Özgürlük verili
seçenekleri reddedip, yeni seçenekler yaratmak, koordinatları değiştirebilmek
iradesine sahip olmaktır.
Eğer insani olarak arzu edilebilir DEĞERlerden
bahsediyorsak, bunları kendi yaşamımıza uygulamak da, en azından bu çabayı
ortaya koymak da insani olarak arzu edilirdir. Ve bu noktada, imkansızlıktan
değil dayanışmadan bahsetmemiz gerekir. Çünkü dayanışma her türlü imkansızlığı
yener, yeni imkanlar yaratır.
Bu yol, halk ile olan diyaloğu açacak olan yoldur.
Halk, gazete ve radyolardan, kürsülerden ve mikrofonlardan akıl satılacak
insanlar yığını değildir. Halk, bizim de bir parçası olduğumuz, günlük hayat
ortaklarımızın genel ismidir. Konuşmak ve yazmanın ötesinde, kendi hayatımıza
dair gerçek ve somut işler yaptığımızda, halkın hayatına dair somut işler
yaptığımızı göreceğiz. Ve halkın göreceği şey de, kendisine yukardan bakıp bir sürü
öğütler veren ama arada da “söylediğimi yap ama yaptığımı yapma” diyen bir
bilmişler güruhu değil, kendi gibi olan ama “doğru” bildiğini yaşamaya değer
bulan, ertelemeyen insanlar topluluğudur.
Köpek Yarışları Kampanyasında böyle olmuştur.
Kampanyaya başlarken motivasyonumuz, “nasıl bir sorun buluruz da itiraz ederiz”
değildi.*** Biz Köpek Yarışlarına,
“kitlelerin karşı çıkma olasılığı var” diye değil, “kendimiz yanlış buluyoruz”
diye karşı çıktık. Samimiyetle ve doğru bildiğimiz şey için eylemler,
bildiriler, imza kampanyaları yapınca insanların da bu samimiyeti görmemesi
mümkün değildir. Ancak daha önemlisi, bu toplumun parçası olan bizler,
yakıcılığını hissettiğimiz kendi sorunumuz olan sorunlar üzerinden eylem
yaptığımızda, aynı sorunu yaşayan diğer halk kitleleri nezdinde bilinir, saygı
duyulur, katılıp destek verilir oluyoruz. İşte başta sorulan sorunun çözümü
buradan geçmektedir. Halk ile diyaloğun yolu, kendini halkın bir parçası olarak
kabul etmekten ve öyle davranmaktan geçer.
Ve evet, Baraka’nın DEĞERlerini hayatımıza
uygulamaya değer. Çünkü DEĞERlerimizi kendi hayatımıza uygulamaya bile değer
bulmuyorsak, onu neden tüm topluma yaymak için örgütlenelim? Çünkü
örgütlenmenin de, kitleselleşmenin de, kendi kendimizle barışık, toplumla
olumlu diyalog içinde olmanın da yolu, DEĞERlerimizden ve onları lafta değil
hayatta uygulmaktan geçmektedir.
“Neden keyfine bakmıyorsun?” diye soran genç
adamın yanıtı da burada bulunabilir. Çünkü biz; sunulmuş özgürlüklerle
yetinmeyecek kadar özgürüz, özgürlüğümüzü kendimiz inşa edecek kadar insanız,
bunu diğer insanların da hak ettiğini ve yapabileceğini bilecek kadar
eşitlikçiyiz ve tüm bunları göğüsleyecek kadar cesuruz.
Üstelik tüm bunlardan sadece yaşayanların bileceği
kadar keyif alıyoruz...
* Her hafta sonu aldığım “Birleşik Kıbrıs”, “KSG”
ve “Yeniçağ” gibi gazeteler kasiyerlerin sürekli ve hiç şaşmaz bir şekilde;
“bunlar Kıbrıs’ta mı çıkıyor?”, “bu gazete de nedir?” gibi sorular sormasına
neden oluyor. Gazete çıkarıp “doğruları” anlatan solcularımız, halkın yaşamına
temas etmeden, onların hayatına dair gerçek, somut bişeyler yapmadan, sırf
“bilgelikleri” nedeniyle takdir toplamayı beklemektedirler. Oysa platonik aşık
misali, farkedilmeleri bile bir mucizeye kalmıştır.
** Toplumu yargılarken cömert olduğumuz bu
faaliyetler, bizi tanımlarken kullanıldığında savunmaya çekilmemiz, mazeretler üretmemiz,
sabaha kadar tartışmamız, sesimizi yükseltmemiz bunları yok kılar mı?
*** Motivasyonu böyle olan birçok grubun sonunda, “nerede
bir sorun bulurum”dan “sorun olmayan olayı nasıl sorun gibi gösteririm”e
döndüğünü gördük biliyoruz. YDÜ’nün organize ettiği ve “okul öncesi eğitim
öğretmenliği” adı altında, öğretmen yetiştirmeyi özele devretmeyi hedefleyen
eylemlerde olduğu gibi, nice neo-liberalizm karşıtı yapı sırf muhalefet olsun
diye kendini, Suat ile kol kola buluverdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder