İkinci Paylaşım Savaşı’nın sona ermesi ile dünya
emperyalist sistemi yeni bir sürece giriyordu. O güne kadar emperyalist
sistemin hegomon gücü olan İngiltere, Almanya ile girişilen uzun savaştan hayli
yıpranmış bir biçimde çıkmıştı. SSCB Avrupa’nın içlerine kadar sokulmuş, Yalta Anlaşması
ile Sovyet nüfuz alanının dışında kalan Fransa ve Yunanistan’da dahi komünist
güçlerin geriletilmesi zaman almıştı. Savaştan büyük bir ekonomik yıkım ve
faşizme direnişin moral avantajına sahip komünist partizanların varlığı ile
çıkan Batı Avrupa’da dengelerin yeniden kurulması Marshall ve Truman yardımları
aracılığı ile ve ABD sayesinde mümkün olabilmişti. Diğer yanda Asya ve Afrika
halkları ulusal bağımsızlık talebi ile ayağa kalkmış, emperyalist zincirleri
zorlamaktaydı. Emperyalist sistem, bir yandan komünizmin, diğer yandan ise
ulusal kurtuluş mücadelelerinin tehdidi arasında sıkışmış durumdaydı.
Bu koşullar altında ABD, emperyalist sistemin yeni hegomon
gücü olarak ortaya çıkıyordu. Emperyalist sistem içerisinde ABD hegomonyası birçok
temel değişikliğin sürükleyicisi olacaktı; SSCB ile emperyalist sistem
arasındaki dengelerin yeniden kurulması (nükleer denge), emperyalist ülkelerin
işçi sınıfının uysallaştırılması (sosyal refah devleti) ve sermayenin daha
gelişkin bir entegrasyon sürecinde değerlenmesi yöntemi aracılığıyla (Bretton
Woods) kâr oranlarının yeniden yükseltilmesi...
Ancak ulusal bağımsızlık mücadeleleri sonucunda sistemden
kopma eğilimine giren sömürge ülkeler hâlâ bir sıkıntı kaynağıydı. Buna yanıt
olarak, artık hem sömürge halklarını kontrol etmek bakımından hem de sermayenin
gelişen ihtiyaçlarını karşılamak bakımından işlevsiz kalan klasik sömürgeci
yöntemler terk edilerek yeni bir sömürgecilik modeli geliştirildi. Devrimciler
tarafından yeni-sömürgecilik olarak adlandırılacak olan bu model, ABD
tarafından geliştirilmiş ve Latin Amerika ülkelerinde 1800’lü yıllardan beridir
denenmiş bir sistemdi. Bu yeni modelde, açık işgalin yerini sözde bağımsızlık
aracılığı ile gizli işgal ve hammadde sömürüsüne dayalı eski uluslararası
işbölümünün yerini dışa bağımlı bir montaj sanayinin yaratılmasına dayanan yeni
uluslararası işbölümü alıyordu. Kısacası bu yeni-sömürgeci dönemle birlikte
emperyalist sömürü dışsal niteliğini gizleyerek içsel dayanaklarla pekişiyordu.
Emperyalizmin bir önceki döneminin klasik sömürge
siyaseti güden patronu İngiltere, 1950’ler boyunca ABD’nin yeni-sömürgecilik
politikalarına direnecektir. Eski sömürgecilik yöntemleri ile
yeni-sömürgeciliğin en temel çekişme alanlarından birisi de Kıbrıs olmuştur.
Kıbrıs, İngiltere için o denli stratejik öneme sahiptir ki, uluslararası
emperyalist sistemin yeni patronuna direnerek NATO içinde uzun süre devam
edecek bir çelişkiye neden olmuştur. Bu dönemde Kıbrıs, İngiltere’nin
Ortadoğu’daki yaşamsal çıkarlarını koruyabilmesi açısından Akdeniz’deki son
siperidir ve elden çıkarılması düşünülmemektedir. ABD ise, açık işgal ve vali gibi
klasik yöntemler aracılığı ile uzun süre kontrol altında tutulması imkânsız
görünen Kıbrıs ile emperyalist sistemin genel çıkarları doğrultusunda
ilgilenmektedir. Öyle ki, ABD açısından Kıbrıs’ta komünist veya Arap ülkeleri
ile iyi ilişkilere sahip bir milliyetçi yönetim, Ortadoğu’nun kontrolünde
hayati öneme sahip adanın tüm emperyalist ülkelerin çıkarlarına zarar verecek
sonuçlar doğurarak kaybedilmesi ile sonuçlanabilirdi. Bu yüzden ABD her zaman
Kıbrıs’ta emperyalist çıkarların güvence altında olması ile yakından
ilgilenmiştir.
Ülkemizde bugün hâlâ devam eden birçok sorunun tohumları
işte bu dönemde atılmıştır. ABD ve İngiltere arasında büyüyen gerilim, sözde
anavatanlar Yunanistan ve Türkiye’nin de dahil olması ile bölgesel bir muhteva
kazanmıştır. Ada içerisinde Müslümanlar ve Hristiyanlar da önceden mevcut
siyasal, ekonomik, kültürel, dini farklılıkların kaşınması aracılığı ile
kolayca iki düşman kamp olarak örgütlenmiştir. Bu süreç Müslümanların
Türkleşmesi (1974’ten sonra Kıbrıslı Türk) ve Hristiyanların Elenleşmesi
(1967’den sonra Kıbrıslı Elen) aracılığı ile çok katmanlı bir yapı kazanmıştır:
İngiltere’ye karşı ABD, Türkiye’ye karşı Yunanistan ve Kıbrıslı Türklere karşı
Kıbrıslı Elenler... Kıbrıslı Elenlerin kendi içinde yaşanan Makariosçu-Grivasçı
kamplaşması da bu sürecin bir ürünüdür.
Yorgos Grivas, bu tablonun neresindedir? Kimi temsil
etmektedir? Grivas’ın misyonu acaba kendi iddia ettiği gibi kişisel bir hedeften,
millî bir emelden ve şahsî bir karardan mı ibarettir?
Verili bir tarihte, verili bir coğrafyada birbirinden
farklı niyetlere sahip onlarca hatta yüzlerce politik özne olabilir. Bu
öznelerden birinin veya birkaçının tarihin gündemine girmesi ancak sahip olduğu
niyetlerin küresel, bölgesel seyir ile denk düşmesi aracılığı ile mümkündür.
Yoksa dünyamız, hiçbirinden haberimiz olmadığı hâlde yaşayıp ölen nice “niyet
sahiplerine” ev sahipliği yapmıştır. İşte Grivas’ı ve onun niyetlerini tarihin
gündemine taşıyan da, mütevazı rolünü icra etmesine imkân tanıyan da yukarıda
aktarılan koşullardır. Burada bir “tarihte bireyin rolü” tartışmasına girmeye
gerek yok, sadece şu kadarını belirtelim ki; Grivas kendisinin özne olmasına
yol açan tarihsel durumların ona sunduğu imkânlar oranında bu tarihi, kendi
niyetleri aracılığı ile şekillendirmeye çalışmış, kimi açılardan hedeflerine
ulaşmış birçok açıdan ise hüsrana uğramış birçok “birey”den sadece
birisidir.
Grivas bir faşisttir. Yunanistan’ın Nazi işgali altında
olduğu İkinci Paylaşım Savaşı yıllarının önemli bir dönemini Nazi işbirlikçisi
Yunan hükümetine hizmet ederek geçirmiştir. Daha sonra kurduğu X örgütü
aracılığı ile komünist partizanlara karşı Naziler ile işbirliği yapmak için
defalarca başvurmuş; ama ne kendisi ne de örgütü Nazilerin ilgisini çekmediği
için çok arzuladığı bu hizmeti sunamamıştır. Nazilerin Yunanistan’dan
kovulmasından sonra İngiltere tarafından “keşfedilen” Grivas ve paramiliter
örgütü X, Yunan İç Savaşı boyunca komünistler karşısında İngilizlerin yanında
savaşmıştır. Grivas’ın Yunanistan için öngördüğü sistem ise krallıktır. Zaten
örgütünün logosu da X harfinin üzerine yerleştirilmiş krallık tacıdır. Grivas’ın
Kıbrıs ile ilgili ilk faaliyeti de EOKA aracılığı ile değil yine X aracılığı
iledir. 1948’de Kıbrıs’ta yükselen grevlerin önünün kesilmesi için paramileter
silahlı gruplar oluşturulmak üzere Kilise, Grivas’tan yardım istemiştir.
İngiliz Sömürge İdaresi’nin bilgisi ve izni ile Kıbrıs’ta X2 örgütünü oluşturan
Grivas, grevlerin yenilgiye uğratılmasında önemli bir işlev görmüştür; ama
kolayca görülebileceği gibi Grivas’ın politik konumlanışının temel belirleyeni
hiçbir zaman “İngiliz dostluğu” olmamıştır. O her dönem, emperyalist sistemin
en güçlü odağının yanında; örgütlü işçi sınıfının karşısında konumlanmıştır.
Nazilerle, İngilizlerle, Kralla, Kilise ile veya ABD ile çalışmak arasında
Grivas için herhangi bir fark yoktur. O kiminle çalışırsa çalışsın, her zaman
bir faşist ve anti-komünist olarak kalmıştır.
Burada bir noktaya daha değinmekte fayda var. İkinci
Paylaşım Savaşı sonrasında Soğuk Savaş’ın örgütlenmesinde önemli bir role sahip
NATO’nun temel görevlerinden birisi Batı ülkelerinde Gladio tipi yer altı
örgütlerinin oluşturulmasıdır. Sonradan Türkçe’de popülerleşen ismi ile “derin
devlet” mekanizması Fransa’dan İtalya’ya, Yunanistan’dan Türkiye’ye kadar
NATO’ya üye bütün devletleri bir ağ gibi sarmıştır. Grivas ve onun gibi
faşistler de bu ağın örülmesinde bir fiil hizmet vermişlerdir. Grivas, elinizde
tuttuğunuz kitapta bu tür bir örgütlenmeye ne kadar önem verdiğini ayrıntılı
bir şekilde anlatmaktadır. İşte ABD, İngiltere, Yunanistan ve Türkiye gibi
aktörlerin Kıbrıs ile ilgili rolleri değerlendirilirken bu da akıldan
çıkarılmamalıdır. ABD senatosu farklı açıklamalar yaparken, ABD Gladio’sunun
Yunanistan Gladio’sunu ve onun da Grivas’ı desteklemesi böylece mümkün
olabilmiştir. ABD Senatosu’nun ya da Başkan’ın açıkça pozisyon alması ancak son
tahlilde ve hayatî çıkarlar gerektirdiği zaman gerçekleşmiştir. Kısaca sayılan
tüm aktörlerin yanında Galdiolar da ek bir aktör olarak hesaba katılmalıdır. Bu
yüzden düz bir okuma ile sadece hükümetlerin resmî açıklamalarına bakmak,
emperyalist sistemin 1950’li yıllardan sonra içine girdiği süreci çözümlemede
yetersiz kalacaktır. Grivas’ın anıları, bu sistem içerisinde aktif rol almış ve
her zaman emperyalizmin pis işlerini yapmış bir aktörün gözünden okuma yapmaya
imkân sağlamaktadır. Gene bu kitap aracılığı ile Kıbrıslı Elenler arasında hâlen
devam eden Makariosçu-Grivasçı kamplaşmasının embriyo hâlindeki nedenleri de
Galido tipi oluşumlar bağlamında görülebilir, değerlendirilebilir.
Tutarlı bir faşist olan Grivas için “Türkler” de en az
komünistler kadar tehlikeli ve dikkat edilmesi gereken unsurlardandır. Anılarında
“Türklere” nasıl davranılacağına dair Makarios ile aralarında yaşandığı
aktarılan zıtlaşmaların ne kadarının gerçek ne kadarının manipülatif olduğu
tartışma kaldırır; ancak hali hazırda İngiliz Sömürge İdaresi ve AKEL ile
mücadele etmekte olan bir silahlı örgütün, üçüncü bir cephe açarak Kıbrıslı
Türkleri de düşman saflarına katmak istememesi akla yatkın gelmektedir. Görünen
o ki, Grivas “Türk sorunu”nu olabildiğince sonraya ertelemek istemiş ve daha
kolay çözülebilecek bir sorun olarak değerlendirmiştir. Bu konuda taktiksel
çabasının mantıklı olduğu ancak sonuçlar itibariyle başarısız olduğu rahatça
görülebilir.
Kıbrıs tarihi ile ilgili birçok kitapta, Grivas’ın anıları
alıntılanmış ve yorumlanmıştır. EOKA konusunda en ciddî çalışma ise Makarios
Druşotis’in Galeri Kültür Yayınları tarafından Türkçe’ye kazandırılan “Karanlık
Yön EOKA” isimli çalışmasıdır. EOKA ile ilgilenen herkesin mutlaka okuması
gereken bu kitapta da Grivas’ın anılarına bolca yer verilmiştir; ancak
Grivas’ın kendi görüşleri ilk kez bu kadar bütünlüklü olarak Türkçe okuyan
okura sunuluyor. 1964’te kaleme alınan bu anlılarda yazılanları ne salt gerçek
ve doğru bir yorum ne de tamamen yalandan ibaret kabul etmek gerekir. 1964 yılı
Grivas için henüz Kıbrıs ile işinin bitmediği bir döneme denk düşer. Bu sebeple
de anılar okunurken Grivasın olguları etkileme niyeti de hesaba katılmalıdır.
Grivas gibi bir faşistin anıları bizim için ne gibi bir
öneme haizdir? Öncelikle Kıbrıslı Türk egemen blokunun, Kıbrıslı Elen
liderliğini değerlendirirken yaptığı toptancılık yanlışından kendimizi uzak
tutmamız gerekmektedir. Grivas ve Makarios arasında ciddî farklar vardır. Bu
farkları görüyor olmamız; birisini diğerine tercih ediyor oluşumuzdan değil,
kendimize muhatap kabul ettiğimiz Kıbrıslı Elen halkının içinde yoğrulduğu
politik atmosferi tanıma isteğinden ileri gelir. Diğer yandan, Yunanistan
içerisindeki çeşitli odakların Kıbrıslı Elen siyasal yaşamındaki tarihsel rolü
ve ilişkinin kurgulanış biçiminin tahlil edilmesi kısa alıntılarla mümkün
değildir. Üstelik Elen faşistlerinin gözünden Kıbrıslı Türklerin, Kıbrıs’ın ve
Kıbrıs sorununun nasıl göründüğünü bilmek; yürütülen mücadelenin doğru
temellerde kurgulanması bakımından önemlidir. Kıbrıs’ın bağımsızlığı ve Kıbrıs
halklarının kardeşliği mücadelesinin önündeki tek engel Türkiye, Kıbrıslı Türk
egemen bloku veya emperyalizm değildir; Kıbrıslı Elen faşistleri, şövenistleri
de ciddî bir engeldir. Önümüzdeki engelleri tanımadan onları aşmak ise mümkün
olmayacaktır.
1950’li yıllar gibi tüm dünyada sol güçler önderliğinde
ulusal bağımsızlık mücadelelerinin yükseldiği bir dönemde, bizim ülkemizde
bağımsızlığı değil, Yunansitan’a bağlanmayı hedefleyen hem de önderliğinin
faşistler tarafından yürütüldüğü bir savaşım verilmiş olması gerçekten utanç
vericidir; ama İngiliz sömürgeciliği karşısında Enosis çizgisini savunan
revizyonist solun yarattığı boşluğu, faşist sağın doldurduğu da bir gerçektir.
Şöven siyasetten arınmış bir anti-sömürgeci bağımsızlık mücadelesi aracılığı
ile kardeşleşebilecek halklar, AKEL’in tutuk politiklarının yarattığı boşluğu
dolduran sağ güçler tarafından rahatça birbirine düşman kılınabilmiştir.
Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak gibi bir hedef ile yola
çıkan Grivas ve EOKA, dört yıllık bir mücadelenin sonunda “bağımsız” Kıbrıs
Cumhuriyeti’ni karşısında tek seçenek olarak buldu. Grivas’ın bu durumdan
hoşnutsuzluğu kitapta açık bir şekilde görülmektedir. Ancak ABD’nin bu kesin
isteğine açık açık karşı çıkması da mümkün olmamıştır. Grivas’ın tekrar Kıbrıs
sahnesinde boy göstermesi; NATO içi sorunları çözmekte yetersiz kalan,
komünistlerin yükselmesini engelleyemeyen ve giderek Bağlantısız Ülkeler’e
yaklaşarak sistemin dışına çıkan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ABD tarafından gözden
çıkarılması ve bunun yerine Acheson planları çerçevesinde “çifte Enosis”in
gündeme alınması ile mümkün olabilmiştir. Böylece Grivas EOKA-B’yi
örgütleyerek, bir kısmının Türkiye’ye verilmesi pahasına Kıbrıs’ın kalanının
Yunanistan ile bütünleştirilmesi için tekrar silahı eline almıştır. Grivas,
uluslararası hukuğa uygun bir şekilde başarılamayan bu hedefin fiili olarak
gerçek kılındığı 1974 yılını göremeden, Kıbrıs Cumhuriyeti’ne ve Makarios’a
karşı savaştığı EOKA-B karargahında ölmüştür.
Bugün dünya emperyalist sisteminin hegomon gücü hâlâ
ABD’dir; ancak yeni-sömürgecilik sistemi neo-liberal politiklar çerçevesinde
tadilata uğramış ve tanınmayacak ölçüde farklılaşmıştır. Üstelik sistem içi
hegomonya mücadelesinde ABD’nin yeni rakipleri vardır. Bu rakiplerden en
önemlisi AB’nin ise Kıbrıs’a dair ciddî hesapları olduğu su götürmez. Kıbrıs,
emperyalist çıkarlar için kullanılmaya müsait, her anlamda parçalara bölünmüş
nüfusu ile hiçbir tehlike arz etmeyen bir konuma savrulmuştur. Ülkemizin bir
yarısı sözde bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti ve onun üzerinde hegomonyasını
neredeyse tamamen kaybetmiş Yunanistan aracılığı ile AB’nin etki alanındadır.
Diğer yarısında ise kimsenin tanımadığı uydu bir “devlet” olan kktc ve onun
üzerinde mutlak bir hegomonyaya sahip TC aracılığı ile ABD kontrolü mevcuttur.
Emperyalizmin fiilî çıkarları güven içerisindedir. Sözde barış girişimleri
aracılığı ile yapılmaya çalışılan ise bu fiilî durumun yasallaştırılmaya
çalışılmasından ibarettir. Dünya emperyalist sisteminin örgütlenişinde ortaya
çıkabilecek yapısal bir değişiklik hem Kıbrıslı Türkler arasından hem de
Kıbrıslı Elenler arasından yeni Grivas’ların sahnedeki yerini alacağı bir
süreci tetiklemeye müsaittir ki böylesi Grivascıklar her iki halk içerisinde
sıranın kendilerine gelmesini arzulayarak yaşamaya devam etmektedirler. Kıbrıs’ın
barışçılarına, ilericilerine, devrimcilerine düşen görev ise; halkların
kardeşliği ve Kıbrıs’ın bağımsızlığı yolunda, tarihin çok yönlü, ayrıntılı ve
doğru bir okumasını yaparak bugünün mücadelelerine şekil verebilme iddiasını
yükseltebilmektir. * Bu makale Ekim 2012 tarihinde KHORA Kitaplığı'ndan yayınlanan "General Grivas Hayatım" isimli kitabın Türkçe baskısında önsöz olarak ve GAİLE Dergisi'nin 15 Aralık 2012 tarihli sayısında yayınlanmıştır...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder