2 Ocak 2010 Cumartesi

Yoksulluk Olarak Şiddet



Şiddet denilince akla; savaş, ölüm, işkence, dayak gibi fiziksel şiddet biçimleri gelmektedir. Oysa yoksulluk; bugün dünya nüfusunun yarısından fazlasını etkisi altında tutan, insanların kendini insan olarak gerçekleştirmesini engelleyen ve ne yazık ki birçok kişi tarafından şiddet olarak dahi değerlendirilmeyen bir şiddet biçimidir.

Birleşmiş Milletler'in 1999 yılı İnsani Kalkınma Raporu'na göre, dünya gelir dağılımı piramidinde ilk yüzde 20'ye giren yüksek gelir grubu ülkeler, dünya gelirinin yüzde 86'sını almaktadır. Aradaki yüzde 60’a giren ülkeler dünya gelirinin yüzde 13’ü ile yetinirken, en yoksul yüzde 20 dünya gelirinin sadece yüzde 1’i ile yaşamaktadır. Dünyadaki gelir dağılımı eşitsizliği BM gibi emperyalist devletlerin güdümündeki kuruluşlar tarafından bile kabul edilmektedir. Ortada saklanamayacak kadar büyük bir adaletsizlik vardır; en zengin 358 kişinin mal varlığı, en yoksul 2.5 milyar insanın mal varlığından fazlayken bunu saklamak da mümkün değildir.
Yukarıda verdiğimiz rakamlar, içinde yaşadığımız kapitalist/emperyalist sistemin insan toplumlarını nasıl adaletsiz bir yapılanma içinde tuttuğunu net olarak gösteriyor. Böylesi bir adaletsizliğin sürdürülebilmesi, sistemin varlığını devam ettirebilmesi için de her türlü fiziksel şiddet mekanizması devreye sokulmaktadır. Ancak dünyamızdaki adaletsizlik sadece “birileri zenginken yoksul kalmak”tan ibaret değil. Aksine yoksulların yaşamı zenginlerle kıyaslanmadığı zaman da yeterince sefil durumdadır: Bugün yoksul ülkelerde yaşayan 3 milyardan fazla insan günde 2 ABD dolarından az bir gelirle yaşamaya çalışıyor. Günde 2 ABD dolarından az bir gelir ile yaşamını devam ettirmeye çalışmak demek; insani koşullarda eğitim, sağlık, ulaşım, ısınma, barınma kısacası yaşama erişememek demektir. Böylesi bir yoksulluk, kişilerin bırakın kendini insan olarak geliştirmesini; en vahşi biçimleri ile insanlıktan çıktığı koşulları tetiklemektedir. Sokaklarda yatan, çöplerden beslenen, soğuktan donan, kölelik koşullarında çalışmayı kabul eden milyarlarca insan yaratan; bu insanları böylesi koşullarda tutan ve her geçen gün daha fazla insanı buna mahkum eden bir sistemden söz ediyoruz: Kapitalizm. Milyarlarca insanı böylesi koşullarda tutmak ve üstelik koşullarının olumsuzluğunu onların yeterli beceriye, çalışkanlığa, zekaya vb. sahip olmamalarına bağlamak şiddet değil midir?
Geniş emekçi yığınlarını en acımasız sömürü koşulları altında tutmak kapitalizmin yapısal bir özelliğidir. Ve bu durum zengin ülke yöneticilerinin cicili bicili sözlerine, emperyalist kurumların sözde iyileştirme girişimlerine rağmen gün geçtikçe kötüleşmektedir. Sadece 1960 yılı ile 1997 yılı arasında, en zengin %20 ile en yoksul %20 arasındaki mesafe, 30’a 1’den 70’e 1’e çıkmıştır. En cafcaflı kalkınma programlarının uygulandığı 37 yılda %100’den yüksek bir mesafe artışı yaşanmıştır zenginlerle yoksullar arasında. Kısacası sistemin yapısı yoksulların giderek yoksullaştığı, zenginlerin de giderek zenginleştiği bir mantık üzerinden çalışmaktadır.
Ülkelere dair yüzdelikler ve rakamların ötesinde; işsizlik ve işsiz kalmak, emeği ile geçinen her insanın korkulu rüyasıdır. Çalışma hayatına devam ederken birçok hakkını aramasının önüne geçen, işyerinde kendi yaratıcı fikirleri için mücadele etmesini engelleyen, patronun kızgın bir bakışında bütün gününü allak bullak eden bir stres kaynağıdır işsizlik korkusu. Ülkemizde özellikle özel sektör çalışanları bunu çok iyi bilirler. Diğer yandan her emekçinin tahmin edebileceği ama ancak yaşayanların bilebileceği olgu ise işsizliğin kendisidir. Kişinin hangi mesleki, entelektüel donanıma sahip olursa olsun, hangi sanatı bilirse bilsin kendisini işe yaramaz, beceriksiz, değersiz ve gereksiz hissettiği; toplum içinde bir fazlalık, hiçbir şeyi beceremeyen bir zavallı olarak duyumsadığı berbat bir deneyimdir işsizlik. Üstelik işsiz kalan insan birçok temel ihtiyacını dahi karşılayamadığından giderek yoksullaşırken, çoğu durumda çalışan kişiler dahi daha iyi bir yaşama ulaşamamaktadırlar. Bugün ülkemizde insanca yaşamak için kesinlikle yeterli olmadığını bildiğimiz 1075 TL’lik asgari ücret ile bütün bir ayı çıkarmaya çalışan aileler vardır. Ancak bu asgari ücretin dahi altında maaşlarla 850 TL’ye, 950 TL’ye çalışan (görünürde işsiz olmayan) emekçiler de vardır. Yani yoksulluk sadece işsizlerin değil, günde sekiz saat haftada kırk saatin çok üzerinde çalıştığı halde bir işi olanların da sorunudur. Patronların daha fazla kar elde etmesi, daha rahat bir yaşam sürmesi ve kendilerini daha değerli hissetmesi için; her gün daha fazla emekçi daha fazla çalışıyor, daha çok yoruluyor ve kendini daha fazla değersiz hissediyor. Üstelik çalışanlar işsiz kalmamak için, işsiz olanlar iş bulabilmek için, yoksullar da hayatlarını devam ettirebilmek için insanlık dışı davranışlara zorlanıyorlar. Bu şiddet değilse eğer nedir?
Sermayedarların, tüccarların, patronların sistemi olan kapitalizm, zenginin yoksulu ezdiği, daha az sayıda sömürücünün daha fazla sayıda emekçinin sırtından beslendiği adaletsiz bir sistemdir. Bu sistem sadece savaş koşullarında değil, barış koşullarında da baskı, eşitsizlik, yoksulluk, işsizlik, açlık ve sömürü üretir. Bu durum dünyadaki herhangi bir ülke için geçerli olduğu kadar ülkemiz için de geçerlidir.
Yoksullar ne zaman baskıya, sömürüye, eşitsizliğe dur demek için ayağa kalksalar, tüm zenginler korosu ve onların yalakaları hep bir ağızdan haykırırlar: “Şiddet Kullanıyorlar!” 28 Ekim ve 23 Kasım eylemlerinde de bu yaşanmıştır. İşsizleştirilmeye, sendikasızlaştırılmaya, yoksullaştırılmaya direnen Kıbrıslı Türk emekçiler; kameraların önünde cereyan eden olaylara rağmen “polisi darp ettikleri” gerekçesi ile suçlanırken, ülkenin başbakanı olduğunu iddia eden şahıs “siz polise saldırırsanız o da size biber gazı sıkar” diyebilmiştir. Oysa şiddet ve saldırganlık onların sisteminin özü, kendi rahatlıklarını sürdürmek için kullandıkları vazgeçemeyecekleri bir araçtır. Emekçiler ve yoksulların direnişini “şiddet” diyerek mahkum etmek ise bu şiddetin devamını istemektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder