Beni aramak istediğini biliyordum, ziyarete
giden arkadaşlar söylemişti. Annem öldükten sonra yazdığım yazıdan etkilenmiş,
beni teselli etmek istiyordu. Telefon çaldı, arayan oydu...
“Üzüldüm annene” dedi. “Yazını okudum”...
Biliyordum ki, o sırada kendi ölümünü de düşünmekteydi ve kendi annesinin,
babasının, sevdiklerinin ölümünü de...
Kapattık telefonu, beni arayan numaraya içimde
derin bir acıyla baktım...
***
Hastaydı, az vakti kalmıştı, ziyaretine
gittik...
Koskoca bir tarih gibi oturuyordu kanepede.
Çökmüştü, ama hala görkemliydi...
Geçmişe net ve duru bakıyor, bugünü kavrıyor
ve geleceği düşünüyordu. Zihni geriye doğru değil, ileriye doğru çalışıyordu.
“Bizim kendi gücümüze güvenmemizi istemezler”
dedi. Sonra başladı anlatmaya; Boğaz’ı, Erenköy’ü, Akıncılar’ı konuştuk...
Türkiye yokken, bu halkın kendi öz gücü ile
Elen şövenizmine direnişini, Türkiyeli subayların mahalle aralarında yedikleri
nanelerden sonra, mücahitlerin Bayraktar’a nasıl posta koyduğunu anlatttı bize:
“Adamlarını ya sen dizginle ya da biz dizginleyeceğiz” dediklerini...
Geçmişte kalmış bir anı gibi yad ettik o
günleri; onurlu ve kendine güvenen, küçük ama geleceğe umutla bakan bir halkın
geçmişinde kalan bir anı gibi...
“İsterler ki, biz kendimize güvenmeyelim. Biz
esir düşmüş olalım, onlar da gelip bizi kurtarmış olsun isterler. Halbuki biz
esir düşmediydik ki... Direnirdik...” dedi...
Arda Gündüz ordaydı, Tahsin Oygar ordaydı,
ben ordaydım... Yılların eskitemediği bu yüreğe, bu inanca, bu kavga insanına sevgiyle
baktım...
***
Arkadaşlarla Mahmut Anayasa’nın barına
gitmiştik... İçkiyle aram yoktur da, muhabbetini severim...
Nerden bilirdim o gece, hayatımın en güzel
muhabbetlerinden birini yapacağımı...
Ordaydı... Arda Gündüz evinden almış, “hade
gel biraz barda otur” demiş, getirmişti... Ne iyi etmişti...
Gidip seslenmek istedim, sohbetlerini
bölmeden, saygıyla... Ama kendimi yanında, anlattıklarını dinlerken buldum...
“Hiçbir işgalci sonsuza kadar kalmadı bu
Kıbrıs’ta” dedi. “Hepsinin miyadı dolar ve giderler.”
“Belki biz atamayacayık bunları adadan ama
bunlar da gidecek. Mesele hazırlanmakta, gidecekleri gün için hazırlık
yapmakta. Birbirinize sahip çıkın, insanlarınızı kimseye muhtaç etmeyin ve
hazırlanın” dedi...
Sonra bir süre daldı gitti ve gülümseyerek
konuşmaya başladı:
“Hani komünist deller ya bana, ben komünist
değilim aslında” dedi. “Komünistler emek, çalışma falan deller, ben tembelim...
Hayatta hiçbir şeyi kendi gönlümnan yapmadım.”
“Lefkoşa’ya bir tel çekti İngiliz, sonra
çatışmalar başladı... Ahali birbirine girdi. Çocuklar, kadınlar ölürdü.
Gencidik, ‘birilerinin koruması lazım ahaliyi’ dediler, aldık elimize silahı
mücahit olduk...”
“Sonra biraz gevşedi ortalık, biz da
öğretmenidik... Öğretmenin bir sürü sorunu var. Birleşelim da beraber savunalım
haklarımızı dedik, kim yapacak dediler, biz bulunduk ortada, sendikacı
olduk...”
“Arkadaşlar dedi ki, ‘sendikayı kurduk ama öğretmen
sendikanın ne olduğunu, haklarını bilmez. anlatmamız lazım’ kim yapacak bu işi
derken, aldık elimize kalemi, yazar olduk...”
“Ben hayatta hiçbir şeyi kendi gönlümnan
yapmadım. Ama karşıma çıkan hiçbir işten da kaçmadım...” dedi ve sonra tekrar
etti: “Belki biz atamayacayık ama gidecekler. Hazırlıklı olmak lazım,
hazırlanın...”
Arkadaşlar yan masadaydı, biz başbaşaydık.
Kendine ve halkına karşı hissettiği sorumluluk duygusuyla bir insanın hem bu
kadar büyük hem de bu kadar mütevazi olabilmesine hayretle baktım...
***
Adı lazım değil, bir yayınevinde ya beleş
çalışıyordum...
Emeğimi devrim, sosyalizm ve bağımsızlık
kavgasına hibe ettiğimi sanıyordum...
Yeni kitabını basacaktık. Avrupa gazetesinde
yazdığı bir dizinin bütünlüklü hali: “Geçmişten Geleceğe Bir Kıbrıs Hikayesi”
Gazetede yazılanları dizmiş, fotoğraflar
bulmuş, bölümlere ayrımış, sayfaları tasarlamıştım...
Adı lazım değil, şimdi kaybettiğimiz eski bir
yoldaş, bir fotoğraf getirdi...
“Kapağa bunu koyacağız, hoca sevinecek”
dedi...
Fotoğrafta deniz, dağ, mavi ve yeşil
içiçeydi...
“Neresi burası” diye sordum... Bir kez
“Dillirga” dedi bana... Ağzından sanki on kez çıktı o kelime...
Merakla baktım, uğruna çok bedel ödenmiş ama
şimdi ulaşılamayan bu yere...
***
“Bin arabaya” dedi eski yoldaş... “Hoca’yı
ziyaret edelim, tanışırsın hem sen de...”
Yirmi yaşımdaydım... Avrupa’yı
çıkaracaktık...
Biz, Şener Levent ve Hoca...
İki kitabını okuduğum, yüzünü hiç görmediğim,
eski bir öğretmendi...
Lapta’da kalıyordu. Uzun bir adı vardı: Arif
Hasan Tahsin...
Kapının önünde durduk, posta kutusunun üstüne
baktım, şaşırdım...
“Desem” kelimesini ilk kez orada gördüm... Ben
“Tahsin”i soyadı sanıyordum...
“Desem” ya bir muziplikti (ki biraz muzip
olduğunu duymuştum önceden) ya da gerçekten soyadıydı...
“Desem ki Arif Hasan Tahsin’im inanır
mısınız?” gibisinden...
İlk kez gördüğüm bu kelimeye, gülümseyerek
baktım...
***
Hoca’nın cenazesindeydik... Tabutu indirmiş,
toprağı atmıştık...
Geriye, kalabalığın dışına doğru çekildim...
Bizim faşist dediğimizden, kendine anarşist diyene
kadar her fikirden insanı görüyordum birarada...
Neydi bu insanları getiren buraya?
Bugüne kadar yüreğimle sevmiş, kafamla saygı
duymuştum dostlarıma...
Oysa kafamla sevmiş, yüreğimle saygı
duymuştum O’na...
Bilmem ki böyle bir şey hisseder miyim
birisine, bir daha...
Sevdaysa sevda, kavgaysa kavga...
Gıptayla baktım ardından hoca...
AKINTIYA KARŞI
Münür Rahvancıoğlu
Baraka Aktvisti
munur.rahvancioglu@gmail.com
* Bu yazı 19 Aralık 2012 tarihli Afrika Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
gözyaşlarıyla okudum... huzur içinde yatsın...
YanıtlaSilNe güzel yazı . yüreğine sağlık Münür yoldaşım .O dönemde okumuş muydum hatırlayamadım . Ama şimdi tekrar gözlerim doldu . Yüreğine , kalemine sağlık yoldaş ... Arda Gündüz
YanıtlaSil