28 Temmuz tarihine
birkaç gün kaldı. Pazar akşamı sandıkların açılmaya başlaması ile birlikte bir
toplu hipnoz ayninin daha sonuna geleceğiz ve yine toplumsal gerçekliğimiz ile
baş başa kalacağız...
Yaklaşık iki aydır
seçim partilerinin giderek yükselen vaatlerinin ve adayların giderek büyüyen
hayallerinin yarattığı sarmal içerisinde ülkemiz...
Barajı geçip
geçmeyeceği tartışmalı partiler, “şunu yapacağız, bunu yapacağız” diye yüksek
perdeden atıyor... Bütün meclisin hep birlikte alamayacağı kararları, tek tek
adaylar seçilmesi durumunda aldıracağını, yapacağını vaat ediyor...
***
Katıldığım ilk
televizyon programında, irkilerek farkettiğim acayip bir havası var
seçimlerin...
Hem aday olanları hem
de oy verecek olanları içine çeken farklı bir büyü...
Öyle bir büyü ki bu
hiç farketmeden dahil oluyor insan ona...
Sunucu soruyor;
“seçilmeniz durumunda ne yapacaksınız”...
İnsanın “amuda
kalkacağım, futbol topunu dizimde 100 kere sektireceğim, ipte yürüyeceğim, ateş
yutacağım” falan deyesi geliyor...
Zaten adaylar da buna
benzer şeyler söylüyorlar...
“Siz hele bir oy
verin, hele bir seçin bakalım bizi; yapamayacağımız şey yok”
“Biz aslında seçim
öncesi Klark Kent, seçim sonrası supermen’iz; bakmayın belli etmediğimize
hepimiz Kripton’dan dün geldik...”
Bir bakıma komik, bir
bakıma mide bulandıracak derecede iğrenç bir durum bu...
Ama adayları bir yana
bırakalım, işin bir de “seçmen” boyutuna bakalım...
***
Beş yılda bir oy veren
seçmenin elinde çok “değerli” bir şey var: Oy!
Oyunu kullansın mı
kullanmasın mı?
Kullanırsa kime
versin?
Bu yüzden büyük bir
dikkatle dinliyor seçmen söylenenleri...
Dinledikçe havaya
giriyor, kendisinin ve kullanacağı oyun ne kadar değerli olduğuna bir kez daha
ikna oluyor...
İkna oldukça, daha bir
dikkatle dinliyor “seçmen” ve giderek daha çok kapılıyor seçimin büyüsüne...
Sonra oy verme tarihi
yaklaştıkça yeni bir soru giriyor devreye: “Kim kazanacak?”
Kazanacak olana oy
vermek bir meziyetmiş gibi konuşulmaya başlanıyor etrafta...
Bahis oynamak, bet’e
para yatırmak veya oy vermek arasında bir fark yokmuş gibi yaşanıyor süreç...
Oy verilecek parti
seçilirken, aynı fikirde olma kriteri ortadan kalkıyor, kazanacak olanı doğru
tespit etme kriteri devreye giriyor...
Ve aslında toplumdaki
gerçek fikir yelpazesini yaansıtmayan bir seçim sonucu çıkıyor ortaya...
***
Beş yıl boyunca
şikayet ettik...
Sadece UBP’den de
değil hem...
Tüm seçim
partilerinden...
Beş yıl boyunca
mücadele ettik, grev yaptık, eylem yaptık, sokaklarda yürüdük, güneşin
sıcağında terledik, yağmurun altında ıslandık...
Bu partileri yanımızda
bulamadık...
Kravatlarını taktılar,
kameraların karşısına geçip büyük büyük konuşmalar yaptılar...
Ve biz de evimizde,
kahvede, iş yerimizde, eş-dost arasında onlarla dalga geçtik...
Şimdi, seçim zamanı...
İki aydır gazeteleri
okuyor, televizyonları izliyor ve giderek daha fazla dahil oluyoruz seçim
hipnozuna...
Oyumuz kıymete
biniyor, kulağımız daha çok kabarıyor adayların sözüne...
Oysa büyü bozulup,
hipnotizmanın etkisi ortadan kalktığında; beş yıllık yeni bir gerçekliğin
ortasında bulacağız kendimizi...
O halde ne yapmalı?
***
Her nerede okuyorsanız
bu yazıyı, bitirince bırakın ve lavaboya gidin...
İyice bir yıkayın
yüzünüzü...
Sonra da serin bir
yere oturup, ayaklarınızı uzatın ve on dakika verin kendinize düşünmek için...
Sonra da düşünün...
Son on beş yılınızı
düşünün...
Bu ülkenin son on beş yılını
düşünün...
Kur’an kurslarını,
İlahiyat Fakültelerini, Karpaz’a elektrik ve yol götürülmesini, Göç Yasa’sının
geçişi ile düşen maaşları, AÖA’nın kapatılması girişimlerini, Sosyal Güvenlik
Yasası’nın geçişini, kadınların yıpranma payının kalkmasını, gençlerin
emeklilik yaşının 60’a çıkarılmasını, geçici çalışmanın yaygınlaşmasını...
Vaatleri, sözleri,
açıklamaları, izahatları unutun...
Sadece yaşananları,
gerçekleri ve bunların size ne hissettirdiğini düşünün...
Çıkın iki aylık seçim
hipnozundan...
On beş yıllık
gerçekliğinize dönün...
Çünkü gerçek duygunuz,
gerçek düşünceniz orada duruyor...
29 Temmuz sabahı
yüzleşeceğimiz kaçınılmaz gerçek orada bizi bekliyor...
***
Yaptınız mı bunu...
Şimdi önünüzde üç
seçenek var:
Sandığa
gitmeyebilirsiniz...
Sandığa gidip on beş yılınızı
zehir eden dört partiden birine oy verirsiniz...
Sandığa gidip BKP
Toplumsal Varoluş Güçleri’ni daha da güçlendirir, bu kısır döngüyü
kırabilirsiniz...
On dakikanızı ayırın,
son on beş yılınızı düşünün ve içinizden ne geçiyorsa onu yapın...
Çünkü seçim bir
hipnozdan ibarettir...
Esas olan sokaktaki
mücadeledir...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder