1 Mayıs 2007 Salı

Trafiğe Bir “Kurban” Daha



Trafik sorunu tüm yakıcılığı ile yine gündemimize yerleşiverdi. Hemen her gün gerçekleşen trafik kazaları ve sonucunda ortaya çıkan yaralanmalar ve ölümler inkar edilemez bir travmaya neden oluyor. Aileler çocuklarının,eşlerinin, akrabalarının trafik kazaları sonucunda ölümlerine yas tutarken, görsel ve yazılı basın bu yasa ortak oluyor. Tüm halkımız, açık bir  duyarlılıkla trafik sorununa bir çözüm bulunması yönünde temennilerini dile getiriyor.

Tipik olgu; kaza yaşandıktan sonra çok satan bir gazetede hurda haline gelmiş araba fotoğrafı eşliğinde “yüreğimiz yandı”, “acı gün”, “trafiğe bir kurban daha” benzeri bir başlıkla yasın başlamasıdır. Ardından acılı aile fertleri ve “kurban”ın yakınları başsağlığı ilanları verir, kalabalık bir cenaze gerçekleşir ve cenazeden çıkanlar arabalarına binerek gaza basarlar.
Sorunun varlığı yadsınamaz boyuttadır. Her ne kadar hükümet temsilcileri bir süreliğine sorunu çözme yoluna girdiklerini, ölümlü kazalarda bir azalma olduğunu, artık sorunun kesin olarak çözülmesi için gerekli yöntemin bulunduğunu iddia etmiş olsalar da, bu iddialar gerçeklik tarafından kısa sürede yalanlandı. Hükümet, trafik cezalarını arttırıp, yollara kameralar yerleştirerek, yasakçı ve cezacı bir mantıkla sorunu çözebileceğini iddia etmişti. Ancak açıktır ki, bu iddialar fos çıktı. Hükümet kendi icraatlarını (yasak ve cezalarla kontrol toplumu yaratma girişimleri) “jan jan”lı bir şekilde sunmayı gayet iyi becerse de, ölümlerin gerçekliği, reklamın kalitesine meydan okumaya devam ediyor.
Nüfusa oranlandığı zaman dünya standartlarının çok üzerinde trafik “kurbanı” vermemizin nedeni nedir? Neden bizim ülkemizde insanlar yoğun bir şekilde trafikten ölmektedirler? Bu sorular halen yanıt beklemeye devam ediyor. Herhangi bir sonucu ortadan kaldırmayı isteyen her yaklaşım, o sonucun nedeni ile mücadele etmelidir. Sonucun kendisi ile uğraşmak, nedenleri ortadan kaldırmadan sonuçlarla mücadele etmek demektir. Trafik kazalarının nedenleri masaya yatırılmadan, kazaların kendisinden kurtulmamız mümkün değildir. Oysa cezaları arttırmak, her köşe başına kameralar yerleştirmek, radyolara-televizyonlara reklamlar vererek “trafik canavarı olmayın” demek nedenlerle değil, sonuçlarla uğraşmak demektir. Burada örtük bir varsayım vardır. Bu varsayıma göre kazaların nedeni sürücülerin, kötü niyeti-bilgisizliği-dikkatsizliği gibi sebeplerdir. Bu yüzden kötü niyetli sürücüler için cezalar yükseltilir-kameralar takılır, bilgisiz sürücüler için eğitim seferberliği başlatılır (medyada veya şoför okullarında) ve dikkatsiz sürücüler sürekli uyarılarak dikkatleri çekilmeye çalışılır. Bu noktada “canavar” sürücüdür. Ancak bu yaklaşım o kadar korkak bir yaklaşımdır ki; kaza gerçekleşmeden potansiyel canavar olarak gördüğü sürücüyü, kazadan sonra “kurban”a terfi ettirir. 17 yaşında bir genç, aşırı hız sebebiyle kazaya sebebiyet verip hayatını kaybedince, “canavar”lıktan çıkar, tüm gazetelerde “trafik kurbanı” olarak anılmaya başlar. Yani trafik kazaları bir sonuçsa bu sonucun nedeni yanlış bir şekilde sürücüler olarak tanımlanıyor. Ancak bu yanlış mantık bile sonuna kadar vardırılmayıp kazadan sonra yan çiziliyor. Peki bizim ülkemizde neden bu kadar çok trafik kazası, özellikle de ölümlü trafik kazası olmaktadır?
Bizce, trafik sorunu, yolların yapıldığı andan başlayarak kazazedenin mezara gömüldüğü ana kadar bir bütün içinde kavranmalı ve her aşamada cebine para giren ekonomik özneler bağlamında değerlendirilmelidir. Yaşam içinde ortaya çıkan her olgu manevi bir boyut taşısa da, maddi ilişkilerle belirlenir. Yani her manevi tavrın maddi bir karşılığı vardır. Burada demek istediğimiz açıklayalım...
Ülkemizde ciddi bir trafik sektörü vardır. Yollar yapılır, araba satışı için gazetelere televizyonlara ilanlar verilir, arabalar satılır, arabalara benzin alınır, arabaların servis-bakımı yapılır, trafik cezaları yazılır, trafik kazalarını önlemek adına projeler yapılır, trafik kazalarını önlemek için gazetelere-radyolara ilanlar verilir, kaza sonrası gazetelere ölüm ilanları verilir. Tüm bu süreçlerde birileri para kazanır ve ekonomik döngü devamlılığını sağlar. Bu döngüden kar elde eden hiçbir ekonomik özne, bilinçli olarak kazaların olmasını, insanların ölmesini istemez. Ancak soruna yöneltilecek gerçek ve bütünlüklü bir çözüm, mutlaka karşısında bu odakların bilinçli/bilinçsiz direnişini bulacaktır. Çok fazla arabanın olduğu, altyapının yetersiz olduğu, kıta Avrupası ve İngiltere pratiklerinin aynı anda uygulanarak karışıklığa neden olduğu sürekli tekrarlanmaktadır. Ancak konu, toplu taşımacılığın teşvik edilmesine geldiğinde benzin istasyonu sahiplerinden gazetelere kadar anlamlı bir suskunluk hakim olmaktadır. Bu, ancak trafik sektörünün yarattığı gelir ve bu gelirin azalmasından duyulan kaygı ile bağlantılı olarak anlaşılabilir. Hem araba kaosunun ve bireysel araba kullanımının aynı yaygınlıkta devamını isteyeceğiz hem de ölümlü trafik kazalarının olmamasını isteyeceğiz. Buna “hem ekmek bütün hem köpeğin karnı tok” mantığı diyebiliriz ancak bizce “olmayacak duaya amin demek” diye adlandırmak daha doğru olacaktır...
İnsan yaptığı her işte, ilgilendiği her konuda (konunun kendisi ne olursa olsun) mükemmelllik arayışında olan bir varlıktır. Balıkçı daha iyi balık tutmaya uğraşır, hırsız daha güzel hırsızlık yapmaya uğraşır. Komedyen daha iyi espriler bulmaya çalışır, yalancı daha inanılır yalanlar uydurur. Bu her konu için geçerlidir. Tıpkı bunun gibi, yaşamında yoğun bir şekilde özel araba kullanımı olan halkımız da, araba kullanımında ciddi bir yarış içindedir. Günlük sohbetlerin önemli bir bölümü araba marka ve modelleri ile ilgilidir. Araba değiştirmek bir tür hobidir. Gençler el freni çekerek araba döndürmeyi, raund-about’lara riskli hızlarla girmeyi rekabet konusu haline getirmişlerdir. Bu da çok doğaldır, çünkü araba toplumsal yaşamımızda ciddi oranda bir yer tutmaktadır. Bu durumda, cezalar, kameralar ve yasaklar; sadece oyunun bir parçasıdır. Heyecanı arttırmak, bu kuralların mükemmellik arayışındaki sürücülerce altedilme çabası ile mümkündür. Kazalarda ölenler oyundışı kalmış oyunculardır ve ancak geriye kalanlar için “mağluplar” olarak anlam ifade eder. Arabaların toplumsal yaşamımızdaki yeri, kabul etsek de etmesek de mistik bir noktaya varmıştır. Araba fetişizmi, model, marka, hız gibi arabaların çeşitli özelliklerini kişisel olumluluklarımız gibi algılamamıza neden olacak kadar ileri bir hastalık derecesindedir. Totemlere tapan ilkel topluluklar bunu en azından doğanın anlaşılamaz güçlerine yönelik bir saygı ifadesi olarak gerçekleştiriyorlardı. Biz ise kendi ürünümüz emeğimizin doğal sonucu olan bir metaya yani arabaya tapıyoruz. Bu tapınma, elbette her tapınma gibi “kurban”larını da verecektir. Bu da “Trafiğe bir kurban daha” başlıklarının ne kadar yerinde olduğunu göstermektedir. Evet, halk olarak tapındığımız arabalara sürekli “kurbanlar” vermekteyiz. Tapınma işlemimizin devam etmesini ancak “kurbanların” azalmasını isteyerek de olmayacak duaya amin demekteyiz.
Bu kısır döngünü kırılması, oyunun kurallarını ağırlaştırarak değil, değiştirerek mümkündür. Toplu taşımacılığın ve bisiklet kullanımının teşvik edilmesi, hem toplumsal ekonomi hem de ekolojik maliyet anlamında da rasyonel olan çözümdür. İrrasyonel, mistik araba tapınmacılığı kültürünün kırılması ise, bir yandan toplu taşımacılığı ve bisikleti teşvik ederken, diğer yandan da değerler sistemimizi değiştirmekle mümkündür. Gücü kuvveti yerinde bir genç, yürümek veya bisiklete binmek yerine 1-2 km’lik yolu araba ile gitmeyi tercih ettiğinde kendisi ile dalga geçip alay edilmeyecek, küçük görülmeyecekse, bu bir eksiklik belirtisi olarak görülmeyecekse biz daha gazetelere çok ölüm ilanı, arabalara çok “kurban” vereceğiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder