Trafik sorunu tüm yakıcılığı ile yine
gündemimize yerleşiverdi. Hemen her gün gerçekleşen trafik kazaları ve
sonucunda ortaya çıkan yaralanmalar ve ölümler inkar edilemez bir travmaya
neden oluyor. Aileler çocuklarının,eşlerinin, akrabalarının trafik kazaları
sonucunda ölümlerine yas tutarken, görsel ve yazılı basın bu yasa ortak oluyor.
Tüm halkımız, açık bir duyarlılıkla
trafik sorununa bir çözüm bulunması yönünde temennilerini dile getiriyor.
Tipik olgu; kaza yaşandıktan sonra çok
satan bir gazetede hurda haline gelmiş araba fotoğrafı eşliğinde “yüreğimiz
yandı”, “acı gün”, “trafiğe bir kurban daha” benzeri bir başlıkla yasın
başlamasıdır. Ardından acılı aile fertleri ve “kurban”ın yakınları başsağlığı
ilanları verir, kalabalık bir cenaze gerçekleşir ve cenazeden çıkanlar
arabalarına binerek gaza basarlar.
Sorunun varlığı yadsınamaz boyuttadır.
Her ne kadar hükümet temsilcileri bir süreliğine sorunu çözme yoluna
girdiklerini, ölümlü kazalarda bir azalma olduğunu, artık sorunun kesin olarak
çözülmesi için gerekli yöntemin bulunduğunu iddia etmiş olsalar da, bu iddialar
gerçeklik tarafından kısa sürede yalanlandı. Hükümet, trafik cezalarını
arttırıp, yollara kameralar yerleştirerek, yasakçı ve cezacı bir mantıkla
sorunu çözebileceğini iddia etmişti. Ancak açıktır ki, bu iddialar fos çıktı.
Hükümet kendi icraatlarını (yasak ve cezalarla kontrol toplumu yaratma
girişimleri) “jan jan”lı bir şekilde sunmayı gayet iyi becerse de, ölümlerin
gerçekliği, reklamın kalitesine meydan okumaya devam ediyor.
Nüfusa oranlandığı zaman dünya
standartlarının çok üzerinde trafik “kurbanı” vermemizin nedeni nedir? Neden
bizim ülkemizde insanlar yoğun bir şekilde trafikten ölmektedirler? Bu sorular
halen yanıt beklemeye devam ediyor. Herhangi bir sonucu ortadan kaldırmayı
isteyen her yaklaşım, o sonucun nedeni ile mücadele etmelidir. Sonucun kendisi
ile uğraşmak, nedenleri ortadan kaldırmadan sonuçlarla mücadele etmek demektir.
Trafik kazalarının nedenleri masaya yatırılmadan, kazaların kendisinden kurtulmamız
mümkün değildir. Oysa cezaları arttırmak, her köşe başına kameralar
yerleştirmek, radyolara-televizyonlara reklamlar vererek “trafik canavarı
olmayın” demek nedenlerle değil, sonuçlarla uğraşmak demektir. Burada örtük bir
varsayım vardır. Bu varsayıma göre kazaların nedeni sürücülerin, kötü
niyeti-bilgisizliği-dikkatsizliği gibi sebeplerdir. Bu yüzden kötü niyetli
sürücüler için cezalar yükseltilir-kameralar takılır, bilgisiz sürücüler için
eğitim seferberliği başlatılır (medyada veya şoför okullarında) ve dikkatsiz
sürücüler sürekli uyarılarak dikkatleri çekilmeye çalışılır. Bu noktada
“canavar” sürücüdür. Ancak bu yaklaşım o kadar korkak bir yaklaşımdır ki; kaza
gerçekleşmeden potansiyel canavar olarak gördüğü sürücüyü, kazadan sonra
“kurban”a terfi ettirir. 17 yaşında bir genç, aşırı hız sebebiyle kazaya
sebebiyet verip hayatını kaybedince, “canavar”lıktan çıkar, tüm gazetelerde
“trafik kurbanı” olarak anılmaya başlar. Yani trafik kazaları bir sonuçsa bu
sonucun nedeni yanlış bir şekilde sürücüler olarak tanımlanıyor. Ancak bu
yanlış mantık bile sonuna kadar vardırılmayıp kazadan sonra yan çiziliyor. Peki
bizim ülkemizde neden bu kadar çok trafik kazası, özellikle de ölümlü trafik
kazası olmaktadır?
Bizce, trafik sorunu, yolların
yapıldığı andan başlayarak kazazedenin mezara gömüldüğü ana kadar bir bütün
içinde kavranmalı ve her aşamada cebine para giren ekonomik özneler bağlamında
değerlendirilmelidir. Yaşam içinde ortaya çıkan her olgu manevi bir boyut
taşısa da, maddi ilişkilerle belirlenir. Yani her manevi tavrın maddi bir
karşılığı vardır. Burada demek istediğimiz açıklayalım...
Ülkemizde ciddi bir trafik sektörü
vardır. Yollar yapılır, araba satışı için gazetelere televizyonlara ilanlar
verilir, arabalar satılır, arabalara benzin alınır, arabaların servis-bakımı
yapılır, trafik cezaları yazılır, trafik kazalarını önlemek adına projeler
yapılır, trafik kazalarını önlemek için gazetelere-radyolara ilanlar verilir,
kaza sonrası gazetelere ölüm ilanları verilir. Tüm bu süreçlerde birileri para
kazanır ve ekonomik döngü devamlılığını sağlar. Bu döngüden kar elde eden
hiçbir ekonomik özne, bilinçli olarak kazaların olmasını, insanların ölmesini
istemez. Ancak soruna yöneltilecek gerçek ve bütünlüklü bir çözüm, mutlaka
karşısında bu odakların bilinçli/bilinçsiz direnişini bulacaktır. Çok fazla
arabanın olduğu, altyapının yetersiz olduğu, kıta Avrupası ve İngiltere
pratiklerinin aynı anda uygulanarak karışıklığa neden olduğu sürekli
tekrarlanmaktadır. Ancak konu, toplu taşımacılığın teşvik edilmesine geldiğinde
benzin istasyonu sahiplerinden gazetelere kadar anlamlı bir suskunluk hakim olmaktadır.
Bu, ancak trafik sektörünün yarattığı gelir ve bu gelirin azalmasından duyulan
kaygı ile bağlantılı olarak anlaşılabilir. Hem araba kaosunun ve bireysel araba
kullanımının aynı yaygınlıkta devamını isteyeceğiz hem de ölümlü trafik
kazalarının olmamasını isteyeceğiz. Buna “hem ekmek bütün hem köpeğin karnı
tok” mantığı diyebiliriz ancak bizce “olmayacak duaya amin demek” diye
adlandırmak daha doğru olacaktır...
İnsan yaptığı her işte, ilgilendiği her
konuda (konunun kendisi ne olursa olsun) mükemmelllik arayışında olan bir
varlıktır. Balıkçı daha iyi balık tutmaya uğraşır, hırsız daha güzel hırsızlık
yapmaya uğraşır. Komedyen daha iyi espriler bulmaya çalışır, yalancı daha
inanılır yalanlar uydurur. Bu her konu için geçerlidir. Tıpkı bunun gibi, yaşamında
yoğun bir şekilde özel araba kullanımı olan halkımız da, araba kullanımında
ciddi bir yarış içindedir. Günlük sohbetlerin önemli bir bölümü araba marka ve
modelleri ile ilgilidir. Araba değiştirmek bir tür hobidir. Gençler el freni
çekerek araba döndürmeyi, raund-about’lara riskli hızlarla girmeyi rekabet
konusu haline getirmişlerdir. Bu da çok doğaldır, çünkü araba toplumsal
yaşamımızda ciddi oranda bir yer tutmaktadır. Bu durumda, cezalar, kameralar ve
yasaklar; sadece oyunun bir parçasıdır. Heyecanı arttırmak, bu kuralların
mükemmellik arayışındaki sürücülerce altedilme çabası ile mümkündür. Kazalarda
ölenler oyundışı kalmış oyunculardır ve ancak geriye kalanlar için “mağluplar”
olarak anlam ifade eder. Arabaların toplumsal yaşamımızdaki yeri, kabul etsek
de etmesek de mistik bir noktaya varmıştır. Araba fetişizmi, model, marka, hız
gibi arabaların çeşitli özelliklerini kişisel olumluluklarımız gibi
algılamamıza neden olacak kadar ileri bir hastalık derecesindedir. Totemlere
tapan ilkel topluluklar bunu en azından doğanın anlaşılamaz güçlerine yönelik
bir saygı ifadesi olarak gerçekleştiriyorlardı. Biz ise kendi ürünümüz
emeğimizin doğal sonucu olan bir metaya yani arabaya tapıyoruz. Bu tapınma,
elbette her tapınma gibi “kurban”larını da verecektir. Bu da “Trafiğe bir
kurban daha” başlıklarının ne kadar yerinde olduğunu göstermektedir. Evet, halk
olarak tapındığımız arabalara sürekli “kurbanlar” vermekteyiz. Tapınma
işlemimizin devam etmesini ancak “kurbanların” azalmasını isteyerek de
olmayacak duaya amin demekteyiz.
Bu kısır döngünü kırılması, oyunun
kurallarını ağırlaştırarak değil, değiştirerek mümkündür. Toplu taşımacılığın
ve bisiklet kullanımının teşvik edilmesi, hem toplumsal ekonomi hem de ekolojik
maliyet anlamında da rasyonel olan çözümdür. İrrasyonel, mistik araba
tapınmacılığı kültürünün kırılması ise, bir yandan toplu taşımacılığı ve
bisikleti teşvik ederken, diğer yandan da değerler sistemimizi değiştirmekle
mümkündür. Gücü kuvveti yerinde bir genç, yürümek veya bisiklete binmek yerine
1-2 km’lik yolu araba ile gitmeyi tercih ettiğinde kendisi ile dalga geçip alay
edilmeyecek, küçük görülmeyecekse, bu bir eksiklik belirtisi olarak
görülmeyecekse biz daha gazetelere çok ölüm ilanı, arabalara çok “kurban”
vereceğiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder