Baraka Kültür Merkezi’nin 3 aylık
neşriyatı Argasdi 15. sayısı ile birlikte bir yeniliğe daha imza atıyor:
Elinizde tutmakta olduğunuz Asimilasyon Özel Sayısı. Bildiğiniz gibi Argasdi’de
zaman zaman dosya konuları çerçevesinde değerlendirmeler yapıyoruz. Bu
uygulamamız bundan sonra da devam edecek. Ancak gerekli olduğunu düşündüğümüz
zamanlarda da özel sayılar çıkararak siz Baraka dostları ile paylaşmayı
planlıyoruz.
Asimilasyon köken olarak Fransızca bir
sözcüktür. Biyolojide “özümleme” işlemini ifade etmek için kullanılan kelime,
toplumsal meselelerde “farklı kökenden gelen azınlıkları veya etnik grupları,
bunların kültür birikimlerini, kimliklerini baskın doku ve yapı içinde eriterek
yok etme süreci”ni nitelemek için kullanılır.
Kıbrıslı Türk halkının, kökenleri
1950’lere dayanan ancak 1974’ten sonra hızlanarak devam eden bir asimilasyon
sürecine maruz bırakıldığı açık bir gerçek olarak önümüzde duruyor. Bu
tartışılmaz olgunun devrimci temelde değerlendirilmesi ise elinizde tuttuğunuz
dergiciğin sınırlarını kat kat aşan bir iştir. Gene de asimilasyona karşı
direnişte mevzilerimizi doğru yerlere kurmak, halkın bağrında örgütlenirken
cephaneliğimizi uygun araçlarla tahkim etmek ama en önemlisi saldıranın “ne” ve
“kim” olduğunu bilmek ciddi önem arzediyor.
Kıbrıslı Türk halkının kültürü,
kimliği, dili, günlük hayat pratiği bilinçli ve sistematik politikalarla yok
edilmek istenmektedir. Varlığımıza, kimliğimize ve irademize sahip çıkmak
demek; geçmişe saplanıp kalan, muhafazakar ve gerici öğelerle bir kültürel
milliyetçilik formu inşa etmek demek değildir.
Kıbrıslı Türkler olarak, yüzyılların
içinden, coğrafyamızın özelliklerinden ve birlikte yaşadığımız tüm
halk/topluluklarla olan ilişkilerimizden damıtarak bugüne taşıdığımız özelliklerimiz,
elbette ki değerlidir. Ancak bu değer, müzelik bir antikanın değeri değil, bizi
biz yapan olgular olması anlamında alınmalıdır. Bu yüzden de kültürel
milliyetçiliğin saplantılı tekrarlarından çok, devrimci bir yaklaşımla bu
değerlerin üretimi ve yeniden üretimi süreçlerine odaklanmalıyız.
Ne ki, bırakınız üretim ve yeniden
üretim süreçlerini, eldekinin bile tutulamadığı koşullarda yaşamaktayız.
Asimilasyonun aktörleri, yani Egemen Blok’ta cisimleşen yönetici irade ve onun
arkasında bulunan ana aktör yani TC Devleti; Kıbrıslı Türk halkının varlık,
kimlik ve iradesine sistematik bir saldırı kampanyası açmıştır. Bu saldırı 50
yıldan fazladır şiddetlenerek sürmektedir. Dilimizde yaratılan doğal olmayan
değişim, çocuklarımızın oyunlarından tutun da günlük hayatın en somut ilişkisi
ölçü birimlerinin aniden ve ihtiyaç duyulmadığı halde değiştirilmesi, eğitimde
müfredat, medyada program yapma teknikleri aracılığı ile bilinçlerimize yönelik
saldırı hep aynı sürecin parçalarıdır. Sonuncusunu Çağlayan Çocuk Bahçesi
sürecinde yaşadığımız köy ve yer isimlerinin değiştirilmesinden, soy isimlerin
baskılar yolu ile “düzenlenmesine” kadar gidebilen bu kapsamlı kampanyanın;
Kıbrıslı Türklere ait olmayan devlet(ler) eli ile yürütüldüğü açık bir
gerçektir. Adına KKTC denilen ve Kıbrıslı Türklere “Türklüğü” benimsetmek temel
hedefi ile kurdurulan yapı bu sürecin önemli bir parçasıdır. Ama asimilasyon
sürecinde ana unsurun TC Devleti olduğu yadsınamaz bir gerçektir.
Kıbrıslı Türklerin üretimden
koparılması, asalaklaştırılması, göç ettirilmesi, bu topraklarda kalanlarımızın
“Türkleştirilmesi”, nüfus yapısının bilinçli müdahalelerle değiştirilmesi ve en
önemlisi her türlü kimlik öğemizin sistematik olarak baskı altına alınması bir
devlet politikasıdır. Böylesi bir planlı saldırı altında halkımızın birçok
olumlu unsurunu da kapsayan bir tepkisel, kültürel milliyetçiliğin
yaygınlaşması anlaşılır olmaktadır. Ama tepkisel yaklaşımlar adı üzerinde
tepkiseldirler ve çoğu zaman gerçeğin görünemez kılınmasına varırlar. Marx’ın
da dediği gibi “görünen gerçek olsaydı bilime gerek kalmazdı.”
Birçok sol unsuru da kapsayan bir
milliyetçilik iklimi, TC oligarşisinin yaptıklarından Türkiyeli göçmenleri
sorumlu tutan bir karaktere doğru evrilmektedir. Bu tehlikeli bir süreçtir. Söz
konusu tehlike sadece halkın bağrında yarattığı şöven duygulanımlarla ilgili
değil, göçmen kesimlerde yarattığı karşı tepkilerle de bağlantılıdır ve
patlayıcı bir karakteri vardır. Devrimcilerin yapması gereken; tarihin her
döneminde ve dünyanın her coğrafyasında olduğu gibi, ezilenlerin ezilenlere
kırdırılmasının önüne geçmektir. Bizler göçmen düşmanlığı yapmadan da
asimilasyona karşı çıkılabileceğine inanıyoruz. Bunun somut pratiğini de sadece
bu sayfalardan yazıp çizerek değil şarkılarımızda, eylemlerimizde, tiyatro
oyunlarımızda, bedenlerimizi ve zihinlerimizi taşıdığımız her mekanda hayata
geçirmeye çalışıyoruz. Elbette ki yaptıklarımızın etkisi örgütlülüğümüz
oranında artacak, mücadelemiz oranında yayılacaktır. Buna da yürekten
inanıyoruz.
Asimilasyon konusunda devrimci tavır;
göçmen kesimlerle sınıf temelli ilişkiler kurmayı reddetmeden, kültürel
milliyetçiliğin çıkmaz sokaklarına sapmadan, kültürün devrimci temelde yaşatılması
ve yeniden üretilmesi aracılığı ile geleceğini Kıbrıs’ta gören her unsurla
paylaşarak zenginleştirilmesidir.
Halkımızın bağrında oluşan tepkiyi
anlamamız Brecht’in dizelerinde yankılanan hoşgörü çağrısına verdiğimiz
yanıttır:
“Biliyoruz oysa / Alçaklıktan nefret
bile / Çarpıtır çizgileri / Haksızlığa öfke bile/ Kısar sesi.
Ah, biz / Hazırlamak isterken dostluk
yolunu / Dost olamadık kendimiz.
Siz ama, o gün gelince / İnsanın insana
el uzattığı / Anın bizi / Hoşgörüyle”
Asimilasyon
sürecinin bir devlet politikası olduğunun bilinciyle ve bugün yürüteceğimiz
mücadele şeklinin yarın kuracağımız geleceğin tohumlarını oluşturacağının
vurgusuyla; devrimci selamlar...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder