Şiddet denilince akla; savaş, ölüm, işkence, dayak gibi
fiziksel şiddet biçimleri gelmektedir. Oysa yoksulluk; bugün dünya nüfusunun
yarısından fazlasını etkisi altında tutan, insanların kendini insan olarak
gerçekleştirmesini engelleyen ve ne yazık ki birçok kişi tarafından şiddet
olarak dahi değerlendirilmeyen bir şiddet biçimidir.
Birleşmiş Milletler'in 1999 yılı İnsani Kalkınma
Raporu'na göre, dünya gelir dağılımı piramidinde ilk yüzde 20'ye giren yüksek
gelir grubu ülkeler, dünya gelirinin yüzde 86'sını almaktadır. Aradaki yüzde
60’a giren ülkeler dünya gelirinin yüzde 13’ü ile yetinirken, en yoksul yüzde 20
dünya gelirinin sadece yüzde 1’i ile yaşamaktadır. Dünyadaki gelir dağılımı
eşitsizliği BM gibi emperyalist devletlerin güdümündeki kuruluşlar tarafından
bile kabul edilmektedir. Ortada saklanamayacak kadar büyük bir adaletsizlik
vardır; en zengin 358 kişinin mal varlığı, en yoksul 2.5 milyar insanın mal
varlığından fazlayken bunu saklamak da mümkün değildir.
Yukarıda verdiğimiz rakamlar, içinde yaşadığımız
kapitalist/emperyalist sistemin insan toplumlarını nasıl adaletsiz bir yapılanma
içinde tuttuğunu net olarak gösteriyor. Böylesi bir adaletsizliğin
sürdürülebilmesi, sistemin varlığını devam ettirebilmesi için de her türlü
fiziksel şiddet mekanizması devreye sokulmaktadır. Ancak dünyamızdaki
adaletsizlik sadece “birileri zenginken yoksul kalmak”tan ibaret değil. Aksine
yoksulların yaşamı zenginlerle kıyaslanmadığı zaman da yeterince sefil durumdadır:
Bugün yoksul ülkelerde yaşayan 3 milyardan fazla insan günde 2 ABD dolarından
az bir gelirle yaşamaya çalışıyor. Günde 2 ABD dolarından az bir gelir ile yaşamını
devam ettirmeye çalışmak demek; insani koşullarda eğitim, sağlık, ulaşım,
ısınma, barınma kısacası yaşama erişememek demektir. Böylesi bir yoksulluk,
kişilerin bırakın kendini insan olarak geliştirmesini; en vahşi biçimleri ile
insanlıktan çıktığı koşulları tetiklemektedir. Sokaklarda yatan, çöplerden
beslenen, soğuktan donan, kölelik koşullarında çalışmayı kabul eden milyarlarca
insan yaratan; bu insanları böylesi koşullarda tutan ve her geçen gün daha
fazla insanı buna mahkum eden bir sistemden söz ediyoruz: Kapitalizm.
Milyarlarca insanı böylesi koşullarda tutmak ve üstelik koşullarının
olumsuzluğunu onların yeterli beceriye, çalışkanlığa, zekaya vb. sahip
olmamalarına bağlamak şiddet değil midir?
Geniş emekçi yığınlarını en acımasız sömürü koşulları
altında tutmak kapitalizmin yapısal bir özelliğidir. Ve bu durum zengin ülke
yöneticilerinin cicili bicili sözlerine, emperyalist kurumların sözde
iyileştirme girişimlerine rağmen gün geçtikçe kötüleşmektedir. Sadece 1960 yılı
ile 1997 yılı arasında, en zengin %20 ile en yoksul %20 arasındaki mesafe, 30’a
1’den 70’e 1’e çıkmıştır. En cafcaflı kalkınma programlarının uygulandığı 37
yılda %100’den yüksek bir mesafe artışı yaşanmıştır zenginlerle yoksullar
arasında. Kısacası sistemin yapısı yoksulların giderek yoksullaştığı,
zenginlerin de giderek zenginleştiği bir mantık üzerinden çalışmaktadır.
Ülkelere dair yüzdelikler ve rakamların ötesinde;
işsizlik ve işsiz kalmak, emeği ile geçinen her insanın korkulu rüyasıdır.
Çalışma hayatına devam ederken birçok hakkını aramasının önüne geçen, işyerinde
kendi yaratıcı fikirleri için mücadele etmesini engelleyen, patronun kızgın bir
bakışında bütün gününü allak bullak eden bir stres kaynağıdır işsizlik korkusu.
Ülkemizde özellikle özel sektör çalışanları bunu çok iyi bilirler. Diğer yandan
her emekçinin tahmin edebileceği ama ancak yaşayanların bilebileceği olgu ise
işsizliğin kendisidir. Kişinin hangi mesleki, entelektüel donanıma sahip olursa
olsun, hangi sanatı bilirse bilsin kendisini işe yaramaz, beceriksiz, değersiz
ve gereksiz hissettiği; toplum içinde bir fazlalık, hiçbir şeyi beceremeyen bir
zavallı olarak duyumsadığı berbat bir deneyimdir işsizlik. Üstelik işsiz kalan
insan birçok temel ihtiyacını dahi karşılayamadığından giderek yoksullaşırken,
çoğu durumda çalışan kişiler dahi daha iyi bir yaşama ulaşamamaktadırlar. Bugün
ülkemizde insanca yaşamak için kesinlikle yeterli olmadığını bildiğimiz 1075
TL’lik asgari ücret ile bütün bir ayı çıkarmaya çalışan aileler vardır. Ancak
bu asgari ücretin dahi altında maaşlarla 850 TL’ye, 950 TL’ye çalışan
(görünürde işsiz olmayan) emekçiler de vardır. Yani yoksulluk sadece işsizlerin
değil, günde sekiz saat haftada kırk saatin çok üzerinde çalıştığı halde bir
işi olanların da sorunudur. Patronların daha fazla kar elde etmesi, daha rahat
bir yaşam sürmesi ve kendilerini daha değerli hissetmesi için; her gün daha
fazla emekçi daha fazla çalışıyor, daha çok yoruluyor ve kendini daha fazla
değersiz hissediyor. Üstelik çalışanlar işsiz kalmamak için, işsiz olanlar iş
bulabilmek için, yoksullar da hayatlarını devam ettirebilmek için insanlık dışı
davranışlara zorlanıyorlar. Bu şiddet değilse eğer nedir?
Sermayedarların, tüccarların, patronların sistemi olan
kapitalizm, zenginin yoksulu ezdiği, daha az sayıda sömürücünün daha fazla
sayıda emekçinin sırtından beslendiği adaletsiz bir sistemdir. Bu sistem sadece
savaş koşullarında değil, barış koşullarında da baskı, eşitsizlik, yoksulluk,
işsizlik, açlık ve sömürü üretir. Bu durum dünyadaki herhangi bir ülke için
geçerli olduğu kadar ülkemiz için de geçerlidir.
Yoksullar ne zaman baskıya, sömürüye, eşitsizliğe dur
demek için ayağa kalksalar, tüm zenginler korosu ve onların yalakaları hep bir
ağızdan haykırırlar: “Şiddet Kullanıyorlar!” 28 Ekim ve 23 Kasım eylemlerinde
de bu yaşanmıştır. İşsizleştirilmeye, sendikasızlaştırılmaya,
yoksullaştırılmaya direnen Kıbrıslı Türk emekçiler; kameraların önünde cereyan
eden olaylara rağmen “polisi darp ettikleri” gerekçesi ile suçlanırken, ülkenin
başbakanı olduğunu iddia eden şahıs “siz polise saldırırsanız o da size biber
gazı sıkar” diyebilmiştir. Oysa şiddet ve saldırganlık onların sisteminin özü,
kendi rahatlıklarını sürdürmek için kullandıkları vazgeçemeyecekleri bir
araçtır. Emekçiler ve yoksulların direnişini “şiddet” diyerek mahkum etmek ise
bu şiddetin devamını istemektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder