1 Ocak 2017 Pazar

‘Homo Homini Lupus’ mudur?

Homo homini lupus, Romalı ozan Plautus’a ait Latince bir deyiştir. “İnsan insanın kurdudur” manasına geliyor...
İngiliz felsefeci Thomas Hobbes, bu deyişi kullanarak insanlar arası ilişkilerin bir devlet otoritesi tarafından düzenlenmesi gerektiğini, aksi takdirde toplumsal yaşamın çatışmalarla belirleneceğini iddia etmiştir. Hobbes’a göre, insanlar statü, güvenlik ve kaynaklara erişim gibi güdülerle hareket eden rekabetçi canlılardır. İnsanlar arası rekabetin düzenlenmesi için de devlet otoritesine ihtiyaç vardır. Devlet, insanın doğasında bulunan çatışmacı ve rakebetçi özellikleri kurumları aracılığı ile düzenler ve toplumsal yaşama şiddetin damga vurmasının önüne geçer.

Hobbes’un yaklaşımı, bireylerin doğalarından kaynaklı olarak şiddete, rekabete ve çatışmaya eğilimli oldukları; devletin ise bu olumsuz özellikleri toplumsal yaşamın gereklerine uygun olarak düzenlemek için varlığı elzem bir kurum olduğu varsayımı üzerine kuruludur. Bu felsefe, insan doğasının kötü olduğunu ve bu yüzden de kurumların bireyler üzerindeki otoritesinin gerekliğini vurgular.
İnsan doğasına dair felsefi yaklaşımlar arasında hala en bilineni Hobbes’un “homo homini lupus” tezidir. Günümüzde de bu deyim, her bireyin bir diğerinin rakibi ve potansiyel düşmanı olduğunu ifade etmek için sıklıkla kullanılmaktadır. Hobbes bu deyimi, devlet otoritesini meşrulaştırmak amacıyla kullanırken, şimdilerde deyimin kullanılış biçimi değişmiş; insanlar arası rekabetin doğal bir durum olduğu ve yadırganmaması gerektiğini belirten bir içerik kazanmıştır.

İnsan Doğası ve Kurumlar
İnsan doğasının nasıl olduğu ve hatta bir insan doğasının var olup olmadığı, felsefede temel tartışma başlıklarından biridir. Hobbes’un “rekabetçi, çatışmacı ve şiddete meyilli” insan doğasına karşılık, Fransız felsefeci J.J. Rousseau tam tersi bir yaklaşım ortaya koyar. Rousseau insanların doğal durumda eşit, özgür ve iyi varlıklar olduğunu, ancak kurumların varlığı ve zorlamaları ile rekabetçi özellikler gösterdiğini tez olarak ortaya sürmüştür. Kısacası Hobbes’ta iyi olan kurumlar kötü olan insanlarken, Rousseau’da iyi olan insanlar kötü olan kurumlardır. Bu yüzden de Rousseau, kurumların bireyler üzerindeki otoritesinin kaldırılmasını, hatta kurumların kendilerinin yok edilmesini savunur.
İnsan doğasına dair en bilimsel yaklaşım ise, Marx’ın felsefesinde bütünlüklü ifadesini bulan çözümlemedir. Buna göre, insan doğası iyi veya kötü değildir. İnsanların davranışları, bireyler olarak içerisine doğdukları toplumsal dokunun sonucunda şekillenir. Kültürel faktörler, ekonomik olgular, bireysel yaşanmışlıklar ve psikolojik faktörlerin etkisiyle kişilerin yapısı şekillenir. İnsanın en temel özelliği ise toplumsal bir varlık oluşudur.
Bu yaklaşım kurumların ortaya çıkış ve varlığını sürdürme dinamikleri ile ilgili olarak da benzer bir açıklamaya sahiptir. Marksizm kurumların insanlar üzerinde salt olumlu veya salt olumsuz etkilerde bulunan dışsal faktörler olmadığını; insanlar arası toplumsal etkileşimlerin sonucu olarak ortaya çıkan ve varlık koşulları ortadan kalktığı zaman da kaybolacak unsurlar olduğunu vurgular. Buna göre kurumlar, toplumsal ilişkilerin bir ürünü ve toplumsal ilişkilerin bir bileşenidir. Toplumsal ilişkilerin bir sonucu oldukları kadar, bu ilişkilere etkide bulunan faktörlerdirler.

Toplum ve Birey
“İnsan insanın kurdudur” deyimini kullanarak, insanlar arası ilişilerin doğal olarak rekabet içeridiğini ve rekabetin de evrensel bir gerçek olduğu iddiasını öne sürenlerin gözden kaçırdığı çok önemli bir olgu vardır: İnsan toplumsal bir hayvandır. Ancak toplum içerisinde ve toplumsal olarak varlığını sürdürebilen, en az maddi ihtiyaçları kadar, manevi ve entellektüel gereksinimlerini de toplumsal olarak giderebilecek bir varlık olarak insan, toplumun ayrılmaz bir parçasıdır.
Burada vurguladığımız nokta, kişilerin bağımsız bireyler olarak kendine özgülüğünün; fikirsel, duygusal ve fiziksel farklılıklarının tek boyutlu bir toplumsal kalıba indirgenmesi değildir. Tam aksine, tüm bu bireysel farklılıklar toplumsal yaşamın vazgeçilmez zenginliğidir. Bir toplumun varoluşsal temeli, bireylerin sonsuz farklılıklarının zenginliği ile şekillenir. Toplum denildiği zaman, algılamamız için bize dayatılan tek boyutlu olma niteliği, hiçbir toplumun temel yapıtaşı değildir. Nasıl ki bireyler ancak toplumların içerisinde varolabilirler ve toplum olmadan var olmazlar; toplumlar da birçok farklılığı olan bireyler olmadan varoluşlarını sürdüremezler.

İnsan İnsanın Kurdu mudur?
İnsanlar arası rekabet, insan varoluşunun temeli değildir. Bu içinde yaşadığımız sistemin, insan varoluşuna kattığı geçici bir görünümdür. Sınıflı toplumlarda rekabet evrenselmiş gibi görünse de, aslında toplumsal yaşamı ayakta tutan, bireyler arası dayanışma ve karşılıklı yardımlaşmadır.
İnsanın bir tür olarak evriminden başlayarak, insanlık tarihinin her çağı; insanlar arası işbirliği, dayanışma, karşılıklı yardımlaşma ilişkileri ile damgalıdır. Hatta günümüzde, sınıflı toplum düzeninin en yetkin biçimi olan kapitalizm çağıda dahi, ezilen çeşitli toplum kesimleri kendi aralarında ve kendi içlerinde geliştirdikleri dayanışma ilişkileri ile ayakta kalmaya ve direnmeye devam etmektedirler.
Bu sebeple; rekabet ilişkileri ile kendi kişisel veya sınıfsal varoluşuna fayda sağlamak isteyenler, aslında toplumsal varlığımızın sürekliliğine zarar verirken, buna dayanışma yolu ile direnen kesimler insanlığın sadece bugününü değil geleceğini de savunmaktadırlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder