3 Temmuz 2008 Perşembe

Neo-Liberalizm Nedir?



Bugün eğitim, sağlık, enerji, su, ulaşım, barınma gibi her türlü temel kamusal hizmet  yoksulların, halkın zararına ama bir avuç sömürücü, zengin kişinin yararına olmak üzere yeniden düzenleniyor. Halkın bu en temel haklarına neo-liberal ekonomik doktrin gereği el konuluyor. Peki bu neo-liberalizm nedir ve neden bu haklarımızın olmaması gerektiğini öğütler? Günümüzde sıkça karşılaştığımız neo-liberalizm terimi, özünde liberalizmden türetilmiş bir kelimedir.


- Liberalizm Nedir?
Liberalizm bir ekonomik doktrindir. Klasik İktisat diye de bilinir. David Ricardo ve Adam Smith klasik iktisadın en temel teorisyenleridirler.
En çok bilinen sloganı ile “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler”
Yaygınlık kazandığı tarihler İngiltere’de Sanayi Devrimi’ne denk gelir.
En genel tanımı ile liberalizm, devletin ekonomiye müdahale etmediği hatta ortada bir devletin dahi olmadığı bir toplum varsayar. Bu toplumda özel grişimcilerin hepsi aşağı yukarı birbirine denk güçlerde olacak, her satıcı aynı zamanda bir alıcı olacak ve bu özgür alışveriş ortamında piyasa her türlü sorunu çözecektir.
Liberal öğreti birbirine denk güçlerdeki özgür üreticilerin, tüketiciler ile buluştuğu piyasa ortamında kar’ın temel ilke olduğunu kabul eder. Ancak rekabet sonucu tüketicilerin istediği üreticiyi seçebileceğini, böylece üreticilerin fiyatları düşürmek ve kaliteyi arttırmak konusunda yarışmak zorunda kalacağını söyler. Bu yarış sonucunda da fiyatlar ve kalite dengeye gelirken piyasa verili durumun en mükemmel noktasına varacaktır.
“Piyasanın Görünmeye Eller” ile düzenleneceği iddiası Adam Smith’in iddiasıdır. Buna göre piyasanın düzenlenmesi için devletin müdahalesine gerek yoktur. Hatta üreticilerin reklam yapması bile doğru değildir. Çünkü liberalizm, her bireyin kendisi için en iyinin ne olduğunu zaten bildiğini bu sebeple reklam’ın bireyleri yanıltarak piyasanın adil işleyişine zarar verdiğini savunur.
Liberalizme göre tekeller, şirket birleşmeleri, sendikalar, grevler olmamalıdır. Çünkü bunlar piyasada gücü diğerlerinden fazla özneler yaratır ve piyasanın dengeli işleyişini olumsuz etkiler.
Ancak Adam Smith ve David Ricardo’nun savunduğu anlamda bir liberalizm hayal dünyası dışında gerçek hayatta hiçbir zaman uygulanmamıştır. Çünkü kapitalizm daha doğuşundan itibaren açık şiddete ve devlet egemenliğinin gücüne yaslanarak ortaya çıkmıştır.
Liberalizmin savunduğu bir diğer nokta ise her arzın kendi talebini doğuracağı bu sebeple de işin talep yönünü düşünmeye gerek olmadığıdır. Buna göre her malın bir alıcısı bulunacaktır. Piyasada olan malin miktarı ve o mala olan talep de fiyatı belirleyecektir. Böylece kapitalistler talep olmayan bir malı üretmeyecek, fazla üretilen malın fiyatı düşecek, az üretilen mal ise değerlenecektir. Ayrıca işgücü, çalışan inanlar da işverenler açısından bir talep unsurudurlar. Bu sebeple dengeye gelen piysa herkese iş olanağı da yaratacaktır. Bir miktar işsizlik de normaldir. Ancak ücretlerin yükselmesi veya işgücünün kalitesi gibi konular da piayasanın görünmeyen ellerine bırakılmalı, sendikalaşma gibi işgücü piyasasında tekel oluşturacak uygulmalardan kaçınılmalıdır. Ancak 1929 büyük bunalımı ile bu varsayımın yanlışlığı da ortaya çıkmıştır.
1929’da kapitalist dünya o tarihe kadar karşılaştığı en büyük üretim fazlası nedeniyle büyük bir krize girmiştir. Aşırı Üretim krizleri denilen krizler kapitalizmin en sık karşılaştığı krizlerdir. Ancak 1929’da yaşana tam bir yıkımdır. İşsizlik muazzam boyutlara çıkmış, işsiz insanlar alışveriş yapamamış, üretilen mallar alıcı bulmamış, bunun üzerine her türlü yatırım düşmüş, ücretler azalmış, birçok insan işten durdurulmuş ve işsizler kitlesine yenileri eklenmiştir. Sonuçta bu aşağıya doğru muazzam bir gerileme demektir.

- Keynesyen Yaklaşım
Bunun üzerine ekonomiye devletin müdahale etmesi gerektiği, aşırı üretim sonucu satılamayan malların devlet tarafından satın alınarak talep yaratırılmasının piyasa için de iyi olacağı şeklinde bir yaklaşım 1930’lu yıllardan itibaren ortaya çıkmaya başladı. Keynes isimli bir ekonomist tarafından ortaya atılan bu yaklaşım kısaca şöyleydi:
Keynes, ekonomi pompasını çalıştırmak için hükümetlere aktif müdahale öneriyordu. Büyüme olasılığının düşük olduğu bir ortamda, işletme sahipleri ve zengin yatırımcılar kesenin ağzını açmazlardı. Ekonomi başaşağı giderken adım atmak hükümetlere düşüyordu. Hükümetler eğitim, sağlık, iş eğitimi, yollar, barajlar, tramvaylar ve demiryolları gibi kamu mal ve hizmetlerine yatırım yapmalı, işsizlere derhal doğrudan mali desyek sağlamalıydı.
Keynes, politikacılara, ekonomik büyümeyi başlatacak fiskeyi vurmak için hükümetin borçlanması gerekse bile endişelenmemelerini salık veriyordu. Bunu yapmya değerdi. Hükümetler ekonomiyi doğrudan uyararak talebi yeniden canlandırabilir ve girdabın yönünün tersine dönmesine yardımcı olabilirlerdi. İşletmeler kısa bir süre sonra artan talebi karşılamak için üretimi arttıraca yatırımlara başlayabilirlerdi. Bu da cebinde daha fazla parası olan daha çok çalışan insan demekti. İsdihtam arttıkça vergi gelirleri de artar ve nihayet hükümet artan vergi gelirleriyle borcunu ödeyebilirdi.

Peki Liberalizm veya Keynesçilik bu iken, bu politikların birinden birinin uygulanması edilmesi gerçekten de sadece bir tercihten mi ibarettir?
Yani 1930’lara kadar uygulanan liberalizmden, keynesçiliğe geçiş ve şimdi de keynesçilikten neo-liberalizme (yeni-liberalizme) geçiş sadece hükümetlerin veya küresel karar vericilerin tercihleri ile açıklanabilir mi?

Bizim bu soruya cevabımız HAYIR’dır.
Liberalizm, kapitalist ekonomik sistemin büyük bir genişleme döneminde ortaya çıkmıştır. Bu dönem öyle bir dönemdir ki bir yanda sanayi devrimi sonucunda gücüne güç katan, kendine güveni sonsuz gelişmiş kapitalist ülkeler, diğer yanda ise hindistan, çin gibi dış dünyaya kapalı, ama çok geniş bir iç pazara sahip pre-kapitalist ülkeler vardır. İşte liberalizm savunucusu ülkeler kendi kapitalistlerini savaş gemileri ve orduları ile destekler ve yeni ülkelerin pazarlarını kapitalistleri için açarken hedef ülkelerin hükümetlerine de liberalizm masalları okumaktaydılar. Diğer yandan kendi çalışan emekçilerinin yoksulluğu da onlar için normal idi. Aynı dönemde ortaya çıkan maltusçuluk teorileri ile doğada her zaman nüfusun besinden daha çok arttığını fazla nüfusun da ölmeye mahkum olduğunu savunuyorlardı. Buna göre işsizlerin, yoksulların, evsizlerin durumu doğa yasalarının gereği idi. Aynı teori savunucuları yoksullara yardım etmenin doğa yasalarına aykırı ve saçma bir müsriflik olacağını, yoksulların belli bölgelere toplanarak ölmelerine yardım edilmesi gerektiğini savunuyorlardı.
Peki ne oldu da, yoksulları fazla nüfus olarak gören bu kapitalist doktrinin yerini birden bire işsizlere işsizlik parası ödemeyi, devletin yeni iş sahaları açmasını, ücretsiz eğitim, sağlık, barınma, enerji gibi sağlamasını savunan bir anlayış aldı?
Kapitalist ekonomi ortaya çıktıktan sonra gerek kendi iç deviniminin gerekse de kapitalizm dışı (emekçi sınıflar ve dünya halkları) etmenlerin etkisi ile çeşitli aşamalardan geçmiştir. İşte her aşamanın kendine özgü yapısı gereği ortaya çıkan yapısal yaklaşımları vardır. Liberalizm, kapitalizmin emperyalist aşamasına geçişte temel yaklaşımı idi. Ancak 1930’da gündeme gelen büyük bunalım ve hemen ardından ortaya çıkan paylaşım savaşı ile birlikte tü koşullar değişirken, emperyalizm de yeni bir aşamaya giriyordu.
- Bu aşamada bunalım ve savaş sonucu yıkılmış ekonomi devletin katkısına ihtiyaç duyuyordu.
- İkinci paylaşım savaşı sırasında faşizme karaşı direnen ve güçlenen emek güçleri kontrol altına alınmalıydı.
- Ve SSCB’nin yarattığı örnek ile rekabet edilmeliydi.
İşte keynesçi yaklaşımın bir politik tercih değil, yapısal bir ihtiyaç olmasının nedenleri bunlardır.

Keynesçi uygulamalardan neo-liberal uygulamalara geçiş ve neo-liberalizmin karakteristik özelliklerine başlamadan önce, dönemsel kavramsallaştırma ve bunalım dönemleri medodolojisi ile ilgili genel bir bilgi vermek aydınlatıcı olacaktır.

Dönemsel Kavramsallaştırma ve Emperyalizmin Bunalım Dönemleri
Dönemsel kavramsallaştırmada ortaya konan dönemler basit tarihsel şemalar değildir. Her bir dönem, sistemin içinden geçtiği somut süreçleri ve bu süreç içinde biriken maddi güçler arasındaki mücadeleyi anlamakta yardımcı olur. Her dönemde farklı siyasi sorunlar gündeme yerleşir. Her lkede de bu siyasi sorunlar farklı şekillerde ortaya çıkar. Bu yüzden her ülkede farklı bir taktiki yaklaşım uygulanırken genel strateji tüm ülkeler için aynıdır.

İlkel komünal toplum veya insanın doğada dayanışma üzerine oluşturmak zorunda kaldığı ilksel birliktelikler ortadan kalktıktan sonra  gelen sistemlerin tümüne birden sınıflı toplumlar diyoruz. Burada tüm sınıflı toplumlar özünde sınıf egemenliğine dayalı oldukları halde çeşitli dönemlerde dünyada farklı sınıflı toplum tiplerinin egemen olduğunu kabul ediyoruz. Bunu niye yapıyoruz? Çünkü özünde feodalizm de kapitalizm de, kölecilik de sınıf egemenliğine dyaanmakla birlikte bunların her birinde ortaya çıkan çatışan maddi güçler, istemin ekonomik işleyişi vb. herşey farklıdır. Bu farklılıkları anlamak ve bu farklılıklara göre mücadele etmek zorunda olduğumuzdan her bir dönemin genel karakteristğini ayırtedemiz gerekiyor.
Tıpkı bunun gibi kapitalizm de kendi içinde çeşitli aşamalarda geçmiştir. Ve hemen hemen bütün sol içinde kabul edildiği gibi de 1870-1880 arihlerinden sonra da kaitalizm emperyalist aşamaya ulaşmıştır.
Kapitalizm emperyalist aşamasaında olduğu halde gene de kaitalizmdir. Tıpkı kapitalizmin aynı zamanda bir sınıflı toplum olması gibi.
Emperyalizm de kendi içinde bunalım dönemlerine ayrılabilir. Kısaca ifade etmek gerekirse Bunalım Dönemleri şu şekildedir:
“i) emperyalizmin doğuşu (1870) ile I. Dünya Savaşı (1914) ve Ekim Devrimi (1917) arasındaki I. Bunalım Dönemi
ii) I. Dünya Savaşı sonrasından başlayarak, II. Dünya Savaşı, Yalta Konferansı (1945) ve faşizmin yıkılışına kadar uzanan II. Bunalım Dönemi
iii) Bretton Woods anlaşması (1944), Soğuk Savaş (1946) ve Çin Devrimi’nden (1949) başlayarak 1973 Dünya Ekonomik Bunalımı ve SSCB’nin yıkılmasına (1990) kadar uzanan III. Bunalım Dönemi
iv) Washington Konsensüsü (1982) ve I. Körfez Savaşı’ndan (1991) başlayıp günümüzde de sürmekte olan IV. Bunalım Dönemi (183)”
Bu bunalım dönemlerinin her biri farklı bir kriz ile damgalanmış, söz konusu krizlere  yönelik devrimci hareketlerin getirdiği programlar ve emperyalist sistemin geliştirdiği politikalar arasındaki mücadelelere sahne olmuştur. I. Bunalım Dönemi’nin eski tip çokuluslu devletlerin veya imparatorlukların krizine sahne olması üzerine dünya devrimci hareketi, Demokratik Devrim programını geliştirirken; tekelci sermeye de imparatorlukların parçalanarak yarı-sömürgelere dönüştürülmesi politikasını yürürlüğe koymuştur. II. Bunalım Dönemi’nin Avrupa siyasi demokrasisinin krizine sahne olması üzerine dünya devrimci hareketi halk cephesi programını geliştirirken; tekelci sermaye de klasik faşizm politikasını yürürlüğe koymuştur. III. Bunalım Dönemi’nin klasik sömürgecilik sisteminin krizine sahne olması üzerine dünya devrimci hareketi ulusal kurtuluş mücadelelerini yükseltirken; tekelci sermaye de klasik sömürgecilikten yeni-sömürgeciliğe geçiş programlarını yürürlüğe koymuştur.
İşte konumuz açısından yaklaştığımızda Liberalizm (1. ve 2. Bunalım dönemlerinin, Keynesçilik ise 3. Bunalım döneminin yansımasıdır)
Birazdan bahsedeceğimiz NEO-LİBERALİZM ise 4. Bunalım Döneminin karakteristiğidir.

Emperyalizmin Neo-Liberal Dördüncü Bunalım Dönemi
Emperyalist dünya sistemi, 1970’lerin ilk yarısında patlak veren dünya ekonomik krizi ile başlayıp, sosyalit istemin ortadan kalktığı 1990’lı yıllarda tamamlanan bir geçiş süreci ile yeni bir bunalım dönemine Neo-libral 4. bunalım dönemine girdi. Bu bunalım dönemi ancak 3. bunalım dönemi ile tarihsel sürekliliği içinde kavranabilir.

            - 3. Bunalım döneminin sonu
Biraz önce konuştuğumuz gibi 3. Bunalım dönemi, Liberal politikaların yarattığı yıkım, 1929 büyük bunalımı, dünya savaşları, sosyalist devrimler ve bağımsızlık mücadelelerinin yarattığı basınç ile gündeme gelmiş ve emperyalist sisteme keynesyen yaklaşım hakim olmuştur.
Bu dönee 1944 tarihli Bretton Woods anlaşması ve bu anlaşma ile kurulan 3 temel araç damgasını vurur.
IMF, Dünya Bankası ve Ticaret ve Tarifeler Genel Anlaşması (GATT’s)
Bu üç araç yardımı ile emperyalistler arası rekabet, ABD’nin hegomonyası altında belirli kurallara bağlanıyor böylece rekabetin bir dünya savaşına dönüşmesinin önüne engel çekiliyordu.
Diğer yandan kontrollü bir mali genişleme ve hükümet müdahalesine dayalı bir strateji ile aşırı üretim krizlerinden kaçınılmaya çalışılıyor, talep yaratılıyordu.
Emperyalist ülkelerin kendi içinde oluşan emek muhalefetine çeitli avantajlar sağlanarak, emek hareketi karşısında oluşan gerileme ile belirli uzalaşmalara gidiliyordu. Sendikalara kararlarda söz hakkı, işsizlere işsizlik yardımı, tam isdihtam hedefi, barınmanın hak olduğunun kabulü, belirli noktalarda planlı bir ekonomi, eğitim ve sağlık hakkının tanınarak ücretsiz kılınması, ulaşım, haberleşme vb. hakların tanınması vb.
Bu hakların tanınmasının bir nedeni de Sosyalist ülkelerin yarattığı çekim merkezi özelliğinin aşındırılmak istenmesiydi.
Aynı zamanda sömürge ülkelere yeni-sömürgecilk ilişkileri çerçevesinde borçlar verilerek, ithal ikame sistemi çerçevesinde yatırımlar yapılarak sistem içinde kalmalarını sağlıyordu. Bu sitemde kalkınmacılık da tanınıyordu. Siyasi bağımsızlık ancak eonomik bağımlılık ilişkileri ile emperyalist sistem yeniden tanımlanıyordu.
Tüm bu politikların araçları ise emperyalist sistemin tartışmasız patronu ABD kontrolündeki hükümetler ve Breton Woods üçlüsü idi. (IMF, DB, GATTS)

Ancak 1970’lerle birlikte bazı eğilimler güçlenmeye başladı.
2. Paylaşım Savaşı sonrası oluşan genel büyüme durdu ve yerini genel bir durgunluk almaya başladı.
ABD’nin egemenliğinin ekonomik ve teknolojik ayakları eridi. (Almanya ve Japonya gibi yeni rakipler çıkmaya başladı)
ABD bu durumu telafi etmek için askerileştirilmiş bir mali egemenlik stratejisi uygulamaya başladı. Bu strateji aynı zamanda Neo-liberal 4. bunalım döneminin de temellerini attı. Daha önce teknolojik ve ekonomik egemenliğe dayanan sistem artık mali ve askeri egemenliğe göre kurgulanmaya başladı. ABD 1974 yılında sermey hesapları üzerindeki denetimi tek taraflı olarak kaldırdı. Böylece mali serbestleştirmeye gittiğini ilan etti. Bu duruma Wasihgton Konsensüsü deiliyor. Washington konsensüsü Bretton Woods gibi bir anlaşma değil tek taraflı bir karardır. Bu konsenüs ile ABD’de Regan, İngilterede Thatcher hükümetleri kuralsızlaştırma (emek ile ilgili her türlü kuralın kaldırılması), özelleştirme ve serbestleştirme (mali hesaların denetim dışı tutulması) siyasetini uygulamaya başladı. Bu siyaset IMF ve DB gözetiminde tüm dünyaya yayıldı.
Bunun sonucu olarak spekülasyon, ilkel birikimcilik ve azami-vahşi emek sömürüsü başat hale geldi.

Böylece sistem hızla karakter değiştirmeye başladı. Bu durumun bu kadar açıklıkla uygulanabilmesşnin iki teme nedeni ise :
Sosyalist ülke örneklerinin ortadan kalkmış olması
Sömürge ülkelerde yaşanan devrimci dalgalanmanın sona ermiş olması

4. Bunalım Dönemi
Neo-liberal 4. Bunalım Dönemine damgasını vuran en önemli özelliklerden birisi, sistemin sosyalizm ve ulusal kurtuluş savaşları karşsıında denge kurmak için kullandığı ekonomik, siyasive ideolojik araçları terk ederek, çıplak emperyalist-kapitalist siyasete geri dönmesi olmuştur.
Neo-liberalizmin genel özellikleri:
Devlet harcamalarında mali disiplin (maaşlarda düşüşler vb.)
Eğitim, sağlık ve altyapıya yönelik kamusal hrcamaların kısılması
Zenginlerin vergi yükünün hafifletilmesi
Faizlerin serbest bırakılması
Döviz urunun serbest bırakılması
Ticari serbestleştirme
Doğrudan ybancı yatırım girişlerinin serbestleştirilmesi
Özelleştirme
Piyasaya giriş ve çıkışların kuralsızlaştırlması
Kamulaştırmalara karşı ermayenin mülkiyet haklarının güvenceye alınması

Bu politikaların yıkıcı sonuçları ve karşısında oluşan devrimci imkanlar ise şöyle sıralanabilir:

Mali serbestleştirme ve kuralsızlaştırma sonucu spekülatif sermaye hızla arttı. Durgunluk derinleşti.
Durdunluğun derinleşmesi ve mali spekülatif köpüğün büyümesi nedeniyle sistem sürekli savaş ve açık işgallere başvurmak durumunda kaldı. Militarist siyaset tırmandrıldı ve askeri harcamlar arttırıldı.
Mülksüzleştirme ve emek sömürüsü sonucunda dünya tarihinin en büyük işçileştirme süreci yaşanmaya başladı. 1990-2000 yılları arasında 10 yıl gibi kısa bir sürede dünya işçi nüfusu, ağırlıkla yeni-sömürgelerde olmak üzere, iki kat arttı. Kendilerine çalışan zanaatkarlar, küçük ve orta köylüler, seyyar satıcılar, serbest meslek sahipleri (taşeron, fason, sözleşmeli çiftçilik vb. esnek üretim istemleri içinde) işçileştirildi. Kamu hizmetlerinin piyasalaşması sonucu eskiden “hizmet karşılığı gelir” elde ettiği için küçük burjuvazi sayılan devlet memurları artık değer ve artık-değer üretmeye başladıklarından proleterleştiler. Bunun yanında büyük bir kısım işçi de daha aşağılara itilerek kent yoksullarına dahil oldu. Artık Nüfus haline geldi. İşsizler kitlesi büyüdü. Bunun üzerine sendikal hareket de büyük bir kriz yaşamaya başladı. İşçi sınıfımnın niteliği, kapsamı hatta alanı değişti eski sendikal yöntemler ile hareket etmek imkansız hale geldi. Yeni İşçi sınıf ortaya çıktı.
Burjuvazi ile proleterya arasında politik alanda 19. yy dan itibaren adım adım oluşmuş olan güç dengesi bozuldu. Çünkü artık geleneksel işçi sınıfının dışında, onun nüfuz edemediği örgütsüz, deneyimsiz ve bilinçsiz büyük bir işçi kitlesi ortaya çıktı. Burjuvazi bu durumda avantaj sağladı. Bu avantaşı refah devleti uygulamalrını tasfiye ederek kullandı. Yeni işçi kitlesi tüm toplumsal ihtiyaçlarını piyasaya bağımlı olarak gidermek zorunda kaldı.
Kalkınmacılık politikaları terkedildi. Neo-liberal yeni sömörügecilik siyaseti gündeme yerlerşti. İthal ikamesine ve ihracata dayalı sömürge ekonomileri tekrar biçimlendirildi. Deregülasyon ve reregülasyon politikaları ile sermayenin leyhine emeğin aleyhne uygulamalar başladı.
Sistem içi bölgecilik oluşmaya başladı. ABD, AB, Japonya-Çin, ve geriden de gelse Rusya merkezli rakip ticaret ve yatırım blokları oluşmaya başladı.

Bu durumu üç ana başlık altında toplarsak:
ABD emperyalizminin egemenlik krizi
İşçi aristokrasisinin krizi
Yeni sömürgecilik sisteminin krizi

Kıbrıs’ta Atılabilecek ilk Adım:
Neo-liberal sistemin uygulamaları bizim ülkemizde de kendini gösteriyor.
Bu çerçevede yaygın bir ideolojik mücadele yürütülmeli. Oluşmakta olan yeni-işçi kitlesi örgütlenmeli.
Hak mücadeleleri yaygınlaştırılmalı ve temel kamusal haklara karşı saldırının karşısına dikilinmeli. (eğitim, sağlık, ulaşım, barınma, barış hakkı, temiz hava, çevre hakkı, işgale direnme hakkı, iletişim hakkı, enerji hakkı, su hakkı, kültür hakkı)
Bu çerçevede hem bir bilinçli kadro kuşağı ytişebilir hem de bu hakların talep edilmesi ile yeni-işçi sınıfına ulaşılabilir. Aynı zamanda bu haklara saldıran neo-liberal empryalizm teşhir edilerek anti-emperyalist bir bilinç yaratılabilir. HAK MÜCADELELERİ ANA HALKADIR.
Anti-emperyalist temelde bir mücadele yürütülerek (güney Kıbrıs’taki neo-libralizm karşıtı güçlerle dayanışmalı)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder