Kıbrıs, tarihi boyunca
istilalara uğramış, dış güçler tarafından yönetilmiş ve kendi bağımsız gelişme
dinamiğine sahip olamamıştır. Doğu Akdeniz’in stratejik bir bölgesinde,
emperyalist güçler için yaşamsal çıkarlara sahip bir coğrafi konumda bulunan
ada; ekonomik-politik birçok gelişmeyi kendi olgunlaşma süreci içinde
yaşayamamıştır. İç dinamiklere dayalı olarak gelişmeyen, dıştan dayatma sonucu
hayat bulan ekonomik-politik ilişkiler bu sebeple çarpık bir nitelik taşır. Bu
çarpık nitelik uluslaşma sürecinden, sınıf mücadelesine kadar çeşitli
alanlarda, çeşitli olumsuz sonuçların düğümlene düğümlene birikmesine neden
olmaktadır.
Bununla birlikte Kıbrıs
adasının diğer yeni-sömürge ülkelerden temel farkı emperyalizm açısından hayati
öneme sahip, stratejik bir yeni-sömürge ülkesi olmasıdır. Bu sebeple
emperyalizmin Kıbrıs’taki temel politikası sürekli
hakimiyet politikasıdır. Kıbrıs adasının ekonomik değere sahip bakır, pirit
gibi yeraltı ve narenciye, patates, tahıl gibi yerüstü kaynaklarının tarih
içerisinde ciddi ekonomik değer oluşturan varlığı bir gerçektir. Ancak
emperyalizm açısından Kıbrıs adasının sömürgeleştirilmesinin ağırlıklı nedeni
her zaman stratejik önemi olmuştur. Sürekli hakimiyet politikası; her tarihsel
dönemde, dönemin en gelişkin ve hegemon emperyalist ülkesinin Kıbrıs’ın
kontrolünü elinde tutması yanında, her ne sebeple olursa olsun Kıbrıs
üzerindeki hegemonyadan vazgeçmemek için her türlü yola başvurulması
anlamındadır.
Tarih boyunca
Fenikeliler, Romalılar, Araplar, Cenevizliler, Bizans, Venedik ve Lüzinyan
egemenliğine girmiş ada; kapitalizm öncesi dönemleri, bu dış dinamiklerle
bağlantılı olarak yaşamıştır. Osmanlı imparatorluğunun adayı işgal etmesi ile
adada hatırı sayılır miktarda bir Türk-Alevi nüfus birikimi olmuştur.
Osmanlı’nın kendine has yönetim tarzı ile bağlantılı olarak; Venedik döneminden
itibaren yerleşmeye başlayan feodal üretim ilişkileri bu dönemde de devam
etmiştir. İlk kapitalist ilişkiler Osmanlı’nın son döneminde başlamakla
birlikte, esas olarak İngiliz egemenliğinde serpilmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu
Kıbrıs’ta Kilise yönetimi ile çıkar birliğine dayalı bir ilişki geliştirmişti.
Kilise gelişi güzel bir şekilde vergi toplayabiliyor, her türlü iktidar erkini
Kıbrıslı fakir köylüler üzerinde uygulayabiliyordu. Kiliseye baş kaldırarak,
keyfi bir şekilde uygulanan vergileri ödemeyenler Osmanlı askeri ile tehdit
ediliyordu. Osmanlı yönetimi kiliseye her türlü silahlı desteği verdi ve Kilise
de Osmanlı yönetimi ile uyumlu bir şekilde çalıştı. Kilise tüm bu süre boyunca,
ada üzerinde çok geniş topraklara sahip bir yapı haline geldi. Bu niteliği ile
ruhani bir otorite olmanın ötesinde aristokratik-feodal, zamanla da burjuva bir
karakter kazandı.
Bu dönemde adanın
Müslüman ve Hristiyan ahalisi arasında ciddi bir çıkar çatışması yoktur.
Ezilen, sömürülen, vergilerden beli bükülen Müslüman ve Hristiyanlar ortak
ayaklanmalar gerçekleştirirler. Bu ayaklanmalarda Müslüman halk kadar,
Hristiyan halk da aktif bir rol oynar ve egemen sınıfları oluşturan Osmanlı
bürokrasisi ve Kilise papazlarını karşılarında bulurlar. Çil Osman, Dizdar Halil
ve Gavur İmam isyanları bunların en
bilinenleridir. Bu isyanlar daha çok köylü nitelikli isyanlardır ve vergi,
adaletsiz yönetim gibi olumsuzluklara karşı halkın ayaklanması şeklindedir. 15
papazın idamı ve 400 kadar Hristiyanın tutuklanması ile bastırılan 1821 Katliamı ise bunlardan niteliksel
olarak bir farklılık göstermektedir. Öncelikle bu isyan girişimine Müslüman
halkın hiç, Hristiyan halkın ise çok az katılımı söz konusudur. İsyan daha çok
Yunanistan’daki ulusçuluk akımından etkilenen ve ekonomik çıkarları Osmanlı’dan
bağımsızlaşmaya başlayan; büyük toprak sahipleri, burjuva unsurlar ve kilisenin
milliyetçi bir girişimidir. Kapitalist ve ulusçu akımların etkisi ile Osmanlı
yönetiminden yolunu ayırmaya başlayan Kilise, buna rağmen Osmanlı yönetimi tarafından
son güne kadar desteklenmeye devam eder.
Kıbrıs’ta niteliksel
olarak kapitalist ilişkilerin sıçrama yaşadığı eşik İngiliz egemenliğidir.
Dönemin klasik sömürgeciliğinin hegemon gücü İngiltere, 1878 yılından itibaren
Kıbrıs’ta da egemen olur. Bu tarihle birlikte Kıbrıs, İngiltere’nin klasik bir
sömürgesi olarak, açık işgal ve vali aracılığı ile yönetilmeye başlar. İngiliz
egemenleri daha çok stratejik önemde gördükleri adayı, askeri maksatlara uygun
olarak elde tutarlar ve ekonomik hayatı belli başlı genel kapitalist
uygulamalar dışında geliştirmek yönüne gitmezler. Kısmen de olsa sanayi
ilişkilerinin ada yaşamına dahil olması, kentlerde yoğunlaşan hatırı sayılır
ölçüde bir emekçi, işçi kesiminin oluşmasına vesile olur. 1900’lü yıllarla
birlikte Kıbrıs’ta küçük atölyeler fabrikalara dönüşmeye başlar, madenler yoğun
olarak işlenir ve 1905 yılında tren işletmeciliği kurulur. Bu, sayıları
binlerle ifade edilebilecek işçi, emekçi kesimin sigortasız, sağlıksız iş
ortamlarında 12-13 saat çalıştığı yoğun bir sömürü demektir. Kendiliğinden bir
sınıf bilincinin gelişimine müsait bu koşullar; ilk örgütlenme girişimleri,
sendikalaşma çabaları ve 15 Ağustos 1926 tarihinde Kıbrıs Komünist Partisi’nin
(KKP) kurulması ile, milliyetçi temel dışında bir sınıfsal temeldeki ortak
örgütlülüklere yansımaya başlar. Yıllardır köylülük temelinde yarı aç koşularda
yaşayan topluluklar, şimdi de olumsuz çalışma koşulları altında emekçi olarak
kader birlikteliği etmeye başlarlar. Yüzyıllardan bu yana ortak isyanlarda
kanını döken toplumlar, şimdi sınıfsal temelde bir mücadele ile Kıbrıslılık
bilincini geliştirmeye başlarlar.
Ancak tam da aynı
dönemde egemen kesimlerin ilişkilerinde bir değişim yaşanır. Yüzyıllarca
Osmanlı yönetimince korunup kollanmış toprak ağası/burjuva kilise yönetimi
İngiliz Sömürge İdaresi ile çıkar çatışması yaşamaya başlar. Osmanlı
artığı bürokrasi ise yeni koşullara uyum sağlar.
Osmanlı’dan arta kalan
bürokrasi, yeni koşullarda İngiliz Sömürge İdaresi’nin bir organı haline gelir.
Müftü atamalarını daha önce Osmanlı yönetimi yaparken, bundan böyle Hristiyan
İngiliz İdaresi Kıbrıs’ta müftü tayin etmeye başlar. 1882 Anayasası ile üç
Müslüman, dokuz Hristiyan ve altı atanmış İngiliz üyeden oluşan bir Yasama
Meclisi kurulur. İngiliz Yüksek Komiseri’nin başkanlığında toplanan meclis,
İngiliz-Müslüman işbirliğinin doruk noktasını oluşturur. İngiltere 5 Kasım 1914
tarihinde Birinci Paylaşım Savaşı’nı gerekçe göstererek Kıbrıs’a el koyduğunu
ilan ettiğinde, Kıbrıs’ın Müslüman bürokrasisi Sömürgeler Bakanlığı’na bir mesaj
göndererek: “Bütün sadakatimizle Kıbrıs Müslümanlarının İngiliz İmparatorluğu ile
bütünleşerek, güvence altına alınmalarını rica ediyoruz. Bu ricamızın
reddedilmeyeceğine inanıyoruz, çünkü ada Müslümanları İngiliz İmparatorluğuna
sadık olduklarını, 1878’den beri kanıtladılar(1)” der. 1935 yılında
Vali Palmer’in “Yarım yüzyıllık süre boyunca anayasayı uygulayabilmemiz, Türklerin bize
olan sadakati ile mümkün olmuştur(2)” demesi, işbirlikçi Müslüman liderlik ile İngiliz Sömürge
İdaresi’nin uyumunun bir göstergesidir. 1920’li yıllarda Kıbrıslı Müslümanlar,
Türk milliyetçiliğinden etkilenerek Kemalist bir muhalefet geliştirseler de bu
çok uzun sürmez. Türk milliyetçisi bir karakter taşıyan ve iç dinamiklerden
beslenmek yerine, Türkiye’den etkilenerek oluşturulan geleneksel liderlik
karşıtı bu girişim, Türkiye’nin emperyalist ilişkiler ağına dahil olması ile
gerici bir nitelik kazanarak geleneksel liderliğe eklenir. 1930’lu yıllarda
anti-İngiliz, laik ve Kıbrıslılık bilincine yakın bu Kemalist akım, İngiliz Sömürge
İdaresi tarafından Türkiye’ye şikayet edilir. Artık emperyalist ülkelerle ciddi
bir çıkar çatışması kalmamış, hatta 1940’lı yıllarla birlikte emperyalizmin
Ortadoğu’daki en önemli işbirlikçisi haline gelen Türkiye Cumhuriyeti’nin
Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü Aras, “... her Kemalist İngiltere’nin dostudur. Bu
Türk Hükümeti’nin yerleşmiş politikası olduğu gibi, Atatürk’ün de kişisel
dileğidir. Eğer Kıbrıslı Türkler arasında bazı kimseler Kıbrıs Hükümeti ile
Türkiye arasında kuşku ve düşmanlık ortamı yaratmaya çalışıyorsa, bunların
Kemalist cumhuriyetin düşmanları oldukları bilinmesi gerekir(3)”
diyerek kısa süreli bu muhalif çizgiye noktayı koyar. Aynı dönemde daha çok
köylü bir topluluk niteliği arz eden Müslüman Türk toplum, muhalif liderliğe
basınç yaratarak bağımsız bir politik çizgi tutturmasını sağlayacak ekonomik
uyanıştan uzaktır. İç dinamiklere dayalı olarak gelişmeyen, tamamen dışarıdan
belirlenen, etkilenen bu aydınlar hareketi de köksüzlüğünün de sonucu olarak
geleneksel liderliğe eklemlenir. Kıbrıslı Türk Yukarı Sınıfları için bundan
sonra köksüz varlığını devam ettirmek yolunda İngiliz İşgal İdaresi en temel
müttefiktir. Önce bürokrat/memur olarak başlayan varlık serüveni ilerleyen
yıllarda Türk Çarşısı’nı yaratarak burjuvalığa terfi eden yukarı sınıflar ve
köksüz aydın elit, çıkarlarını hep dış dünyada aramış, dış güçlerden aldığı
destek ve gerçekleştirdiği işbirliği ile varlığını devam ettirmiştir. Bu
politik çizgi Kıbrıslı Türk halkının kendi özgücüne güvenememesini, kendi
iradesi ile kendi geleceğini şekillendirmeyi denememesini ve sürekli
başkalarından medet ummasını teşvik eden kimliksiz/onursuz bir politikaya
dönüşmüştür. Bu politika Türkiye’siz bir hiç olduğunu söyleyen milliyetçi
kesiminden, barış için emperyalistlerden medet uman “ilerici” kesimine kadar,
kendi halkına, emekçi kesimlerine sırtını dönmüş, kendi kendine yabancılaşmış
bir liderlik oluşumunun en temel ifadesi olmuştur. 1920’li yıllarda yükselen
anti-İngiliz, bağımsızlıkçı Kıbrıslı Türk muhalif politikalarının, ilerleyen
satırlarda göreceğimiz bağımsızlıkçı işçi mücadelesi ile sürekli bir
birliktelik yakalayamaması “Kıbrıslılık” bilincinin prematüre kalışının,
ekonomik, maddi bir ilişkiler ağı ve mücadele sonucunda kazanılan bir nitelik edinememesinin ana nedenlerinden biridir.
Toprak ağası/burjuva bir karakterle
simgelenen Kilise yönetimi ise İngiliz Sömürge İdaresi ile ilk yıllardan
itibaren açık bir çatışmaya girmek zorunda kalır. İngiliz Sömürge İdaresi,
Kilise’nin Osmanlı döneminden kalma ayrıcalıklarına son vermeye başlamıştır.
Daha önce gelişi güzel vergi toplayan, kendisi vergi vermeyen ve egemenliğine
baş kaldırıldığı zaman da Osmanlı askerinden yardım alan Kilise; vergi toplama
ayrıcalığından arındırılmaya, vergi vermesi için hukuksal denetim altına
alınmaya ve asker/polis desteğinden mahrum bırakılmaya başlar. Sömürge
İdaresi’nin, geleneksel liderliğin bu geleneksel üstünlüklerini
sınırlandırması, toprak ağası ve kapitalist ilişkilerle karakterize
edilebilecek papazlar arasında ciddi tepkilere yol açtı. Kilise Yönetimi daha
16 Şubat 1879’da yüksek komiser Wolseley’e başvurarak, Kilise mülkünün vergi
dışı tutulmasını talep etti. Buna rağmen bazı piskoposlar İngiliz Sömürge
İdaresi tarafından vergi ödemedikleri gerekçesi ile Haziran 1879’da mahkemeye
sevk edildiler. Geleneksel ayrıcalıklarının tehlike altında olduğunu gören ve
kapitalist ilişkilerin yerleşmesinden çıkar sağlarken, feodal ilişkilerin
tasfiyesinden olumsuz etkilenmek istemeyen Kilise, ENOSİS (Yunanistan ile
bütünleşme) politikasını geliştirdi. Çıkarları Sömürge İdaresi ile çelişkiye
düşen Kilise (kapitalist bir karakterle simgelenir) ulusal demokratik bir
devrim yaratma perspektifinde hareket etmedi. Böyle bir mücadele, Kıbrıslı Türk
Yukarı Sınıfı’na muhalif Kemalist aydınlarla ve yeni oluşmaya başlayan Kıbrıs
işçi sınıfı hareketi ile ulusal bir cephe şeklinde örgütlenebilir ve Kıbrıs’ta
ulusal sorun daha o yıllardan çözülme sürecine girebilirdi. Kıbrıs’ta ulusal
demokratik devrim aşamasının daha o yıllarda tamamlanması, Kıbrıs ulusunun
oluşumunda önemli bir kilometre taşı oluşturur, emperyalizmin ada halklarını
birbirine düşürerek sürekli hakimiyet stratejisini uygulamasına engel teşkil
ederdi. Ancak Kilise böylesine zor ve uzun vadeli bir mücadele içine girmek
yerine, en temel ekonomik çıkarlarını rasyonalize edecek, kestirme bir sözde
ulusçuluğu (özde başka bir ulusa dahil olmayı) tercih etti. Bu tercihte, ulusal
demokratik devrimden sonra, işçi sınıfı ile karşı karşıya gelmekten, sosyalist
bir devrimle yüzleşmekten korkması, bunun yerine Yunanistan’dan 750 km uzaktaki
Kıbrıs’ta Yunanistan’a bağlı ancak kendi idaresinde bir cennet yaratmak hayali
de etkili oldu. Kilise kendi devletini, kendi ulusunu yaratmak zor işi yerine,
kurulu bir devlete, oluşmuş bir ulusa dahil olmayı daha kolay, daha garanti ve daha
kestirme buldu. Böylece Yunanistan’a dahil olmayı savunan ENOSİS çağrısı,
Kıbrıslılığa vurulan ilk somut darbe oldu. Kilisenin bu politikasından sonra,
tek ulus olmaya doğru ilerleyen iki toplum yerine her geçen gün birbirinden
ayrı düşen iki halk maddi bir gerçeklik haline gelmeye başladı.
Kemalist Türk aydın
muhalefeti ve burjuva kilise egemenleri ile ulusal bir cephede buluşamayan işçi
örgütlenmeleri bir süre daha Kıbrıslılığı savunur ve bu uğurda somut
bir mücadele yürütür. 1926 yılında ilk kongresini örgütleyen Kıbrıs Komünist
Partisi, Enosise karşı anti-emperyalist bir cephe siyasetini öne sürer. KKP
kendisine amaç olarak; İngiliz Sömürgeciliğine son vermeyi, Kıbrıs halkına
yönelik geleneksel liderliğin (özellikle Kilise’nin) baskılarına son vermeyi ve
ENOSİS’e karşı savaşmayı belirler. 18 Kasım 1929’da Yunanistan Komünist Partisi
yayın organı Rizospastis’te KKP’nin şu açıklaması yayınlanır: “ENOSİS’e
karşı mücadele, emperyalist baskıya karşı mücadeledir. Kıbrıslı fakir köylü ve
işçilerin politik stratejisi bu olmalıdır(4).”
1931 yılında yayınlanan
Kıbrıs Komünist Partisi Manifestosu’nda ise şöyle denmektedir: “Kıbrıs
Komünist Partisi işçi ve köylülerin ivedi ekonomik istemleri için; milliyetçi
liderlerin hıyanetini açığa çıkarmak için ve onların karşı devrimci sloganı
ENOSİS’e karşı savaşım verecektir. Amacımız emperyalizme karşı, ezilen
Türklerin ve Rumların oluşturacağı cephe ile kurulacak Sosyalist
Kıbrıs’tır(5).”
KKP’nin iç dinamiklere
dayalı ve ağırlıkla Kıbrıslı işçi ve köylülerinin maddi çıkarlarından beslenen
bu olumlu politikası, Kıbrıslı kitleler içerisinde hızla yayılmaya başlar.
Çeşitli iç ve dış gelişmeler nedeniyle çok uzun süremeyen bu doğru politik
çizgi, o kadar etkili olur ki aradan nerdeyse 80 yıla yakın zaman geçmesine
rağmen Kıbrıslılık, ütopik şekliyle bile olsa, halkların bilincinde kendine yer
bulabilmektedir. Sovyetik çizginin henüz uluslararası politikada gerici
karakterini somutlaştırmadığı konjektürde, KKP kendi ülkesine dair tahlillerini
yapabilmekte, uluslararası bir destek dahi alabilmekteydi. Bu çerçevede Kıbrıs
Valisi Sir Ronald Storrs 4 Haziran 1931’de şunları yazar: “Komünist partisinin ilk eylemi
25 Mart’ta Yunan Ulusal gününe karşı gösteriler yapmak oldu. Bu parti üyeleri
Limasol’da Yunan Bayrağı’nı indirerek yerine Bolşevik bayrağı çektiler. Burada
ve Lefkoşa’da ENOSİS’çi toplantıları dağıtmaya çalıştılar... bazıları
tutuklandı ve iki aya kadar hapis cezalarına hüküm giydiler... Polis
kayıtlarına geçen komünistlerin sayısı son altı ayda 181’den 365’e
çıkmıştır(6).”
KKP’nin örgütlü çabaları
yalnızca İngiliz Sömürge İdaresi’ni değil Kilise’yi de rahatsız ediyordu.
KKP’nin Kıbrıs ulusunu yaratmaya müsait anti-emperyalist bir cephe çağrısına
olumsuz bakan Kilise; Yunan ulusuna eklenmeyi önüne koyan pan-Elenist bir siyaset
gütmeye başlar. Ancak, bu siyasetin asıl sebebi, KKP’nin burjuva/feodal
mülkiyet ilişkilerini sorgulaması ve bunun da Kilisenin ekonomik çıkarlarını
tehdit etmesiydi. Kıbrıs ulusçuluğundan korkan İngiliz Sömürge İdaresi ve
mülkiyet ilişkilerinin sorgulanmasını istemeyen Kilise böylece ortak düşmanları
KKP’ye karşı istemeden de olsa birleşirler. 10 Ocak 1934’de Kıbrıs Valisi’nin
gizli memorandumunda: “Benim görüşüm, şimdilik, Kilise’ye mümkün
olduğu kadar, ancak sorun yaratmayacak kadar güç vermek en iyisi olacak. Fakat
durum ve ihtiyaçlar her an değişebilir. Şimdilik, Kilise, bütün sahtekarlığına
karşın anti-komünisttir ve bu büyük bir hazinedir...(7)”
denmektedir. 23 Kasım 1936 tarihinde Sömürgeler Bakanlığı’nın yaptığı politik
değerlendirmede ise: “Kıbrıs’da gelecekteki politik rahatlığımız
için, yönetimi bölgesel farklılık temelinde yürütmeliyiz. Böylece, ENOSİS
eskimiş bir değer olduğu zaman, kaçınılmaz olarak yükselecek olan Kıbrıs
Ulusçuluğu, mümkün olan en uzak tarihe ertelenmiş olmalı...(8)”
denilmektedir. Böylece daha yeni gelişmeye başlayan zayıf bir işçi sınıfına ve
cahil köylü kitlelerine dayalı hareket; yukarıda da aktarılan sebeplerle içte
başka hiçbir ittifak yakalayamaz. Kilise ve Kıbrıslı Türk aydın muhalefeti ile
buluşmayınca içte yalnız kalır. 1930’ların ortalarından itibaren Sovyet dış
politikasının “sosyalist anavatan” tezlerine doğru yönelmesi ve dünya Komünist
Partileri’nin işlevinin kendi devrimlerini yapmak yerine SSCB’nin çıkarlarını
korumaya göre tanımlanması KKP’nin Kıbrıs’a dair bağımsız siyasetinin de sonu
olur. 1936 İspanya İç Savaşı’nda somut ürününü veren, 1945 Yalta Anlaşması ile
açık bir nitelik kazanan, 1956 SBKP 20. Kongresi ile tescillenen bu revizyonist
politika, KKP’den AKEL’e doğru ilerleyen sürece temel karakteristiğini
vermiştir.
Kilise ve İngiliz
Sömürge İdaresi’nin politikalarına göğüs geremeyerek ortadan kalkan KKP, 14
Nisan 1941 tarihinde Çalışan Halkın İlerici Partisi (AKEL) adı ile yeniden
örgütlenir. Ancak iç ve dıştaki gelişmelere bağlı olarak KKP’nin adı dışında
değişen başka yönleri de vardır. Sovyetik çizginin gereği olarak işçi-köylü
sınıfları içerisinde uzun bir evrimsel çalışma, sendikalaşma, reformların elde
edilmesi ve parlamenter yollardan iktidarı hedefleyen; uluslararası politikada
SBKP’ye göbekten bağlı bir siyaset AKEL’e damgasını vurur. Bu çerçevede
parlamenter mücadelenin zarar görmemesi için AKEL, Enosis’i desteklemeye hatta
bu konuda Kilise ile yarışmaya başlar. “1947’de Londra’da toplanan Dünya
Komünist Partileri Kongresi’nde AKEL’in hazırladığı ve Kongre tarafından da
onaylanan karar şudur: ‘ENOSİS, İngiltere Sömürgesini sona erdirecek ve
dolayısıyla Kıbrıs’ın Ortadoğu halkları için bir üs olarak kullanılmasını
engelleyeceği için ilerici bir adımdır(9).” Dünya reformist,
revizyonist, parlamentarist çizgisinin Kıbrıs temsilcisi AKEL, bu politikalarla
girdiği 1946 yerel seçimlerinde dört büyük şehirde belediye başkanlıklarını
kazanır. Sendikalarda, fabrikalarda ve tarlalarda Kıbrıs’ın işçi ve köylülerini
birlikte mücadele doğrultusunda örgütlemeye devam eden AKEL, bu politikası ile
tam ters bir şekilde KKP’nin mücadeleci karakterinden ve Kıbrıslılığı savunan
bağımsız duruşundan taviz verdiği, reformist/parlamentarist politikaları
savunup, ENOSİS tezini onayladığı her noktada Kıbrıslıların birliğine dair son
umutları da yavaş yavaş tüketmeye başlar.
İkinci Paylaşım Savaşı
sonunda uluslararası emperyalist sistemin yeni patronu ABD yeni-sömürgecilik
siyaseti ile devreye girmiştir. Emperyalizmin II. Bunalım Dönemi’nin klasik
sömürge siyaseti güden patronu İngiltere, 1950’ler boyunca ABD’nin
yeni-sömürgecilik politikalarına direnecektir. Eski sömürgecilik yöntemleri ile
yeni-sömürgecilik siyasetinin en temel çekişme alanlarından biri de Kıbrıs
olmuştur. Kıbrıs İngiltere için o denli stratejik öneme sahiptir ki,
uluslararası emperyalist sistemin yeni patronuna direnerek NATO içinde uzun
süre devam edecek bir çelişkiye neden olmuştur. Kıbrıs’ta yükselecek muhtemel
bir ulusal kurtuluş mücadelesi ile Kıbrıs’ın emperyalist ilişkiler ağının
dışına çıkacağını düşünen ve SSCB’ye karşı önemli müttefikler saydığı
Yunanistan ve Türkiye’nin Kıbrıs meselesi nedeniyle birbirine düşmesinden
çekinen ABD; Kıbrıs’ta uyguladığı klasik sömürgeci siyasetinden vazgeçmesi için
İngiltere’ye baskı yapmaya başlar.
1951’e kadar İngiltere’nin
etki alanında bulunan Yunanistan, ENOSİS talebi ile kendisine başvuran
papazları kovmuş ve “bizi rahat bırakın” demiştir. 29 Eylül 1950’de, sonradan
Başbakan olacak olan Yunanistan İçişleri Bakanı Georgios Papandreu, Kıbrıslı
Rumların ENOSİS isteğine şöyle yanıt vermişti: “Yunanistan bugün biri
İngiliz öteki Amerikan iki ciğerle nefes alıyor. Bu nedenle, Kıbrıs sorunu
yüzünden boğulma tehlikesine giremez(10).”
Ancak Yunanistan’ın
tavrı ABD hegemonyası altına girmesi ile değişmeye başlar. Marshall ve Truman
yardımları ile ABD etki alanına giren, ABD tekelleri vasıtasıyla ABD’nin
yeni-sömürgesi haline gelen Yunanistan devreye sokulur ve ENOSİS istemini
İngiltere’ye bildirir. İngiltere’nin bu çabaya yanıtı sert olur. Sir Anthony
Eden yaptığı bir açıklamada “Kıbrıs elbette ki NATO açısından önemlidir.
Ama sadece NATO açısından değil. NATO çıkarlarının dışında İngiltere’nin
Kıbrıs’ta hayati çıkarları vardır. No Cyprus, no oil. Bu da bizim için açlık ve
işsizlik demektir. Bu, bu kadar basittir.(11)” der. İçte Kilise ve
AKEL, dışta Yunanistan ve ABD tarafından sıkıştırılan İngiltere, klasik
böl-yönet siyasetini uygulamaya koyar. Bu uğurda Kıbrıslı Türkleri devreye
sokar ve Türkiye’nin TAKSİM istemesi için politika yürütmeye başlar.
Kıbrıslı Türk Yukarı Sınıfı
İngiltere ile uyum içinde, varlığından memnun bir halde yaşarken, İngiltere’nin
Kıbrıs’taki varlığı tehlikeye girince ciddi bir sıkıntı içine düşer. “28
Kasım 1948 günü Kıbrıs Türk liderliği (Kıbrıslı Türk Yukarı Sınıfı m.r.)
tarafından Lefkoşa’nın Türk kesimindeki Ayasofya meydanında bir... miting
düzenlenmiş ve burada Kıbrıslı Rumların plebisit, muhtariyet ve ilhak istemleri
şiddetle protesto edilmişti. Kullanılan slogan şöyleydi: Muhtariyet esaret,
ENOSİS ölüm, adil İngiliz idaresinin devamını isteriz(12).” Görüldüğü gibi,
önceleri “statükonun devamı” tezini
savunan bu asalak memur sınıf, bu politikanın dünyada gelişen yeni havada
hiçbir yankı bulmayacağının anlaşılması üzerine, “adanın eski sahibine iadesini” istemeye başlar. Kıbrıslı Türk
Yukarı Sınıfı’nın bu politika arayışları, Kıbrıslı Türklerin varlığı veya
çıkarlarından çok kendi varlığı ve tatlı yaşamının devamı ile ilgili
arayışlardır. İngiltere’nin de yönlendirmesi ile üçüncü bir politika
değişikliğine giden Kıbrıslı Türk Yukarı Sınıfı 1955’lere gelindiğinde “TAKSİM”i savunmaktadır. TAKSİM tezi,
yukarı sınıfımızın memurluktan
burjuvalığa geçişinin de başlangıç noktasını oluşturur. Daha önceleri
varlığını Sömürge İdaresi’nin ihsan edeceği mevki ve maaşlara bağlayan bu
kesim, artık yılmaz bir “Türk Çarşısı” savunucusu olmuştur. Türk Çarşısı
siyasetinin yoksul Kıbrıslı Türkleri daha da yoksullaştırması, Elen’den ucuza
alıp Türk’e pahalı satan Türk tüccarın (ekonomik) varlığını güçlendirir. Ancak
yoksul Türk işçi ve köylüsü katmerli bir sömürü altında kalır. Taksim tezi,
Türk tüccara hem keyfince sömürebileceği bir iç pazar sağlaması anlamında, hem
de buna itiraz edenleri hain ilan edeceği “Türkçülük”
ideolojisi anlamında işlevsel bir alet sunar. Kıbrıslı Elen Burjuvazisi /
Kilise’nin Yunanistan’a eklenme ve hazır bir ulusa dahil olma siyaseti böylece
emperyalist İngiltere’nin de yardımlarıyla karşıtını bulur: Kıbrıslı Türk
tüccarlarının Türkiye’ye eklenme ve hazır bir ulusa dahil olma siyaseti.
Zamanla Türkiye de Taksim tezini savunmaya başlar ve NATO içi kamplaşma
netleşir. Kıbrıs’ta Kıbrıslı Türkler’e
karşı Kıbrıslı Elenler, taşeron devletler bağlamında Yunanistan’a karşı Türkiye ve emperyalist çıkarların hesaplaşması
bağlamında İngiltere’ye karşı ABD.
Tarih boyunca Kıbrıslılaşamayan ve bu gerilimler temelinde savrulan işçi-köylü
sınıfların emperyalist-milliyetçi siyasetlerin yedeği olmaktan kurtulması için,
gelişmeleri bu üç düzeydeki ilişki ve çelişkiler bağlamında değerlendirmek ve
tek boyutlu çözümlemelerden kaçınmak gerekmektedir. Olguları yalnızca
emperyalizmin oyunu veya Türkiye/Yunanistan’ın yanlışları veya Kıbrıslı
Elenlerin/Türklerin hataları olarak değerlendirmekten kurtulamayan çözümlemeler,
tek boyutlu kalmaya ve gerçeği anlayamayıp değiştirememeye mahkum olacaktır.
İngiltere’nin Türkiye’yi
Taksim tezine kazanması, ABD’nin EOKA
aracılığı ile silahlı mücadele başlatması ile aynı tarihlere denk düşer.
Yunanistan İç Savaşı’nda faşist paramiliter güçlerin komutasını yürütmüş CIA
destekli General Grivas, Kıbrıs’a gönderilir. ABD ve Yunanistan’dan tam destek
alan Grivas, EOKA’yı örgütlemeye başlar.
“EOKA’nın faaliyete
geçmesi Yunanistan’ın yardım, destek ve onayıyla olmuştu. Bu olay artık iyice
ABD etki alanı içine giren Yunanistan’ın İngiltere’ye açıkça tavır aldığını...
göstermesi bakımından önemlidir... EOKA hareketi, bölgede o dönemin ABD-İngiliz
rekabetinde ABD çıkarlarının temsilcisiydi(13).”
EOKA hem Kıbrıs’ta
İngiliz Sömürge İdaresi’ni yıpratmak, hem de “ulusal” mücadeleden komünist
unsurları dışlamak gibi ikili bir görev üstlenir. Bu görevini başarı ile
yürüttüğü 1955-59 arası ABD basınında İngiltere’nin sert bir şekilde
eleştirilmesinden ve EOKA’ya sempati ile yaklaşılmasından anlaşılabilir.
İngiltere’nin Kıbrıs’ta kalma ısrarının NATO’nun güney kanadını felç ettiğini
ileri süren ABD basını, bunun da komünizmin gelişmesine uygun ortam yarattığını
iddia eder. İngiltere’nin, ABD tarafından oluşturulan askeri-politik paktları
bu şekilde yıpratmasının kabul edilemez olduğu ısrarla yinelenir. EOKA dünya
tarihinde CIA destekli faşist paramiliter çetelerin yürüttüğü ilk “ulusal kurtuluş
mücadelesi” örneğidir. Ne yazık ki dünya halkları nezdinde alnımıza sürülen bu
kara lekeyi artık silmenin imkanı yoktur.
ABD-CIA destekli faşist
silahlı mücadeleye İngiltere’nin tepkisi gecikmez. İngiltere böl-yönet
politikasını derinleştirerek hem Kıbrıs’ta kalacağı süreyi uzatmaya hem de ABD
ile yaptığı pazarlıklarda elini güçlendirerek olası bir çekilmede adada üsler
elde etmeye yönelik bir politika geliştirmeye başlar. Bu doğrultuda ikili bir
politika geliştiren İngiltere, öncelikle adada bulunan on binden fazla
askerinin yetersiz olduğu gerekçesiyle, Kıbrıslı Türkler arasından paralı asker almaya başlar. “Zamanın
İngiliz yöneticilerinden John Reddaway’e göre, 1958 yılında Kıbrıs Polis
Gücü’nde hiçbir Rum görevli yokken, 542 Kıbrıslı Türk vardı. Yardımcı polis
olarak ise 70 Ruma karşılık, 1700 Türk görev yapmaktaydı(14).” Aynı dönemde
de EOKA’nın karşısına TMT’yi (Türk
Mukavemet Teşkilatı) çıkarır. Böylece adada faşist paramiliter çeteler, farklı
emperyalist odaklardan aldıkları destek vasıtasıyla varlık alanı yakalarlar.
İki halk arasında güvensizlik yükseldikçe yükselmekte, Müslümanlar
Türkleşirken, Hristiyanlar Elenleşmektedir. Egemenlerin her düzeydeki çatışması
halkların günlük hayatlarına da yansırken, etnik ilişkilerin ötesinde bir
direniş odağı oluşmaz/oluşamaz. Bu, artık halkların ayrılması sürecinin son
aşamaya varmak üzere olduğunun göstergesidir. Şimdinin Kıbrıslı Türkleri,
1900’lerin Müslümanları; 1955’ten sonra kendilerini “Türk” olarak tanımlamaya
başlarlar. Bu durum 1970’li yılların ikinci yarısına kadar böyle devam
edecektir.
1955-1960 dönemi
Kıbrıs’ta yaşanan en yoğun dönemlerden biridir. 1 Nisan 1955’te EOKA kurulur.
Hemen ardından Kıbrıslı Türkler kitleler halinde paralı asker yazılırlar ve
önce 9 EYLÜL, VOLKAN, KARA ÇETE, sonra çok daha profesyonel TMT gibi faşist,
paramiliter örgütler ortaya çıkar. Solculara, komünistlere, sendikacılara,
demokrat ve aydın insanlara yönelik eşi görülmedik bir terör dalgası hızla
yayılır. Türk ve Elen sendikalarının ayrılması, belediyelerin ayrılması, “Türk’ten
Türk’e Kampanyası” gibi gerici politikalar terör ortamının içerisinde
rahatlıkla uygulanır. Halkların birbirine düşman olması yönünde her türlü
yöntem: baskı, tehdit, ikna, propaganda, cinayet, yaralama vb. uygulanır. Bu
dönemde Nihat Erim: “Ne hazindir ki EOKA İngiliz’den, Türk’ten
daha çok, Kıbrıslı Rumlar’ın canına kıyıyor(15)” demiştir. Aynısı
TMT için de söylenebilir. TMT’nin en kapsamlı kampanyası “Türk’ten Türk’e”
kampanyasıdır. Bu kampanya çerçevesinde yüzlerce Kıbrıslı Türk, TMT militanlarından
sokak ortasında dayak yemiş, dükkanının camları kırılmıştır. Kıbrıslı Elenlerle
ortak sendikal örgütlenmeye giden Kıbrıslı Türk işçiler baskı ve tehditlerle
sendikalarından istifa ettirilmişler, zorla milliyetçi (pan-Türkist)
sendikalara üye yazdırılmışlardır. Revizyonist politikaların takipçisi de olsa,
sınıfsal temelde Türk ve Elen işçileri birlikte örgütlemeye çalışan AKEL-PEO ve
AKEL’in TÜRK KOLU üyeleri bu faşist terör ortamında yaprak gibi
savrulmuşlardır. 1 Mayıs 1958’de Türk ve Elen işçilerin Lefkoşa sokaklarında
ortak bir eylem gerçekleştirmesi, faşist odakların baskısını yoğunlaştırır.
Solcuların kapılarının önüne “vur timleri” gönderilir, Ahmet Sadi ve eşine
başarısız bir süikast düzenlenir, TEK (Türk Eğitim Kulübü-solcu) yakılır, Fazıl
Önder, Ahmet Yahya (Berber) katledilirler ve Türkiye’den gelen subaylar
aracılığıyla hemen hemen bütün köy isimleri değiştirilir. Bu faşist terör
dalgası, karşısında neredeyse hiçbir ciddi sınıfsal direniş bulmaz.
Katillerinin arkasından bıçakla koşarak yakalamaya çalışan Fazıl Önder dışında
faşist örgütlere yönelik silahlanma, aktif direniş ve misilleme girişimleri hiç
yoktur. Reformist, revizyonist, parlamentarist AKEL, pasifist bir politika
izleyerek bu kötü günlerin geçmesini beklemeye, adı bilinen komünist Türkler’i
ülke dışına kaçırmaya başlar. Solcuların sendikalarından istifa ettiğini,
kapısının önünde nöbet bekleyen faşistlere bir kurşun bile sıkmadığını,
tescilli faşistlerin burnunun bile kanamadığını gören halklarda korku, sinme ve
her şeyi sineye çekme kaderci duygusu hakim olur. Faşist eğilimlere prim
verecek yapısı olduğu asla söylenemeyecek Kıbrıs halkları, samimi, cesur ve
yiğit bir önderliğin yokluğunda, susar, bekler ve “anavatanlara” sığınmayı
çözüm olarak bulur. Bu dönemde yaşanan sindirme politikalarının Kıbrıslı Türk
halkında bıraktığı izler halen gözlemlenebilir. Devlet yönetiminden çekinmeyen
ve her türlü hakkını arama eğiliminde olan halkımız, gizli yeraltı
teşkilatlarından hala ürkmekte, çekinmektedir. Revizyonist sol ise pasifizmi
matah bir şeymiş gibi savunmayı, “barışçıllıktan saymayı” meziyet kabul
etmekte, kendi aczini ve yetersizliğini rasyonalize etmeye devam etmektedir.
Böylece sivil faşist güçlerin iki halkı ayırmaya yönelik fiili saldırısının
önüne devrimci bir set çekmeyen AKEL,
Kıbrıslılığa vurulan son darbeye seyirci kalmıştır. Kıbrıslılık bundan
böyle varlığı tartışmasız (her ne kadar daha bir süre onlar kendilerini Türk ve
Elen diye adlandırsalar da) iki halkın yani Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı
Elenlerin ayrı ayrı ancak koordineli mücadelelerinin birliği ilkesince gerçek
kılınabilecek, mücadele ile yaratılabilecek bir ideal olarak var olabilir. İki halk artık ayrılmıştır.
NATO’nun krizi İngiltere
ve ABD arasında yürütülen pazarlıklar sonucu 1960 yılında geçici olarak sona erer.
İngiltere ada üzerinde dokunulmaz, tartışılmaz Kraliyet toprağı sayılan iki
büyük üs alarak Kıbrıs’ın geriye kalan bölgelerini boşaltır. Bu bölgeler
ABD’nin yeni-sömürgecilik siyasetine uygun olarak sözde bağımsız bir cumhuriyet ilan edilerek uluslararası
emperyalist sisteme eklemlenir. 16 Ağustos 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilanı
aynı zamanda yeni-sömürgeci siyasetin zaferidir. Artık İngiltere’nin açık
işgali yerine ABD’nin gizli işgali
söz konusudur. İngiliz valisi gitmiş, emperyalizmin işbirlikçileri, CIA-MI6
tarafından kurdurulan faşist terör örgütlerinin ajanları Cumhuriyet’in en
yetkili makamlarına yerleşmiştir. Yeni-sömürgeci siyasetin uygulanmasında
yaşanan ve ilerleyen satırlarda değineceğimiz bazı zaaflarla, Kıbrıslı Türk ve
Kıbrıslı Elen yöneticilerin bu cumhuriyeti daha en baştan kendi büyük
milliyetçi emellerine uygun bulmamaları, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşundan
itibaren yaşamaya başladığı sorunların nedenidir.
Kıbrıslı Türk Yukarı
Sınıfı ve Kıbrıslı Elen Burjuvazisi 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nden memnun
değildi. Ancak ABD ile İngiltere’nin ve Türkiye ile Yunanistan’ın uzlaştığı
koşullarda yakalayacakları ilk fırsata kadar çelişkilerini ertelemek zorunda
kalmışlardır. Yeni bir cumhuriyetin ilanına ve sözde barışa rağmen TMT,
“Türk’ten Türk’e Kampanyası”nı devam ettirmiştir. Makarios için ise ENOSİS hala
asıl hedef olarak duruyordu. 21 Aralık 1963, her iki kanadın da beklediği
fırsat olmuştur. 1964 yılından itibaren birbirine giren Kıbrıs Yukarı
Sınıfları, pasifist AKEL’in politikaları sayesinde halk kitlelerini bu
savaşlarında kullanmakta zorlanmadılar. Ancak ABD; SSCB ile olan detant
durumundan ve uluslararası planda hareket sahası bulamadığından dolayı adaya
müdahale edemedi. Türkiye ve Yunanistan ise hem ABD politikaları doğrultusunda
aralarında çelişki yaşamamaya hem de kendi iç çıkar çevrelerinin baskıları ve
Kıbrıs’taki bağlantıları dolayısıyla birbirlerine silah çevirmeye dönük
dalgalı/kararsız bir politik hat izlemeye başladılar. Türkiye ile Yunanistan’ın
tam bir uyum yakalayamaması (savaşta veya barışta) ve ABD’nin doğrudan bir
müdahale gerçekleştirememesi sonucunda; adadaki en güçlü odak durumundaki
Makarios kontrolü ele alabildi. 1974 yılına kadarki gelişmelere Makarios
damgasını vururken aslında bu anti-emperyalist bir politik kazanım olarak
değil, tamamen konjonktürel bir avantaj olarak değerlendirilmelidir. Çünkü
anti-emperyalist nitelikteki kalıcı kazanımlar ancak ezilen sınıfların
mücadelesi ile gerçekleştirilebilir.
Anavatanların
kararsızlığı, Kıbrıslı Yukarı Sınıflarla anavatanların arasını açmaya
başlamıştır. Makarios 21 Şubat 1965’te Yunanistan Başbakanı’na mektup yazarak “Yunanistan
hükümeti cesaretle Kıbrıslıların çıkarlarını korumazsa, Kıbrıs hükümeti
Yunanistan’dan ayrı bir politika izlemeye hazırdır(16)” diyordu. R.R. Denktaş 12’ye 5 Kala isimli çok
bilinen kitabını bu dönemde yazarak Türkiye’ye veryansın ediyordu. Kıbrıslı
Türk Yukarı Sınıfı daha kararlı bir Türk dış politikası istemektedir. Türkiye
ve Yunanistan ise ABD çizgisinden uzaklaşarak alternatif uluslararası politika
arayışlarına girmeye başlarlar. Bu politik kaos ortamında Türklerle - Elenler
arasında çatışmalar devam ederken Makarios, Bağlantısız Ülkeler’le önceden yakaladığı ilişkiyi derinleştirmeye
başlar. SSCB’nin Bağlantısız Ülkeler’in desteklenmesi yoluyla “kapitalist
olmayan yol” tezine uygun olduğu için bu politika AKEL tarafından tam onay
alır.
Kıbrıslı Elen
Burjuvazisi içinde de bağımsızlık eğilimleri güçlenmeye ve ENOSİS yerine
bağımsız bir Kıbrıs Cumhuriyeti talepleri somut bir karşılık bulmaya başlamıştır.
ENOSİS politikası ile çelişkiye düşen ve Kıbrıs’ın bağımsızlığından çıkar uman
kesimler; Kıbrıs Cumhuriyeti’ndeki ayrıcalıklarını kaybetmekten korkan bürokrat kesim, Commonwealth üyesi
olmanın ayrıcalıklarından vazgeçmek istemeyen sanayi burjuvazisi ve Yunanistan’a göre alım gücü daha yüksek olan
iç pazarını kaybetmek istemeyen tüccar
kesimleriydi. Ancak bu eğilimdeki kesimler, bağımsızlık ve bağlantısızlık
siyasetini desteklerken Kıbrıslı Türklere yönelik baskıcı ve ayrılıkçı
tavırlarını değiştirmezler. Böylece 1963’ten sonra halklar arası ayrılık doruk
noktasına varır.
Türkiye ve Yunanistan
arasında yükselen gerilim NATO içinde yeni bir krize neden olurken, Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin hızla bağlantısızlık politikalarına dahil olması da ABD
açısından ciddi bir tehdit demekti. ABD bu duruma müdahale etmenin yollarını
aramaya koyulur. ABD’li diplomat Dean
Acheson bu krizi çözmeyi hedefleyen bir plan hazırlar ve ABD 1964 yılından
itibaren bu politikayı yürürlüğe koyar. Acheson
Planları olarak bilinen ve 1974 yılına kadar çeşitli değişikliklere tabi
tutularak sürekli gündemde kalan bu plan; adanın
Türkiye ve Yunanistan arasında taksimini öngören bir politik öze sahiptir.
Planın ilk hali şu şekildedir: “Kıbrıs Cumhuriyeti’ni ortadan kaldırmak,
adanın büyük bir bölümünü Yunanistan ile birleştirmek, bir bölümünde Kıbrıslı
Türklerin ayrıyetten yaşaması ve bir bölümünün de Türkiye’ye askeri üs olarak
verilmesi, Makarios’un tarafsızlaştırılması ve komünistlerin ortadan
kaldırılması(17).” Bu plan vasıtasıyla adanın ve anavatanların NATO içinde
kalmasını hedefleyen ABD, Yunanistan ve Türkiye’ye yoğun bir baskı yaparak
planı uygulamanın yollarını aramaya başlar. 5 Haziran 1964 tarihinde ABD
tarafından Türkiye’ye gönderilen ve sert bir politik içerik taşıyan Johnson Mektubu, Türkiye’yi Kıbrıs’a
müdahaleden uzak durması için sert bir dille uyarırken, ABD ile ve NATO içi
çözümler araması gerektiğini hatırlatmaktadır. Hemen ardından politikası
ılımlılaşmaya başlayan Türkiye, bu yıldan itibaren Kıbrıs konusunda ABD
stratejisine daha uygun politikalar izlemeye başlar. ABD’de yayınlanan bir
gazeteye demeç veren İsmet İnönü: “Kıbrıs’ta yürüyen politika Yunan ve Türk
münasebetlerini dikkate almayan ve hissi bir başarı peşinde olan politikadır.
Bu politika, Yunanlılar ve Türkler arasında dostluk ve anlaşma ve ittifak
politikasının hangi zaruretlerden doğduğunu hiç kavramamış bir politikadır...
Kıbrıs politikacıları bütün bu temel hakikatları kendi pençelerine almışlar,
kendi hisleri uğrunda düşüncesiz tehlikeye atmakta tereddüt etmiyorlar(18)”
demektedir. Ancak Türkiye ve Yunanistan’ın Acheson Planı’nı tamamen kabul
ederek uyumlu bir politika izlemesi için kendi iç kamuoylarının taleplerini
bastıracak kararlı hükümetlere (askeri darbelere) ihtiyaç vardır(19).
Acheson Planı eline ulaşan
Yunanistan Başbakanı bu planı Kıbrıs Hükümeti’ne kabul ettiremeyeceğini
açıklamış ve kendi parlamentosunun bile bu planı onaylamayacağını belirtmiştir.
Bunun üzerine Johnson tarafından kendisine şu mesaj ulaştırılır: “Sizin parlamentonuz da anayasanız da
kahrolsun (fuck). ABD bir fildir, Kıbrıs ve Yunanistan ise birer pire. Eğer bu
iki pire fili kaşındırmaya devam edecek olurlarsa, filin hortumuyla her an
ezilebilirler(20).”
Kararlılığı ortada olan
ABD, 21 Nisan 1967’de CIA’in hazırladığı bir planla Yunanistan’da Albaylar Darbesi’ni yaptırır. The
Observer’de yazan Charles Foley bu durumla ilgili olarak şöyle der: “Papadopulos bir devlete başbakan olan ilk
maaşlı CIA elemanıdır(21).”
Böylece Yunanistan açık faşizme geçmiş, resmi faşist güçler yönetime el
koymuştur. Bu tarihten sonra Türkiye ile Yunanistan’ın ilişkileri hızla
düzelmeye başlar. 12 Mart 1971’den
sonra ise bu iki ülke arasındaki her türlü pürüz emperyalizmin lehine düzeltilmiş,
aralarından su sızmaz durumdadır. Ancak arkasına SSCB ve Bağlantısız ülkeleri
almış, içte de bağımsızlık politikasını savunan güçlerle ittifak halinde olan
Makarios’u ikna etmek mümkün değildir. 1968 seçimlerine “bağımsız bağlantısız
Kıbrıs” sloganı ile giren Makarios oyların %95’ini alır. ENOSİS sloganını
yükselten Takis Evdokas ise %4 oyda kalır. Makarios, Eylül 1967’de The Sunday
Times gazetesinde yayınlanan röportajında “Kıbrıs’ın ekonomik durumunun çok
iyi olduğunu ve bu şartlar altında ENOSİS’in Kıbrıslı Yunanlılar için
düşünülemeyeceğini(22)” söylerken; Ocak 1968’de yaptığı bir açıklamada ise “ENOSİS’in
ulaşılması olanaksız bir ideal olduğunu(23)” söylemiştir. Bağımsızlık
politikası Kıbrıs’ta yaşayan Elenlerin Yunanistan’dan bağımsızlaşarak kendilerini
Kıbrıslı Elen olarak tanımlamaları
sürecini başlatır. Artık etnik temelde tanımlanmış pan-Elen milliyetçiliği,
yerini daha bağımsız bir kimlik oluşumuna bırakmaya başlamıştır.
Bu arada çeşitli
değişiklere uğrayan Emperyalizmin Acheson Planı hala yürürlüktedir.
Planın uygulanması açısından Türkiye ve Yunanistan “ikna” edilmiş ancak SSCB
tehtidi nedeniyle doğrudan müdahalede bulunamayan ABD, taşeronları aracılığıyla
(Türkiye ve Yunanistan) içte çok büyük bir destek almakta olan Makarios’tan
kurtulmaya çalışmaktadır. Nihat Erim 1964 yılında İsmet İnönü’ye “Kıbrıs’ta
papazın aklını başına getirmek için, fiili bir müdahalenin Mr. Acheson’la
görüşmelerinden edindiği izlenime göre, Amerikalılar tarafından anlayışla
karşılanacağını (24)” söylemektedir. Nihat Erim’in izlenimleri daha
sonradan gerçek bilgiye dönüşecek ve Acheson kendisine “özel olarak, dostça
söylüyorum, fazla kan dökmeden size ayrılan bölgeyi gidip askeri kuvvetle işgal
edebilir misiniz? Eğer bunu yapabilecekseniz, gidip alın. Amerikan 6. Filosu
karşınıza çıkmaz, tersine sizi korur(25)” diyecektir. Pravda gazetesinin
yazdığına göre 3-4 Haziran 1971’de Lizbon’da yapılan NATO Dışişleri Bakanları
toplantısında, Türkiye ve Yunanistan Kıbrıs’ı bölmek konusunda anlaşmışlar,
yalnızca uygun fırsatı beklemektedirler(26). Yunanistan’da Cunta yanlısı bir
gazete şöyle demektedir: “Bizler gerçekçi olduğumuzdan, Yunanistan’ın
yararına olan tek çözüm yolunun çifte ENOSİS olduğunu biliyoruz. Yani Kıbrıs’ın
%80’i Yunanistan’la %20’si de Türkiye ile birleşmeli(27).” Burada anlatılan
Acheson Planı’ndan başka bir şey değildir.
Böylece, her türlü ABD
girişimini reddeden, Yunanistan’daki faşist yönetime direnen ve bağlantısız
ülkeler ile iyi ilişkiler geliştiren Makarios’tan kurtulmak şart olmuştur. “Tüm
dünya ülkeleri ile, özellikle ‘bağlantısız ülkeler’ ve ‘sosyalist’ ülkelerle
çok iyi ilişkiler kuran Makarios, giderek artan ölçülerde NATO ve Yunanistan
karşıtı bir tutum içine giriyordu. Yanlış bir yorumlama ve kaba bir benzetme
ile kendisine ‘Akdeniz’in Castrosu’ denilmesi, tüm NATO müdahalelerine karşı
geliştirdiği bu dik başlı tavır yüzündendir(28).”
Yunan Cuntası ve CIA
ortaklığında 8 Mart 1970 tarihinde Makarios’a düzenlenen bir suikast
girişimi başarısız olur. Makarios’a yapılan suikasti kınaması gerektiği konusunda
Kıbrıs Cumhuriyeti ABD Elçisi’ninin Kissinger’e yaptığı öneri dikkate alınmaz,
Atina’daki ABD Elçisi de suikasti kınamayı reddeder.
29 Temmuz 1971
tarihinde, Türkiye ve Yunanistan Dışişleri Bakanları Lizbon’dayken vardıkları
gizli anlaşmadan iki ay sonra, bir Kıbrıslı Elen’in Grivas’a yazdığı şu mektup
ele geçirilir: “...İngiliz Elçiliğinde görevli Flecher isminde bir gizli
servis elemanı beni ziyaret etti. ...benden sizin Acheson Planı’na benzer bir
çözümü kabul edip etmeyeceğinizi soruyor. Eğer bu konuda Türkiye, Yunanistan ve
siz hemfikir olursanız, Makarios konusunda endişe etmemeniz, yapılacak tek
şeyin sizin Kıbrıs’a getirilmeniz olacağını söyledi(29).” Anlaşılan odur
ki; suikast girişiminin başarısız olması üzerine ABD, TC ve Yunanistan
tarafından yeni bir senaryo uygulamaya konulmuştur.
Grivas, Kıbrıs’a dönüş
hazırlıklarına başlar. “Spiros Papageorgiu’ya göre, Grivas Acheson Planı’nı
eklediği şu iki notla birlikte, kendisine yakın bulduğu gazetelere göndermişti:
‘Manşetlerden düşürmeyin. Politikamızı dayandıracağımız bu plandır.’ Böylece 8
Şubat 1971’de Lefkoşa’da Patris, Selanik’te Ellinikos Voras ve Atina’da Estia
gazeteleri farklı manşetlerle aynı metni yayınladı. İçerikte, Acheson Planı’nın
Makarios’un anti-Enosis duruşu yüzünden kaçırılmış olan Kıbrıs’ın Yunanistan
ile birleşmesi için eşsiz bir fırsat olduğu söyleniyordu. Bakın Estia ne manşet
atmıştı: ‘Acheson Planı: Yunanistan’ın Kıbrıs Üzerindeki Emelleri Haklı
Çıkıyor. Makarios’un Yurtseverliğe Sığmayan Tavrı Ret Yönünde!’(30)”
ABD’nin Acheson Planı
doğrultusunda uyumlu bir birliktelik yakalayan TC ve Yunanistan, bu planı
Makarios’a kabul ettirmekte zorlanıyorlardı. “Türk Cumhurbaşkanı Sunay, 1971
Ekimi’nde buluştuğu Kral Konstantin’e şunları söylemişti: Türkiye şahsen Sayın
Palamas’tan (Yunan Dışişleri Bakan Yardımcısı m.r.) ve Yunan Hükümeti’nden
beklemediği bir yardım almıştır. Ama Kıbrıslıların direnişi kırılmalıdır(31).”
“Kıbrıslıların” yani
Makarios’un direnişini kırmak yönünde yürürlüğe konan senaryo doğrultusunda,
ABD’nin eski dostu faşist Grivas gizlice adaya sokularak EOKA-B kurdurulur. Bu durum Türkiye’nin bilgisi dahilinde, ABD ve
Yunanistan’ın kontrolünde gerçekleşir. 12 Ekim 1971 tarihinde Hindistan
Büyükelçisi’nin “Grivas’ın adada bulunması Türkiye’yi rahatsız ediyor mu?” sorusuna
Yavuzalp’in yanıtı şu olmuştu; “Grivas’ın adada bulunması bizi
endişelendirmiyor, çünkü Yunanistan ve ABD onun kontrol altında olduğu
konusunda Türkiye’ye güvence verdiler(32).” Ancak Grivas’ın kurduğu EOKA-B,
Kıbrıslı Elenlerden hiçbir kitlesel destek bulmaz. Yunanistan’ın Albaylar
Cuntası EOKA-B’yi dört ayaklı bir planın parçası olarak tasarlamıştır.
Öncelikle EOKA-B silahlı mücadele yoluyla içerde bir kriz yaratacak,
ardından ve eşzamanlı olarak Kilise içerisinde Grivas’a yakın metropolitler
aracılığıyla Makarios’un meşruluğu tartışmalı hale getirilecek ve bunun
üzerine “milli merkez” Yunanistan tarafından Makarios’a bir istifa çağrısı
sunulacaktır. Makarios’un istifayı reddetmesi halinde de cuntaya sadık Milli
Muhafız Ordusu bir darbe yaparak yönetimi devralacaktır. Darbe öncesi
gelişmeler nedeniyle yasal hale gelen yeni yönetim de Acheson Planı’nı
onaylayarak, hukuğa uygun bir şekilde görevini yerine getirecektir. Ancak işler
planlandığı gibi gitmez ve çeşitli nedenlerle bu sofistike plan koordineli
olarak uygulanamaz. Planın her bir ayağı birbirinden bağımsız olarak hayat
bulur ancak Makarios herbirini teker teker savuşturur. 11 Şubat 1972 tarihinde
Yunan Hükümet’i Makarios’a diplomatik bir nota iletir. Nota’nın yazılı olmayan
kısmında sözlü olarak Makarios’un istifası istenir. Diğer ayaklardan bağımsız
uygulanan bu diplomatik notayı Makarios kolayca savuşturur ve içte de
bağımsızlıkçı kesimlerin açık desteğini yanında bularak daha da güçlenir.
Giderek yalnızlaşmaya başlayan Grivas ve EOKA-B’ya bağlı metropolitler 2 Mart
1972’de, geç kalmış olarak, toplanırlar ve Makarios’u Başpiskoposluktan veya
Cumhurbaşkanlığından istifaya çağırmayı görüşürler. Kararlarını sözlü olarak
Makarios’a iletirler ancak etkili olamazlar. Bunun üzerine ve EOKA-B’nin silahlı
mücadelesi devam ederken 1 Haziran 1972 tarihinde Makarios’a mektup yazarak
Cumhurbaşkanlığından istifa etmesi için 10 gün süre verirler. Makarios’un bu
çağrıyı reddetmesi üzerine yaşanan kısa bir bocalamadan sonra, 7 Mart 1973
tarihinde Metropolitler Meclis’i toplanır ve Makarios’u Başpiskoposluktan
azleder. Makarios bu meclisin tamamen gayrimeşru olduğunu iddia ederek Ruhani
Meclisi toplantıya çağırır. Bu toplantıda Metropolitler Meclisi’nin yasadışı
hareket ettiğine karar verilir ve Grivas dostu üç Metropolit 14 Temmuz 1973
tarihinde azledilir. EOKA-B’yi de seri operasyonlarla etkisiz hale getiren
Makarios, ABD’nin bir hamlesini daha savuşturmuş olur.
1964 yılından beridir
uygulanmayı bekleyen ABD’nin Acheson Planı (Taksim veya çifte Enosis olarak özetlenebilir)
için Türkiye açısından gerekli düzenlemeler daha 1967 yılından
gerçekleştirilmiş, 12 Mayıs 1971 faşist cuntası ile Türkiye kendisini tamamen
bu plana göre ayarlamıştır. Kıbrıslı Türklerin işbirlikçi liderliği de Taksim’e
dünden razıdır. 1967’de gerçekleşen Albaylar Cuntası sonucunda Yunanistan da bu
çizgidedir. Ancak Makarios bir türlü ikna edilememektedir. Makarios, Elen
milliyetçiliğinin kendine özgü yorumu sonucunda ada üzerinde bir Taksimi asla
kabul etmeyeceğini 1970’li yılların başında artık açıkça göstermişti. Bu
durumda “uluslararası hukuk” kurallarına uygun bir yöntemle Acheson Planı’nı
yürürlüğe koymak isteyen ABD için Makarios’tan kurtulmak şart olmuştu. 1968
seçimlerini kazanan, 8 Mart 1970 tarihinde CIA tarafından organize edilen bir
suikasten kurtulan, Kilise içi darbe girişiminden kurtulan Makarios; EOKA-B’nin
silahlı direnişini de pasifize edince, ABD tarafından Makarios’u temizlemesi
görevi verilen Yunan faşistleri açıkça başarısız oldular. Albaylar Cuntası’nın
Acheson Planı’nı Makarios’a zorla veya iyilikle kabul ettirememesi üzerine
Yunanistan’da darbeye darbe yapılır. Öncesinde Albaylar Cuntası son kez şansını
dener ve 7 Ekim 1973’te Makarios’a bir suikast daha düzenlenir. Ancak Makarios
bu suikastten de tesadüf eseri kurtulur.
25 Kasım 1973’te
yönetime el koyan Yoannidis, Yunanistan’ın sömürge tipi faşizm tarihinde ikinci
faşist yönetimi kurmuş olur. ABD’nin Acheson Planının uygulanmasında tek engel
haline gelen Makarios’tan kurtulmanın fiili olarak Türkiye ve Yunanistan’ı kullanmaktan
başka denenmeyen yöntemi kalmamıştır. Gelişmelerin farkında olan Makarios,
kendisine yönelik bir darbe hazırlığının bilincinde olarak Yunan Hükümeti’ne
kamuoyuna açık bir mektup göndererek, hakkındaki planları protesto eder. 2
Temmuz 1974 tarihli mektupta kendisinin Yunanistan’ın valisi olmadığını
hatırlatan Makarios, bütün Yunan subaylarının derhal Kıbrıs’tan çekilmelerini
talep eder. Ancak göremediği nokta Yunanistan’ın Türkiye ile koordineli olarak
ve ABD tarafından yönlendirildiğidir. ABD ise bombanın saatini çoktan
ayarlamıştır. Senaryonun başlangıç tarihi 15 Temmuz 1974 olarak belirlenmiştir.
Yaklaşık on yıldır
Acheson Planı’nı uygulamak ve böylece gerçekten bağımsız bir Kıbrıs tehditini
ortadan kaldırmak yönündeki tüm girişimleri başarısızlığa uğrayan ABD, bu kez
ikili bir planla ortaya çıkmıştır. Öncelikle 15 Temmuz 1974 tarihinde Milli
Muhafız Ordusu aracılığı ile Makarios’a
darbe yapılır. Darbenin amacı Makarios’u ele geçirip öldürmek, ardından da
Acheson Planı önündeki tüm engelleri ortadan kaldırmaktır. Ancak Makarios
kaçar. Makarios’un bu hamlesi ABD’nin planlarını bozamaz, çünkü bu kez bir B
planı vardır. Makarios’un kaçtığının kesinleşmesi ile Türkiye’ye beklediği
işaret verilir ve Türk Ordusu adayı işgale başlar. Türk taarruzu 04:45’te
başladığı halde Yunan Genel Kurmayı savunma amacıyla bir girişim yapılmasına
engel olur ve sürekli “soğukkanlılığınızı koruyun” mesajı geçer. “İlk kritik
saatlerde bir tek uçaksavar mermisi bile atılmamıştır(33).” Yaklaşık
06:00’da Yunan savaş gemilerinin yola çıkıp çıkmayacağı sorulduğunda, General
Bonanos’un yanıtı: “Türkler Kıbrıs’a taarruz ediyor; Biz Yunanistan’ız”
olmuştur(34). Milli Muhafız Ordusu’nun saldırıyı püskürtme emri, saldırı
başladıktan yaklaşık iki saat sonra ve Yunanistan Genelkurmay’ının onayı
dışında yayınlanmıştır.
Türk Ordusu’nun nereye
kadar ilerleyeceği bile ABD’li uzmanlarca önceden kararlaştırılıp
uygulanmıştır. 12 Eylül faşist cuntasının şefi Kenan Evren, bu planlara uygun
olmayarak, Maraş’ın yanlışlıkla alındığını yıllar sonra itiraf etmiştir. İşgal
harekatından sonra göstermelik protestolara girişen emperyalist ülkeler ve en
başta da ABD; NATO içi bir sorunu çözerek bağımsız bir Kıbrıs ihtimalini uzak
bir geleceğe ötelemenin rehavetini yaşamaktadır. 5 Eylül 1975’te ABD’de yayınlanan
New Statesmen’de Christopher Hickens şöyle yazar: “Ada etkili bir şekilde
bölünmüştür. Bundan sonra yapılacak olan, ufak tefek kozmetik değişikliklerdir.
Şimdi Amerikan U-2 uçakları İngiliz Üsleri’nden kalkmaya ve Ortadoğu üzerinde
uçmaya devam ediyor. Olası bir komünist iktidar önlenmiştir çünkü adadaki
solcu sayısı kadar NATO askeri (Türk Askerleri kastediliyor olmalı m.r.)
yerleştirilmiştir(35).”
Sürekli hakimiyet
stratejisi başarılı olmuştur. Yıllardır uygulama alanı bulamayan Acheson Planı
fiilen uygulanmış, ada Türkiye ve Yunanistan tarafından paylaşılmış durumdadır.
Ne var ki; 1967’den 1974’e kadar yaşananlar Yunanistan’ın Kıbrıslı Elenler
gözündeki “anavatan” imajını ciddi bir şekilde sarsmış, ekonomik sebeplerden
gelişen bağımsızlık talebi politik/sosyolojik bir karakter kazanmıştır. Bu
sebeple Kıbrıslı Elen halkı tarafından, 1974 sonrası Türkiye işgalinden dolayı
katlanılması zorunlu bir bela olarak Yunanistan’ın adadaki askeri varlığına
istemeyerek göz yumulmaktadır. 28 Şubat 1976’da Karamanlis, Kıbrıs’ın Atina
Büyükelçisine şöyle der; “Yuannides birkaç kez ömür boyu hapis cezası aldı,
bu yeterlidir. Darbe konusu çok kurcalanırsa ABD ve İngiltere’nin de işin
içinde olduğu ortaya çıkacak. Halbuki bizler bugün onların desteğine
gereksinim duyuyoruz(36).”
1950’lerde İngiltere
tarafından böl-yönet politikaları ile başlatılan ada halklarının birbirinden
ayrılması, ABD onaylı işgal sonrası tamamlanmış; Kıbrıslı Türkler kuzeye, işgal
hattının içinde kalan 200 bin Kıbrıslı Elen de güneye göç etmiştir. Bundan
böyle ada çapında gündeme gelecek devrimci bir siyasetin; Kıbrıs’ın bağımsızlığı mücadelesi kadar Kıbrıs
halklarının yeniden bütünleştirilmesi (kardeşliği)
mücadelesini de önüne koymasını gerektiren bir durum ortaya çıkmıştır.
Emperyalizmin sürekli hakimiyet stratejisi ile kontrol altında tuttuğu Kıbrıs
adası bir bütün olarak, taşeron niteliğindeki Türkiye ve Yunanistan aracılığı
ile emperyalizmin işgali altındadır. Bu işgal fiili bir bölünme ve halkların
birbirinden yalıtık ekonomik-politik koşullarda varlığını devam ettirdiği bir
atmosfer yaratmaktadır.
20 Temmuz 1974 birkaç değişik anlamda önemli bir tarihtir. Öncelikle bu
tarihten sonra ada üzerindeki ABD hegemonyası tartışmasız bir hal almıştır.
1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilanı ile birlikte yeni-sömürgeci ABD siyaseti
adada zafer kazanmıştı. Ancak bu zafer kesin bir zafer değildi. İngiliz Sömürge
İdaresi’nin bıraktığı olumsuz bir miras olarak ABD’nin iki yeni-sömürgesi
(Türkiye ve Yunanistan), kendi iç dinamikleri ile de bağlantılı sebeplerle,
Kıbrıs üzerinde gerçek bir uyum yakalayamıyorlar, bu da hem NATO içinde hem de
Kıbrıs’taki sol güçler bağlamında ABD’nin başını ağrıtıyordu. Öte yandan SSCB
ile olan detant durumundan dolayı adaya doğrudan müdahale edemeyen ABD’nin bu
zaafını Makarios yönetimi fırsat olarak değerlendirip bağlantısızlık politikası
güdüyor, hatta zaman zaman İngiliz üslerinin varlığı bile tartışılır duruma gelebiliyordu.
Acheson Planı’nın yasal zemine oturtularak uygulanamadığı koşullarda, adada
revizyonist de olsa sol bir odak; AKEL, hızla büyüyordu. Bu nedenle ABD 1974’te
Acheson Planı’nı fiili olarak uygulamaya koydu.
Yunan Cuntası 1974 TC işgalinden sonra iç kamuoyuna hesap veremeyerek
devrilmiş, ABD Yunanistan’da açık faşizmden gizli faşizme dönülmesine izin
vermek zorunda kalmıştır. Zaten gerek ekonomik yeni-sömürgecilik ilişkilerinin
oturtulmasında, gerekse de uluslararası ilişkiler bağlamında üstüne düşen
görevi başarıyla yerine getirmiş olan askeri cuntalar işlevlerini tamamlamıştı.
Böylece Yunanistan’da 1967-1974 arası devam eden açık faşizm sona erer.
Kıbrıs’ta ise Makarios, konjonktürel avantajının sona erdiğini görür ve bundan
böyle atacağı adımlarda elini kolunu bağlayan bir bölünmüşlük ile karşı karşıya
kalır. Aslında halkların örgütlü mücadelesine dayanmayan görece serbestlik
ortamının, emperyalizmin kendi iç çelişkilerini çözmesi ile birlikte mutlak
bağımlılığa dönüşmesi tarihte ilk değildir. Emperyalizme karşı kalıcı
kazanımlar, ancak ezilen halkların örgütlü mücadelesi ile elde edilebilir.
Bu tarihten itibaren ada, emperyalizmin sürekli hakimiyet stratejisine
uygun olarak kıskıvrak yakalanmış durumdadır. Kuzeyde ABD’nin taşeronu TC
tarafından gerçekleşen fiili işgal; hem TC’nin arkasına saklanan ABD hem de
sözde bağımsız Türk devletinin (KKTC) arkasına saklanan TC tarafından görünmez
kılınmıştır. Buna karşılık güneyde adından başka hiçbir şeyi kalmayan Kıbrıs
Cumhuriyeti ve onun Kıbrıs’ın ezilen halklarının dayanışmasından korksa da
bağımsızlık isteyen burjuva kesimleri iki koldan kuşatılmışlardır. Birincisi
adanın yarısını kontrol altında tutan Türk
ordusu, ikincisi de geriye kalan yarısında son tahlilde söz sahibi olan Yunan ordusudur. Kıbrıslı Elen halkı
yıllarca ENOSİS istemiş de olsa, 1960’lı yılların ortasından sonra halkın
çoğunluğu bağımsız bir cumhuriyetten yana evrim geçirmişti. Bu evrimde önemli
dönüm noktası; kendisini Yunan ulusunun bir parçası sayan Kıbrıslı Elenlerin,
Yunan Ulusu ile kültürel ve tarihsel farklılıklarını görüp yaşadıkları 1967
sonrası dönemdir. Aynı zamanda Yunanistan tarafından (tamamen askeri ve
emperyalizmin talepleri doğrultusunda) kullanıldıklarını görmeleri ve
bağımsızlıktan çıkarı olan tarihsel öznelerin şekillenmesi bu bilinç
gelişiminde önemli dönüm noktalarıdır. Ancak gerek tarihsel geç kalmışlık,
gerek komünizm korkusu, gerekse de Kıbrıslı Türkler’in varlığına hak ettiği
önemi vermek istemeyen büyük halk
şövenizmi gibi nedenlerle; bağımsız bir Kıbrıs yolunda anti-emperyalist bir
ortak mücadele verilememiş/verilmemiş ve adanın askıda kalmışlık hali 1974
müdahalesi ile yeni bir evreye sıçramıştır. Bu yeni evrede Yunan Ordusu’nun
güneydeki varlığını kabullenmek Kıbrıslı Elenler için “kaçınılamaz” bir olgu
olsa da, Yunan ulusu ile kendileri arasındaki farkın bilinci de bir o kadar
“kaçınılmaz”dır.
Burada bazı noktaların
altını çizmek gerekiyor. Kıbrıs’ın bölünmüşlüğü bir olgudur. Bu olgu,
emperyalistler arası hegemonya kavgasından başlayarak, emperyalistlerin
uzantılarının çıkar çatışmalarına kadar iç içe geçmiş birçok nedenle bağlantılı
karmaşık bir süreç sonucunda oluşmuştur. Ancak en az Kıbrıs’ın bölünmüşlüğü kadar
temel bir sorun da ada halklarının bölünmüşlüğüdür. Ada halklarının 1950’li
yıllara kadar ciddi hiçbir sorunla yüzleşmeden yaşadıkları süreç, bu tarihten
itibaren kesintiye uğramış, üstelik yaşananlar sonucunda ciddi bir şövenist
altyapı oluşmuştur. Şimdi Kıbrıs’ın yeniden birleştirilmesi için yürütülecek
herhangi bir politik mücadele, ada halkların yeniden kardeşleştirilmesi
mücadelesini gündemine almadan başarıya ulaşamaz. Öte yandan Kıbrıs’ta
emperyalistler açısından acilen çözülmesi gereken bir sorun yoktur. Emperyalist
güçler kendi sorunlarını 1974 yılında kategorik olarak çözmüşlerdir.
Emperyalist güçlerin Kıbrıs’taki tek sorunu, fiili durumu yasal hale getirme
sorundur. 1980’li yıllardan itibaren yoğun olarak gündeme gelen tüm “çözüm”
girişimleri de bu amaca hizmet etmektedir. Ancak, dünya emperyalist sistemi
içerisindeki hegomonyası giderek zayıflamakta olan ABD, olası bir hegomonya
devri sürecini ertelemeye çalışan mali-askeri stratejisi çerçevesinde, Kıbrıs
üzerinden rakiplerinin bir adım önüne geçmek doğrultusunda stratejik bazı
çıkarlara sahiptir. Henüz can yakan, acil bir durum olarak gündeme gelmese de,
Kıbrıs’ta emperyalist güçlerin genel “yasallaştırma” çıkarının yanında, olası
herhangi bir “yasallaştırma”yı şekillendirmek üzere ABD’nin özel bazı
beklentilerinin mevcut olduğunu da göz ardı edemeyiz.
2003 yılında yaşanan
Annan Planı Referandumları “çözüm” için ciddi bir beklenti yaratmıştı.
Türkiye’nin desteklediği Annan Planı, Kıbrıs’ın kuzeyinde kurulan sağlam
hegomonyanın da etkisi ile onaylanmıştı. O tarihten beridir de, ABD-AKP bloğu
“çözüm” için Annan Planı’nı temel alan bir mutabakata varmış gibi görünüyorlar.
Öte yandan Yunanistan ve AB de Annan Planı’na onay vermişlerdi. Ancak
Yunanistan’ın güney Kıbrıs’taki hegomonyası, Türkiye’nin kuzey Kıbrıs’taki
hegomonyası gibi mutlak olmadığından, Kıbrıslı Elen şövenisti Makarios’çu
güçler önderliğindeki “hayır” cephesi Annan Planı’nı durdurabildi. “Hayır”
cephesinin sözcüsü Papadobullos, o tarihten itibaren ABD’nin hedefi konumuna
yerleşti. Kuzeyde Denktaş’ın altedilmesine benzer bir sürecin sonunda
Papadobullos iktidardan uzaklaştırıldı ve koltuğuna eski revizyonist, yeni
neo-liberal AKEL’in adayı Dimitris Hristofyas oturdu. Seçimlerden hemen önce
Amerikancı çevreler, seçimden sonra gündeme gelecek bir BM girişiminin
heyecanını yaşamaya başlamışlardı. Mutlak ABD’ci, Annan Planı’na “evet” diyen
DİSİ ve AB’ye daha yakın ancak emperyalistlerle uyum içinde çalışacağı şüphesiz
AKEL arasındaki seçimlerde, AKEL’in kazanması ile dönüşüm tamamlanmış oldu.
Kıbrıs denklemi bugün
hiç olmadığı kadar sağlam kurulmuş gibi görünüyor. TC, Yunanistan, kuzey ve
güney Kıbrıs’taki hükümetler, ABD talimatlarını takip edecek bir politik
muhteva taşıyorlar. Bu durumda gündeme gelmesi olası yeni bir “barış” girişimi
nasıl sonuçlanacaktır?
Kıbrıs sorununun
yıllarca, ABD patentli çeşitli BM girişimlerine rağmen çözülememiş olması, yine
çözülemeyeceğine dair mutlak bir güven yaratmamalıdır. Önceki girişimlerde
politik güçlerin dizilişi bambaşka bir muhteva taşıyordu. Oysa şimdi tüm
olgular ABD’nin arzuladığı şekilde düzenlenmiş gibi görünüyor. Bu durumda
yaşanması olası tren kazalarına da kapıyı açık bırakarak söylemek gerekiyor ki,
yeni bir “çözüm planı”nın başarılı olma olasılığı vardır. Annan Planı’nın son
versiyonu üzerinden şekilendirilecek bir BM planı, kuzeyden ve güneyden olumlu
bir karşılık bulabilir. Kıbrıs sorunu, emperyalist güçlerin çıkarları
doğrultusunda “çözümlenerek”, verili durum yasal bir nitelik kazanabilir.
Böyle bir durumun
ortaya çıkması, yani “Kıbrıs Sorununun çözümlenmesi”, aslında sorunun
çözümlendiği anlamına gelmeyecektir. Çünkü aslında, “Kıbrıs sorunu, Kıbrıs
halklarının emperyalist güçlerden ve emperyalizmin içteki ve dıştaki
işbirlikçilerinden bağımsızlığını kazanması sorunudur.” Kıbrıs sorununun
halklar açısından çözümü bağımsızlıktan ve halkların kardeşliğinden geçer. Oysa
olası bir emperyalist çözüm planı fiili durumun yasal hale getirilmesinden öte
hiçbir değişikliğe neden olmayacaktır.
Bu sebeple, devrimci
güçler açısından, olası bir emperyalist çözüm girişimini merkeze alan bir
politik hat takip edilemez. Verili durumun süre gitmesi veya yasal hale
gelmesi, bizim mücadelemiz açısından niteliksel olarak hiçbir değişiklik
yaratmaz. Elbette her iki durumda da (“çözüm”-“çözümsüzlük”) ortaya çıkacak
tehdit ve avantajlar vardır. Ancak iki durum da değerlendirildiğinde devrimci
güçlerin örmesi gereken fiili mücadele hattı, bağımsızlık ve halkların
kardeşliği mücadelesi aynıdır. Bu mücadele açısından herhangi bir durumun
mutlak olumluluk veya mutlak olumsuzluk içermesi söz konusu değildir. O halde,
gücümüzü emperyalist planların ortaya çıkaracağı kozmetik değişikliklere yandaş
veya karşı olmaya değil; bağımsız ve halkları kardeş bir vatan yaratmak üzere
mücadeleye kanalize etmeliyiz.
(1) Paşalar Papazlar, Niyazi Kızılyürek, Kıbrıs
Defterleri, Ocak 1988
(2) Paşalar Papazlar, Niyazi Kızılyürek, Kıbrıs
Defterleri, Ocak 1988
(3) Paşalar Papazlar, Niyazi Kızılyürek, Kıbrıs
Defterleri, Ocak 1988
(4) Paşalar Papazlar, Niyazi Kızılyürek, Kıbrıs
Defterleri, Ocak 1988
(5) Kıbrıs’ta Hasıraltı Belgeler, Salih Öztoprak, 2006
(6) Paşalar Papazlar, Niyazi Kızılyürek, Kıbrıs
Defterleri, Ocak 1988
(7) Paşalar Papazlar, Niyazi Kızılyürek, Kıbrıs
Defterleri, Ocak 1988
(8) Paşalar Papazlar, Niyazi Kızılyürek, Kıbrıs Defterleri,
Ocak 1988
(9) Kıbrıs’ta Hasıraltı Belgeler, Salih Öztoprak, 2006
(10) Karanlık Yön EOKA, Makarios Druşotis, Galeri Kültür
Yayınları, 2007
(11) Paşalar Papazlar, Niyazi Kızılyürek, Kıbrıs
Defterleri, Ocak 1988
(12) Kıbrıs’ta Fırtınalı Yıllar, Ahmet An, Galeri Kültür
Yayınları, 2005
(13) Özgürlük, Yeniden Kıbrıs Sorunu 3, Temmuz 1988
(14) Kıbrıs’ta Fırtınalı Yıllar, Ahmet An, Galeri Kültür
Yayınları, 2005
(15) Paşalar Papazlar, Niyazi Kızılyürek, Kıbrıs
Defterleri, Ocak 1988
(16) Paşalar Papazlar, Niyazi Kızılyürek, Kıbrıs
Defterleri, Ocak 1988
(17) Kıbrıs’ta Hasıraltı Belgeler, Salih Öztoprak, 2006
(18) Paşalar Papazlar, Niyazi Kızılyürek, Kıbrıs
Defterleri, Ocak 1988
(19) Ne Albaylar Cuntası ne de 12 Mart açık faşizmi
yalnızca Kıbrıs ile bağlantılı nedenlerle ortaya çıkmamıştır. Ancak ABD’nin
yeni-sömürgecilik siyasetinin tam anlamıyla kurumsallaştırılabilmesi ile
bağlantılı ekonomik-politik diğer sebepler göz ardı edilmeden, aynı
yeni-sömürgeci siyasetin uluslararası emperyalizmin ihtiyaçları doğrultusunda
şekillendirilmesi de göz önünde bulundurulmalıdır.
(20) Paşalar Papazlar, Niyazi Kızılyürek, Kıbrıs
Defterleri, Ocak 1988, “Fuck your parliament and your constitution. America is
an elephant, Cyprus is a flea. Greece is a flea. If these two fellows continue
itching the elephant they may just get whacked, whacked good by the elephant’s
trunk.”
(21) Kıbrıs 1970-1974, Makarios Druşotis, Galeri Kültür
Yayınları, 2007
(22) Kıbrıs Sorununda İç ve Dış Etkenler, Niyazi
Kızılyürek, Işık Kitabevi Yayınları, 2001
(23) Kıbrıs’ta Hasıraltı Belgeler, Salih Öztoprak, 2006,
Sayfa 108
(24) Kıbrıs’ta Hasıraltı Belgeler, Salih Öztoprak, 2006
(25) Kıbrıs’ta Hasıraltı Belgeler, Salih Öztoprak, 2006
(26) Kıbrıs’ta Hasıraltı Belgeler, Salih Öztoprak
(27) Kıbrıs’ta Hasıraltı Belgeler, Salih Öztoprak, 2006
(28) Özgürlük, Yeniden Kıbrıs Sorunu 3, Temmuz 1988
(29) Kıbrıs’ta Hasıraltı Belgeler, Salih Öztoprak
(30) Kıbrıs 1970-1974, Makarios Druşotis, Galeri Kültür
Yayınları, 2007
(31) Kıbrıs 1970-1974, Makarios Druşotis, Galeri Kültür
Yayınları, 2007
(32) Kıbrıs’ta Hasıraltı Belgeler, Salih Öztoprak
(33) Kıbrıs 1970-1974, Makarios Druşotis, Galeri Kültür
Yayınları
(34) Kıbrıs 1970-1974, Makarios Druşotis, Galeri Kültür
Yayınları, 2007
(35) Kıbrıs’ta Hasıraltı Belgeler, Salih Öztoprak, 2006
(36) Kıbrıs’ta Hasıraltı Belgeler, Salih Öztoprak,
2006
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder