Argasdi
2007 yılını üç aylık periyodunu aksatmadan karşılamanın gururunu taşıyor.
Geçtiğimiz yıl yayınladığımız 3 sayımızda da güncel meselelerin teorik
açılımları ve bunların pratik faaliyet içinde ifade ettiği anlamları incelemeye
özen gösterdik. Bu arada da kitap tanıtım, dünyadan haberler, bellek, köyler
gibi sürekli sayfalarımızı süreç içinde şekillendirdik. Bu sayımızdan itibaren
sürekli sayfalarımız arasına Lise ve Çalışma Yaşamı sayfalarımız da katılıyor.
Ayrıca
Şubat-Mart-Nisan dönemini kapsayan bu sayımızda 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar
Günü’nü hem arka kapağımızla hem de konuyu irdeleyen ufak bir dosya oluşturarak
selamlıyoruz. Dosyamızda günlük konuşmalarımıza sinmiş cinsiyetçiliği,
Kıbrıs’ta kadın olmanın anlamını ve Lefkara İşi bağlamında kadın emeğini
irdeleyen yazılarımızı bulabilirsiniz. Baraka ısrarla “kadın”a “bayan” dememeye
ve günlük dilde sorguladığı kelimeler arasına yenilerini eklemeye devam ediyor.
Çünkü biliyoruz ki insan nasıl düşünürse öyle konuşur ve insan nasıl konuşursa
öyle düşünür. Bu da kadın özgürleşmesini pratik boyutu ile kavradığımız kadar
teorik anlamda da zenginleştirmekten geçer.
27
Mart Dünya Tiyatro Günü de bu sayımızda önümüze bakarken gördüğümüz ve
üzerinden atlamak istemediğimiz konulardan birisi oldu. Ayrıca Mart ayı
içerisinde Baraka Tiyatro Ekibi’nin “Dersimiz Kadın” isimli tiyatro oyununu
seyircisi ile buluşturmak yönündeki çabasını sizlere müjdelemek istiyoruz.
Geçen sayımızda yayınladığımız öykü ile bağlantılı bir çeviri öyküyü de bu
sayımızda bulabilirsiniz.
2006’nın
2007’ye doğru ilerlediği dönemeçte kuşkusuz gündemi belirleyen olgu “Kıbrıs”
oldu. Adına “Kıbrıs Sorunu” denen ve neredeyse her kesimin farklı bir anlamlar
bütünü ile tanımladığı sorun çeşitli boyutları ile günlük hayatımızı
belirlemeye devam etmektedir. Ancak herkesin farklı birşey anladığı “Kıbrıs
Sorunu”nu, her birimiz aynı şeyden bahsediyormuşuz gibi konuşmaya ve konuştukça
da konuyu karmaşıklaştırmaya devam ediyoruz. Biz bu sayıda “Kıbrıs Sorunu”nun
akademik boyutları ile değil, günlük hayattaki yansımaları ile ilgilenmeye
çalıştık.
Annan
Planı ve onunla bağlantılı kitlesel hareketlenmeler dönemi, hayal
kırıklıklarını da birlikte getirerek hayatımızdan çıkarken, yeni dönem hem
kuzeyde hem de güneyde sivil faşist güçlerin kendine güvenini tazelediği bir
atmosfer yarattı. Kıbrıs’ın güneyinde EFEN ve Altın Şafak gibi sivil faşist
örgütlerin tehdit, şantaj ve gözdağları pratik bir faaliyette hayat buldu.
İngiliz Okulu’nda okuyan Kıbrıslı Türk öğrencilere yönelik saldırı, faşizmi ve
faşist örgütlenmeleri tartıştıracak devrimci bir pratiğin yokluğunda şövenizmin
biraz daha yükselmesine hizmet etti. Kıbrıslı Elen öğrencilerin, Kıbrıslı Türk
arkadaşlarını korumak amacıyla yumruk ve sopaların önüne atladığını görmek
istemeyen, göstermek istemeyen örümcekleşmiş kafalar; şövenizmi biraz daha
yükselten söylemlerle halklar arasına güvensizlik salmak fırsatını
kaçırmadılar. Öte yandan “Kıbrıs Cumhuriyeti” egemenlerinin mal-mülk-dere-tepe
siyasetleri doğrultusunda hazırladıkları bir yasa değişikliği, sanki de çok
mühim bir olay oluyormuşçasına, en “yetkili” makamların, “aman güneye geçerken
dikkatli olun” şeklinde söylemler kullanmalarına vesile oldu. Yaklaşık bir
hafta boyunca güneyde can güvenliğimiz olmadığına dair o kadar çok laf edildi
ki, kapıları açma şerefini Denktaş’a veren konjektürün, kapama şerefini de
Talat’a vereceğini bile düşündürttü bir an için. İki halkın dayanışmasının en
açık örneği ve kapılar açıldığından bu yana en aktif örgütlenmesi olan Savaşa
Hayır Koalisyonu çatısı altında tüm bu gelişmelere tepki verdik, eylemler,
bildiriler ve basın açıklamaları ile gerek halklarımızı gerekse de barıştan
yana, ilerici örgütlenmelerimizi süreci izlememeye, sürece hepbirlikte müdahil
olmaya davet ettik.
Öte
yandan kuzeydeki sivil faşistler de canlanmaya, heyecanlanmaya başladılar. Türk
İntikam Tugayı isimli tescilli faşist örgütün, Çatoz’da bildiri dağıtarak
verdiği gözdağı, daha önceden adı Kutlu Adalı cinayetine karışmış bu örgütün
yeniden gündeme gelmesine vesile oldu. Ancak her allahın günü “rumlar, rumlar”
diyerek şövenizmi yükselten “barışçı” hükümetimiz bu paramiliter yapının
bulunması ve dağıtılması konusunda aynı hassasiyeti gösteremedi. İç ve dış
güvenliğimizde 10. Madde’nin verdiği yetki ile “tek sorumlu” olduğunu gururla
açıklayan askeri otorite ise, avuç içi kadar yerde tehdit dolu bildiriler
dağıtan faşistleri “bulamayarak”, görevini yerine getirmek konusunda ne kadar
ciddi olduğunu göstermiş oldu. Tam da aynı dönemde Çirkef yazarı ve grafikeri
Barış Parlan’a yapılan saldırı, faşistlerin fiiliyata dönük yüzünün ve hiç de
söylemde kalmayacaklarının göstergesi oldu. Ne hikmetse saldırganlar
bulunamadı... Mağusa sokaklarında efelenip, çeteliğe soyunan bu vatan
kurtarıcıları gizli iş görmeyi ve saklanmayı tercih ettiler.
Gelişen
süreç yeni havanın kuzeyde de, güneyde de sivil faşitlerin manevra alanını
genişlettiğini, biryerlerden alınan onay sonucu sistematikleşmeye doğru
ilerleyen saldırıların başlamak üzere olduğunu düşündürüyor. Adamızda gerek
EOKA’nın gerekse de TMT’nin ABD-CIA destekli paramiliter odaklarca
emperyalizmin çıkarları doğrultusunda hareket etmek üzere kurdurulup
yönlendirildiğini biliyoruz. Bu örgütlerin devamı niteliğindeki yapılanmaların
oluşturulması, onaylanması ve “bulunamaması” da mutlaka “patent sahiplerinin”
bilgisi dahilinde gelişmektedir. Hedeflere bakıldığı zaman da açıkça görünen
iki halkın birlikte yarattıkları her türlü ortak yaşam pratiğinin ve halkların
ilerici, demokrat güçlerinin tehdit olarak görüldüğüdür.
Tam
da bu sırada ülke kaynaklarının neo-liberal sermayeye peşkeş çekilmesi tüm hızı
ile devam etmekte, piyasanın görünmeyen elinin, ancak faşizmin görünür yumruğu
ile uygulanabileceği bir kez daha ispatlanmaktadır. DAÜ’de çalışanlar ve
öğrencilerin uzun soluklu eylemlilikleri, Devlet Hastanesi’nde Toplam Kalite Yönetimi’ne
geçiş çalışmaları ve otel adı altında her türlü etik-yasal ilkeyi çiğneyen
inşaatların göklere yükselmesi neo-liberalizmin ve faşizmin oynadığı, “iyi
polis-kötü polis” oyununda bizlere çizilen rolün ne olduğunu da açıkça
gösteriyordu: “Tutsak”.
Oysa
Egemen Blok güçlü olduğu kadar kırılgan, birlik olduğu kadar da çelişkili bir
bütünlük oluşturmaktadır. Lokmacı’daki köprü meselesi ile tek bir hatalarının
ve gevşeyen dizginlerin halkta yarattığı dinamizm ve heyecan bizlere bu
coğrafyada devrimci dinamizmin kitle tabanının nerede olduğunu gösteren bir
öğretmen oldu. Kıbrıs Türk ve Elen Halkları, birlikte verilecek mücadeleleri ve
Yunanistan ile Türkiye Halklarından görecekleri dayanışma ile şimdiye kadar
“Kıbrıs Halklarının Sorunu” olmuş Kıbrıs Sorunu’nu, “emperyalistlerin ve
işbirlikçilerinin sorununa” çevirebilecek güç ve yeteneğe sahiptir. Çabamız bu
yöndedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder