Taşeron çalıştırma sadece ülkemizde
değil, tüm dünyada son yılların modası haline gelmiş bulunuyor. Bu yazıda
taşeron çalıştırma uygulamasının yerel yönetim birimlerindeki karşılığını
tartışacağız. Ancak taşeron uygulamasının sadece yerel yönetimlerde değil,
kamuda ve özel şirketlerde de yaygın olduğunu belirtmeliyiz.
Taşeron nedir? En genel anlamıyla ve
bizim bu yazıda sözünü ettiğimiz uygulamalar bakımından taşeron çalıştırma; bir
işin meydana gelmesini isteyen ana aktörün (veya işin esas sahibinin) işin bir
kısmını veya tamamını, sadece işçilik veya işçilik ve malzeme bakımından başka
bir işletmeye para (veya başka menfaatler) karşılığı yaptırmasıdır. Neo-liberal
çalışma düzeninin; sendikasızlaştırma, esnek çalışma, fazla ve düşük ücret
karşılığı çalıştırma, güvencesiz çalıştırma gibi hedeflerinin uygulanabilmesi
ve kar oranlarının yükseltilmesi için en az özelleştirme kadar sık başvurulan
bir uygulamadır. Taşeron uygulamasının özelleştirmeden farkı, özelleştirme
uygulamasında iş tamamen özel firmaya devredilirken taşeron uygulamada,
yürütülen işin kamusal bir iş ve kamu sorumluluğunda kalmasına rağmen, işin
özel firmalar tarafından yürütülebilmesine imkan sağlamasıdır. Çoğu zaman
taşeron uygulaması özel firmalar için daha karlıdır. Çünkü işin riskleri
tamamen kamu kuruluşuna aittir ve taşeronun geliri neredeyse garantidir. Diğer
yandan kar marjları taşeron uygulamada özelleştirmeye göre daha düşüktür. Bu
sebeplerle taşeronluk ya zarar riskinin çok yüksek olduğu ya da çeşitli
sebeplerle özelleştirmenin henüz hayata geçirilemediği alanlarda yürütülür.
Biz hiç fark etmesek bile hayatımızın
her alanına sızmış bulunan taşeron uygulamasına bazı örnekler verelim:
Ülkemizde “kurumsallaşmış” diye nitelenen, yüksek kar marjlarına sahip özel
şirketlerden örneğin Kuzey Kıbrıs Türkcell’in temizlik ve güvenlik elemanları,
reklam işleri vb. taşerondur. Bunun gibi, Devlet Hastanesinin temizlik, yemek,
güvenlik vb. işleri taşeron firmalara yaptırılmaktadır. Ve belediyelerde de
inşaattan, temizliğe, ilaçlamadan, kaldırım boyamaya kadar hemen her iş yavaşça
taşeron firmalara kaymaktadır.
Taşeron uygulamasının savunulması
sırasında sıklıkla başvurulan argüman; personel giderleri için yapılan harcamaların
taşeron uygulaması sayesinde düştüğü, böylece ortaya çıkan fazla paranın yine
yatırım olarak halka geri döndüğüdür. İsterseniz bu kuyruklu yalanın izini
biraz takip edelim. “Personel giderleri için yapılan harcamaların düşmesi” diye
ifade edilen, aslında doğrudan doğruya çalışanların cebine el atılması ve bu
yolla para tasarrufunda bulunulmasıdır. Devlet, belediye veya kurumsal özel
şirket gibi göz önündeki kuruluşların çok düşük ücretlerle personel
çalıştırması mümkün değildir. Devlet ve belediyelerde sendikanın varlığı ve
toplu sözleşme düzeni, kurumsal özel şirketlerde ise prestij kaygısı, müşteri
tepkisi ve sendikalaşma riski buna engeldir. Mayıs 2010 ayı içinde (muhtemelen
sendikasız ve güvencesiz çalışanlar aracılığı ile) Gönyeli’deki tüm evlere
dağıtılan Gönyeli Belediyesi’nin Resmi Dergisi GÖNYELİ’nin 34. Sayfasında 2005
yılında bütçede %86 yer kaplayan personel giderlerinin, 2010 yılında %50
oranına gerilediğinden gururla söz edilmektedir. Oysa aynı dönem içinde
belediyenin yaptığı hemen her işte bir yükselme olduğu da yazılmaktadır.
Yapılan iş artarken, personel maaşlarının azalmasının tek bir izahatı olabilir,
o da daha çok personelin daha az maaşla çalışmasıdır. Böylesi bir çalışma
biçimini hiçbir sendikalı belediye çalışanı kabul etmeyeceğine göre ortaya
çıkan tablo taşeron uygulamasının ürünüdür. Nitekim Gönyeli Belediyesi
neredeyse tüm hizmetlerini taşeron firmalar aracılığı ile veren bir
belediyedir.
Neo-liberal tüm uygulamalarda olduğu
gibi bu konuda da öncülüğü CTP’li belediyeler yapmaktadır. Özellikle Mağusa
Belediyesi’nin yıllardan beridir “bir şirket gibi yönetildiği” bizzat belediye başkanı Oktay Kayalp
tarafından ifade edilmektedir. CTP yönetiminin son yerel seçimlerde “yerel
yönetimlerde CTP bir markadır” şeklindeki söylemi de gerçekten şirketçilik
mantığına “cuk” oturmuştur. Marka olmayı övünülecek bir şey gibi sunan bu
parti, aslında marka felsefesinde “üretimin pis bir iş” olarak görüldüğünü,
gerçek bir marka haline gelen tüm şirketlerin sadece beyin takımı olan dar bir
ekiple çalıştığını ve geriye kalan her işi taşeronlara yaptırdığını çok iyi
bilmektedir. Bu konuda en bilinen örnek Swatch firmasının “biz saat satmıyoruz,
zaman felsefesi satıyoruz” yaklaşımıdır. Coca Cola, Microsoft, Nike gibi
markaların tüm üretim tesislerinin ekolojik ve sendikal düzenlemelerin
neredeyse hiç olmadığı (tercihen askeri cuntalar veya diktatörlüklerle
yönetilen) yeni-sömürge ülkelerde veya her türlü yasal düzenlemenin yasak
olduğu Serbest Üretim Bölgeleri’nde gerçekleşmesi de, markaların üretim süreci
ile değil sonuçla ilgilenmesinin en basit örnekleridir. Bu bağlamda CTP’nin bir
marka olması, sadece “emek en yüce değerdir, o halde ne kadar sömürsek azdır”
yaklaşımı ile izah edilebilir.
Taşeron uygulaması, sadece taşeron
firmaların çalışanlarının değil sendikalı çalışanların da olumsuz etkilendiği
bir sürece yol açar. Çalışma alanında taşeron çalışan (düşük ücretli,
sendikasız, iş güvencesiz, her saat işe gelmeye hazır, mesai ücreti talep
etmeyen) personel sayısı arttıkça, sendikaların mücadeleciliği de törpülenir.
Üstelik hak mücadelesi yürüten sendikaların grevlerinin etkinliği de düşer ve
zamanla sendikalar düşük kalifikasyondaki çalışanların üzerinde gereksiz birer
yük haline gelerek ya sadece orta kademe yöneticilerinin örgütü haline gelirler
ya da tamamen yok olurlar. Taşeron firmalar tarafından ele geçirilen her iş,
sendikalı olarak yürütülebilecek işlerin toplumdan koparılmasıdır. Ne yazık ki
sendikalar sadece mevcut çalışanları kadrolu görevlerde tuttukları örnekleri
başarı kabul etmektedirler. Mesela Lefkoşa Türk Belediyesi’nde ulaşım biriminin
tasfiyesi ve Lettaş’ın kurulması sırasında mevcut sendikalı şoförler Temizlik
Birimi’ne aktarılmış, BES de bunu bir kazanım saymıştır. Oysa Temizlik
Birimi’nde mevcut personel sayısı sabit kalmak kaydıyla halen otobüsleri
kullanan şoförler sendikasızdır. Yani bir çalışma alanı sendikadan
arındırılmış, sendika fiili olarak küçültülmüştür.
Bir alanda yürütülen işlerin sendikalı
işçilerce yapılması, toplum menfaatine en uygun olanıdır. Sendikalar sadece
çalışanların maaş ve ücretleri ile ilgilenmezler. Ki öyle bile olduğunda gerçek
maaşlar üzerinden yapılan yatırımlar, vergi, sigorta, ihtiyat sandığı gibi kalemler
aracılığı ile zaten yine topluma döner. Ama sendikalar, malzemenin kalitesi,
işin toplumsal anlamda yararlı olup olmadığı, kaynakların verimli kullanılıp
kullanılmadığı gibi konularda da duyarlılık sahibi ve toplumdan taraf
kurumlardır.
Kısacası sadece konumuz olan belediyeler açısından
bile konuşacak olsak; belediyelerin kar amacı güden birer marka, şirket gibi
değil, halkın haklarını realize etmekle yükümlü yapılar olarak düşünülmesi
gerekmektedir. Belediyeler, sadece sunduğu hizmetler aracılığı ile değil, bu
hizmetleri sunarken yarattığı kaliteli istihdam biçimleri ile de halkın
çıkarlarını gözetmelidirler. Bugün birçok belediyede kayıt dışı çalışan yabancı
uyruklu ucuz iş gücünün varlığı, gerçek bir markalaşma yolunda hızlı adımlarla
ilerlediğimizin göstergesidir. Böylece bizlerin de yerel iktidarın sahipleri
konumundan, bir şirketin müşterileri ve tüketiciler konumuna sürüklenmemiz hız
kazanmaktadır. Bu durumda ya zaten bize ait olan belediyeleri kapitalist
ideolojiden temizlemek için mücadele edeceğiz ya da uysal tüketiciler gibi
reklamları dinleyip faturalarımızı ödeyeceğiz. Ya yerel iktidarın özneleri
olmayı hak ettiğimizi haykıracağız ya da ruhumuzu en uygun fiyatı verene 4
yıllığına kiralamaya devam edeceğiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder