Siyasal İslamcılara başörtüsü ayrıcalığı tanıyan Tüzük geri çekildi. Tüzüğün geri çekilmesi; okulların kız öğrenciler istismar edilerek siyasal İslam için propaganda mekanlarına dönüştürülmesi girişimine karşı önemli bir başarıdır.
Bu başarıda başta öğretmen sendikaları olmak üzere, toplumun en geniş kesimlerinin emeği var. Öğretmen sendikaları ve tek tek öğretmenler; tüm toplum adına kendilerini öne atarak, birçok psikolojik baskıya göğüs gererek ve her türlü bedeli ödemeyi göze alarak çok önemli bir rol üstlendiler. Öğretmenlerimize ve onların ilerici sendikalarına ne kadar teşekkür etsek azdır.
Ancak gelinen noktada rehavete
kapılmamak da önemlidir. Çünkü anlık başarıların rehavetine kapılıp, devam eden
süreci boşlamamız, ileride toplum açısından telafisi çok zor kayıplara neden
olabilir.
Tüzüğün gündeme geldiği andan,
geri çekildiği noktaya kadar yaşananlar; acilen üç temel başlıkta
zaafiyetlerimizi gidermemiz gerektiğinin sinyallerini verdi.
1- Kıbrıs’ın kuzeyinde hak
mücadelelerine bakışımız
2- Laiklik anlayışımız
3- Örgütlerin örgütlenmesi
***
Kıbrıs’ın kuzeyinde var olan
özgün durumdan dolayı, birçok parti, sendika ve örgüt hak mücadelelerine dair
zaafiyet yaratan bir tutum içerisindedir. Önceliğin “Kıbrıs sorunundan
uzaklaşacağı” veya “kktc’nin varlığının meşrulaşacağı” gibi kaygılarla, hak talebinde
bulunmaktan kaçınmak yaygın bir tutumdur.
Çağdaş bir “Vatandaşlık Yasası”
talep etmek, “Sendikasız Çalıştırılmanın Yasaklanması”nı talep etmek, “Kadın
Sığınma Evi” talep etmek gibi tutumlara girmeyen muhalefet; kendi kendini keyfi
vatandaşlıklara, çalışma yaşamındaki hak gasplarına veya kadına yönelik şiddete
karşı ses veren bir pozisyona sıkıştırmaktadır.
Kıb-Tek’e yatırım yapmak,
Yargı’yı demokratik mekanizmalarla donatmak, basın özgürlüğünü güvenceye alacak
adımlar atmak yerine, “aman kktc meşrulaşmasın” kaygısı ile atıl bırakan biziz!
Egemenlerin bu alanlara saldırısı üzerine; “Kıb-Tek Halkındır”, “Yargı
Bağımsızlığına Sahip Çıkıyoruz”, “Basın Özgürlüğü Onurumuzdur” diyen de biziz.
Bu ve bunun gibi onlarca alanı, saldırıya uğramadıklarında da savunmak ve
geliştirmekten korkmamalıyız.
Bu tutum en basit tabirle;
savunmada kalan, hamle avantajını egemenlere teslim eden ve halka uğruna
mücadele edilecek pozitif hedef gösteremeyen bir açmaz yaratmaktadır. Kendi
kendini kapana mahkum eden bu tutum, egemenlerin işine gelmektedir. Hiçbir
mücadele savunmada kalarak kazanılamaz!
Son yaşanan olaylardan bu
bağlamda çıkarmamız gereken en önemli ders; kendi gölgemizden korkmayı
bırakmamız, egemenler saldırmadan da değerlerimizi, kurumlarımızı savunmaktan
çekinmememiz gerektiğidir. Tüm birey ve örgütlerin bir anda bu noktaya
gelemeyeceğinin bilgisiyle; halen bu noktada olan ve “aman Kıbrıs sorunu zarar
görmesin” kompleksinden arınmış, tam aksine Kıbrıs sorununa halkın müdahale
edebilmesi için bunun gerekliliğini kavramış örgütlerin koordinasyonu acil
önemdedir.
***
Olaylar dayattığında apar topar
yanyana gelmek yerine, pozitif hedefler doğrultusunda hareket etme fikrini
içselleştirmiş örgütlerin önündeki bir sonraki adım, pozitif hedefi tarif
etmektir. Mesela son yaşanan örnekte laiklikten ne anladığımızı kendi aramızda
konuşmamız gerektiği bariz bir şekilde ortaya çıktı.
Laiklik basitçe “din ve devlet
işlerinin ayrılması” ama dinsel cemaatlerin ekonomik olarak devletten
beslenmeye devam ederken, toplumsal olarak da dinsel fikirlerin tartışılamaz
kutsal mertebesinde tutulması mıdır?
Böyle bir laiklik anlayışı ile
oluşturulmuş direnç noktalarının savunulması mümkün değildir ve böylesi bir
tutum karşısında siyasal İslam’ın devetin tepesine bayrağını dikmesi sadece bir
zaman meselesidir.
Dahası siyasal İslam’ı Türkiye
kökenli insanların yarattığı bir sorun olarak algılayan Kıbrıs milliyetçisi
çizgi de, laikliği savunan kitleyi bölen yanlış bir stratejidir. Bu sadece
stratejik olrak değil, olgusal olarak da yanlıştır. “öz Kıbrıslılar” içerisinde
siyasal İslam’a angaje olmuş çok geniş bir kitlenin varlığı da, Türkiye kökenli
Kıbrıslı Türkler içerisinde tutarlı laiklik savunucusu bir kitlenin varlığı da
nesnel hakikattir.
Bu noktalardan sonra, zorunlu din
derslerinin kaldırılması, din dersinin seçmeli ve felsefe eksenli olarak
düzenlenmesi, Din İşleri Dairesi’nin İslam İşleri Dairesi olmaktan çıkarılması,
okuldan çok Cami inşa eden ve başka hiçbir dinin mabedine kaynak ayırmayan
politikaların eleştirilmesi ve daha da uzatılabilecek bir çok pozitif hedef belirlenebilir.
Bunlar da ancak hem entelektüellerin hem de örgütlerin samimi ve açık
tartışmaları yoluyla topluma mal edilebilecek politikalardır.
***
Bizi savunmadan çıkaracak pozitif
hedefler belirlendikten sonra geriye kalan, örgütlerin koordinasyonudur. Bu iki
nokta aşılırken, örgütsel koordinasyon da büyük oranda kendiliğinden
aşılacaktır. Çünkü zaten bu süreç örgütlerin de müdahil olacağı bir süreç olmak
zorundadır.
Oysa son yaşananlar bize gösterdi
ki, biz ya önce örgütleri yan yana dizip fikirleri vitrin süsü olarak sonradan
sürece enjekte etmeye çalışıyoruz ya da sürecin tüm ağırlığını ilgili alan
örgütünün üzerine yığıyoruz. Her iki yöntem de sağlıksızdır ve taşıma
kapasitesinin sonuna gelmiştir.
Pozitif hedefler belirlemede
hemfikir olmamış, sadece savunmaya endeksli örgütler yan yana geldiğinde
toplumda hiçbir sinerji yaratamazlar. Tek tek örgütler de uzun süre direnişin
yükünü tek başlarına taşıyamazlar.
El-Sen elektrikte özelleştirme
saldırısına tek başına daha ne kadar direnebilir? Basın-Sen basin özgürlüğünü
tek başına daha ne kadar savunabilir? Öğretmen sendikaları dinsel gericiliğe
daha ne kadar göğüs gerebilir?
Her bir başlıkta ilgili alan
örgütünün yanına onlarca başka örgüt ismi yazıp, mücadeleye süs olsun diye bir
de talepler listesi serpiştirilerek, gerçekten ortak bir mücadele yürütülmüş
olmayacağını bilmiyor muyuz? Dahası pozitif hedefler siyasal bir hedefle ve
siyasal partilerle harmanlanmadan yani iktidarı hedeflemeden, pozitif
sayılabilirler mi?
***
Yazıyı buraya kadar okuyabilmiş
herkes, bu soruların yanıtını gayet iyi biliyor. Ama bilmek yetmiyor. Mesele
zaten o “gayet iyi bildiğimiz yanıtları”, kendi eylemimizin gölgesinden
korkmadan ve geçmiş angajmanlarımızın zincirlerine takılmadan hayata geçirebilmektedir.
İşte o zaman kendi kendimizi tıktığımız savunma kapanından çıkıp, mücadeleyi
egemenlerin kapısının önüne taşıyabileceğiz.
İyi direndik, ama kazanmak için
direnişten fazlasına ihtiyacımız var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder