Homo homini lupus, Romalı ozan
Plautus’a ait Latince bir deyiştir. “İnsan insanın kurdudur” manasına
geliyor...
İngiliz felsefeci Thomas
Hobbes, bu deyişi kullanarak insanlar arası ilişkilerin bir devlet otoritesi
tarafından düzenlenmesi gerektiğini, aksi takdirde toplumsal yaşamın
çatışmalarla belirleneceğini iddia etmiştir. Hobbes’a göre, insanlar statü,
güvenlik ve kaynaklara erişim gibi güdülerle hareket eden rekabetçi canlılardır.
İnsanlar arası rekabetin düzenlenmesi için de devlet otoritesine ihtiyaç
vardır. Devlet, insanın doğasında bulunan çatışmacı ve rakebetçi özellikleri
kurumları aracılığı ile düzenler ve toplumsal yaşama şiddetin damga vurmasının
önüne geçer.
Hobbes’un yaklaşımı, bireylerin
doğalarından kaynaklı olarak şiddete, rekabete ve çatışmaya eğilimli oldukları;
devletin ise bu olumsuz özellikleri toplumsal yaşamın gereklerine uygun olarak
düzenlemek için varlığı elzem bir kurum olduğu varsayımı üzerine kuruludur. Bu
felsefe, insan doğasının kötü olduğunu ve bu yüzden de kurumların bireyler
üzerindeki otoritesinin gerekliğini vurgular.
İnsan doğasına dair felsefi
yaklaşımlar arasında hala en bilineni Hobbes’un “homo homini lupus” tezidir.
Günümüzde de bu deyim, her bireyin bir diğerinin rakibi ve potansiyel düşmanı
olduğunu ifade etmek için sıklıkla kullanılmaktadır. Hobbes bu deyimi, devlet
otoritesini meşrulaştırmak amacıyla kullanırken, şimdilerde deyimin kullanılış
biçimi değişmiş; insanlar arası rekabetin doğal bir durum olduğu ve
yadırganmaması gerektiğini belirten bir içerik kazanmıştır.
İnsan Doğası ve Kurumlar
İnsan doğasının nasıl olduğu
ve hatta bir insan doğasının var olup olmadığı, felsefede temel tartışma
başlıklarından biridir. Hobbes’un “rekabetçi, çatışmacı ve şiddete meyilli”
insan doğasına karşılık, Fransız felsefeci J.J. Rousseau tam tersi bir yaklaşım
ortaya koyar. Rousseau insanların doğal durumda eşit, özgür ve iyi varlıklar
olduğunu, ancak kurumların varlığı ve zorlamaları ile rekabetçi özellikler
gösterdiğini tez olarak ortaya sürmüştür. Kısacası Hobbes’ta iyi olan kurumlar
kötü olan insanlarken, Rousseau’da iyi olan insanlar kötü olan kurumlardır. Bu
yüzden de Rousseau, kurumların bireyler üzerindeki otoritesinin kaldırılmasını,
hatta kurumların kendilerinin yok edilmesini savunur.
İnsan doğasına dair en
bilimsel yaklaşım ise, Marx’ın felsefesinde bütünlüklü ifadesini bulan
çözümlemedir. Buna göre, insan doğası iyi veya kötü değildir. İnsanların
davranışları, bireyler olarak içerisine doğdukları toplumsal dokunun sonucunda
şekillenir. Kültürel faktörler, ekonomik olgular, bireysel yaşanmışlıklar ve
psikolojik faktörlerin etkisiyle kişilerin yapısı şekillenir. İnsanın en temel
özelliği ise toplumsal bir varlık oluşudur.
Bu yaklaşım kurumların ortaya
çıkış ve varlığını sürdürme dinamikleri ile ilgili olarak da benzer bir
açıklamaya sahiptir. Marksizm kurumların insanlar üzerinde salt olumlu veya
salt olumsuz etkilerde bulunan dışsal faktörler olmadığını; insanlar arası
toplumsal etkileşimlerin sonucu olarak ortaya çıkan ve varlık koşulları ortadan
kalktığı zaman da kaybolacak unsurlar olduğunu vurgular. Buna göre kurumlar,
toplumsal ilişkilerin bir ürünü ve toplumsal ilişkilerin bir bileşenidir.
Toplumsal ilişkilerin bir sonucu oldukları kadar, bu ilişkilere etkide bulunan
faktörlerdirler.
Toplum ve Birey
“İnsan insanın kurdudur”
deyimini kullanarak, insanlar arası ilişilerin doğal olarak rekabet içeridiğini
ve rekabetin de evrensel bir gerçek olduğu iddiasını öne sürenlerin gözden
kaçırdığı çok önemli bir olgu vardır: İnsan toplumsal bir hayvandır. Ancak
toplum içerisinde ve toplumsal olarak varlığını sürdürebilen, en az maddi
ihtiyaçları kadar, manevi ve entellektüel gereksinimlerini de toplumsal olarak
giderebilecek bir varlık olarak insan, toplumun ayrılmaz bir parçasıdır.
Burada vurguladığımız nokta,
kişilerin bağımsız bireyler olarak kendine özgülüğünün; fikirsel, duygusal ve fiziksel
farklılıklarının tek boyutlu bir toplumsal kalıba indirgenmesi değildir. Tam
aksine, tüm bu bireysel farklılıklar toplumsal yaşamın vazgeçilmez
zenginliğidir. Bir toplumun varoluşsal temeli, bireylerin sonsuz
farklılıklarının zenginliği ile şekillenir. Toplum denildiği zaman, algılamamız
için bize dayatılan tek boyutlu olma niteliği, hiçbir toplumun temel yapıtaşı
değildir. Nasıl ki bireyler ancak toplumların içerisinde varolabilirler ve
toplum olmadan var olmazlar; toplumlar da birçok farklılığı olan bireyler
olmadan varoluşlarını sürdüremezler.
İnsan İnsanın Kurdu mudur?
İnsanlar arası rekabet, insan
varoluşunun temeli değildir. Bu içinde yaşadığımız sistemin, insan varoluşuna kattığı
geçici bir görünümdür. Sınıflı toplumlarda rekabet evrenselmiş gibi görünse de,
aslında toplumsal yaşamı ayakta tutan, bireyler arası dayanışma ve karşılıklı
yardımlaşmadır.
İnsanın bir tür olarak
evriminden başlayarak, insanlık tarihinin her çağı; insanlar arası işbirliği,
dayanışma, karşılıklı yardımlaşma ilişkileri ile damgalıdır. Hatta günümüzde,
sınıflı toplum düzeninin en yetkin biçimi olan kapitalizm çağıda dahi, ezilen
çeşitli toplum kesimleri kendi aralarında ve kendi içlerinde geliştirdikleri
dayanışma ilişkileri ile ayakta kalmaya ve direnmeye devam etmektedirler.
Bu sebeple; rekabet ilişkileri ile kendi kişisel veya
sınıfsal varoluşuna fayda sağlamak isteyenler, aslında toplumsal varlığımızın
sürekliliğine zarar verirken, buna dayanışma yolu ile direnen kesimler
insanlığın sadece bugününü değil geleceğini de savunmaktadırlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder