Bugün
eğitim, sağlık, enerji, su, ulaşım, barınma gibi her türlü temel kamusal
hizmet yoksulların, halkın zararına ama
bir avuç sömürücü, zengin kişinin yararına olmak üzere yeniden düzenleniyor.
Halkın bu en temel haklarına neo-liberal ekonomik doktrin gereği el konuluyor.
Peki bu neo-liberalizm nedir ve neden bu haklarımızın olmaması gerektiğini
öğütler? Günümüzde sıkça karşılaştığımız neo-liberalizm terimi, özünde
liberalizmden türetilmiş bir kelimedir.
-
Liberalizm Nedir?
Liberalizm
bir ekonomik doktrindir. Klasik İktisat diye de bilinir. David Ricardo ve Adam
Smith klasik iktisadın en temel teorisyenleridirler.
En
çok bilinen sloganı ile “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler”
Yaygınlık
kazandığı tarihler İngiltere’de Sanayi Devrimi’ne denk gelir.
En
genel tanımı ile liberalizm, devletin ekonomiye müdahale etmediği hatta ortada
bir devletin dahi olmadığı bir toplum varsayar. Bu toplumda özel grişimcilerin
hepsi aşağı yukarı birbirine denk güçlerde olacak, her satıcı aynı zamanda bir
alıcı olacak ve bu özgür alışveriş ortamında piyasa her türlü sorunu
çözecektir.
Liberal
öğreti birbirine denk güçlerdeki özgür üreticilerin, tüketiciler ile buluştuğu
piyasa ortamında kar’ın temel ilke olduğunu kabul eder. Ancak rekabet sonucu tüketicilerin
istediği üreticiyi seçebileceğini, böylece üreticilerin fiyatları düşürmek ve
kaliteyi arttırmak konusunda yarışmak zorunda kalacağını söyler. Bu yarış
sonucunda da fiyatlar ve kalite dengeye gelirken piyasa verili durumun en
mükemmel noktasına varacaktır.
“Piyasanın
Görünmeye Eller” ile düzenleneceği iddiası Adam Smith’in iddiasıdır. Buna göre
piyasanın düzenlenmesi için devletin müdahalesine gerek yoktur. Hatta
üreticilerin reklam yapması bile doğru değildir. Çünkü liberalizm, her bireyin
kendisi için en iyinin ne olduğunu zaten bildiğini bu sebeple reklam’ın
bireyleri yanıltarak piyasanın adil işleyişine zarar verdiğini savunur.
Liberalizme
göre tekeller, şirket birleşmeleri, sendikalar, grevler olmamalıdır. Çünkü
bunlar piyasada gücü diğerlerinden fazla özneler yaratır ve piyasanın dengeli
işleyişini olumsuz etkiler.
Ancak
Adam Smith ve David Ricardo’nun savunduğu anlamda bir liberalizm hayal dünyası
dışında gerçek hayatta hiçbir zaman uygulanmamıştır. Çünkü kapitalizm daha
doğuşundan itibaren açık şiddete ve devlet egemenliğinin gücüne yaslanarak
ortaya çıkmıştır.
Liberalizmin
savunduğu bir diğer nokta ise her arzın kendi talebini doğuracağı bu sebeple de
işin talep yönünü düşünmeye gerek olmadığıdır. Buna göre her malın bir alıcısı
bulunacaktır. Piyasada olan malin miktarı ve o mala olan talep de fiyatı
belirleyecektir. Böylece kapitalistler talep olmayan bir malı üretmeyecek,
fazla üretilen malın fiyatı düşecek, az üretilen mal ise değerlenecektir. Ayrıca
işgücü, çalışan inanlar da işverenler açısından bir talep unsurudurlar. Bu
sebeple dengeye gelen piysa herkese iş olanağı da yaratacaktır. Bir miktar
işsizlik de normaldir. Ancak ücretlerin yükselmesi veya işgücünün kalitesi gibi
konular da piayasanın görünmeyen ellerine bırakılmalı, sendikalaşma gibi işgücü
piyasasında tekel oluşturacak uygulmalardan kaçınılmalıdır. Ancak 1929 büyük
bunalımı ile bu varsayımın yanlışlığı da ortaya çıkmıştır.
1929’da
kapitalist dünya o tarihe kadar karşılaştığı en büyük üretim fazlası nedeniyle
büyük bir krize girmiştir. Aşırı Üretim krizleri denilen krizler kapitalizmin
en sık karşılaştığı krizlerdir. Ancak 1929’da yaşana tam bir yıkımdır. İşsizlik
muazzam boyutlara çıkmış, işsiz insanlar alışveriş yapamamış, üretilen mallar
alıcı bulmamış, bunun üzerine her türlü yatırım düşmüş, ücretler azalmış,
birçok insan işten durdurulmuş ve işsizler kitlesine yenileri eklenmiştir.
Sonuçta bu aşağıya doğru muazzam bir gerileme demektir.
-
Keynesyen Yaklaşım
Bunun
üzerine ekonomiye devletin müdahale etmesi gerektiği, aşırı üretim sonucu
satılamayan malların devlet tarafından satın alınarak talep yaratırılmasının
piyasa için de iyi olacağı şeklinde bir yaklaşım 1930’lu yıllardan itibaren
ortaya çıkmaya başladı. Keynes isimli bir ekonomist tarafından ortaya atılan bu
yaklaşım kısaca şöyleydi:
Keynes,
ekonomi pompasını çalıştırmak için hükümetlere aktif müdahale öneriyordu. Büyüme
olasılığının düşük olduğu bir ortamda, işletme sahipleri ve zengin yatırımcılar
kesenin ağzını açmazlardı. Ekonomi başaşağı giderken adım atmak hükümetlere
düşüyordu. Hükümetler eğitim, sağlık, iş eğitimi, yollar, barajlar, tramvaylar
ve demiryolları gibi kamu mal ve hizmetlerine yatırım yapmalı, işsizlere derhal
doğrudan mali desyek sağlamalıydı.
Keynes,
politikacılara, ekonomik büyümeyi başlatacak fiskeyi vurmak için hükümetin
borçlanması gerekse bile endişelenmemelerini salık veriyordu. Bunu yapmya
değerdi. Hükümetler ekonomiyi doğrudan uyararak talebi yeniden canlandırabilir
ve girdabın yönünün tersine dönmesine yardımcı olabilirlerdi. İşletmeler kısa
bir süre sonra artan talebi karşılamak için üretimi arttıraca yatırımlara
başlayabilirlerdi. Bu da cebinde daha fazla parası olan daha çok çalışan insan
demekti. İsdihtam arttıkça vergi gelirleri de artar ve nihayet hükümet artan
vergi gelirleriyle borcunu ödeyebilirdi.
Peki
Liberalizm veya Keynesçilik bu iken, bu politikların birinden birinin
uygulanması edilmesi gerçekten de sadece bir tercihten mi ibarettir?
Yani
1930’lara kadar uygulanan liberalizmden, keynesçiliğe geçiş ve şimdi de
keynesçilikten neo-liberalizme (yeni-liberalizme) geçiş sadece hükümetlerin
veya küresel karar vericilerin tercihleri ile açıklanabilir mi?
Bizim
bu soruya cevabımız HAYIR’dır.
Liberalizm,
kapitalist ekonomik sistemin büyük bir genişleme döneminde ortaya çıkmıştır. Bu
dönem öyle bir dönemdir ki bir yanda sanayi devrimi sonucunda gücüne güç katan,
kendine güveni sonsuz gelişmiş kapitalist ülkeler, diğer yanda ise hindistan,
çin gibi dış dünyaya kapalı, ama çok geniş bir iç pazara sahip pre-kapitalist
ülkeler vardır. İşte liberalizm savunucusu ülkeler kendi kapitalistlerini savaş
gemileri ve orduları ile destekler ve yeni ülkelerin pazarlarını kapitalistleri
için açarken hedef ülkelerin hükümetlerine de liberalizm masalları
okumaktaydılar. Diğer yandan kendi çalışan emekçilerinin yoksulluğu da onlar
için normal idi. Aynı dönemde ortaya çıkan maltusçuluk teorileri ile doğada her
zaman nüfusun besinden daha çok arttığını fazla nüfusun da ölmeye mahkum
olduğunu savunuyorlardı. Buna göre işsizlerin, yoksulların, evsizlerin durumu
doğa yasalarının gereği idi. Aynı teori savunucuları yoksullara yardım etmenin
doğa yasalarına aykırı ve saçma bir müsriflik olacağını, yoksulların belli
bölgelere toplanarak ölmelerine yardım edilmesi gerektiğini savunuyorlardı.
Peki
ne oldu da, yoksulları fazla nüfus olarak gören bu kapitalist doktrinin yerini
birden bire işsizlere işsizlik parası ödemeyi, devletin yeni iş sahaları
açmasını, ücretsiz eğitim, sağlık, barınma, enerji gibi sağlamasını savunan bir
anlayış aldı?
Kapitalist
ekonomi ortaya çıktıktan sonra gerek kendi iç deviniminin gerekse de kapitalizm
dışı (emekçi sınıflar ve dünya halkları) etmenlerin etkisi ile çeşitli
aşamalardan geçmiştir. İşte her aşamanın kendine özgü yapısı gereği ortaya
çıkan yapısal yaklaşımları vardır. Liberalizm, kapitalizmin emperyalist
aşamasına geçişte temel yaklaşımı idi. Ancak 1930’da gündeme gelen büyük
bunalım ve hemen ardından ortaya çıkan paylaşım savaşı ile birlikte tü koşullar
değişirken, emperyalizm de yeni bir aşamaya giriyordu.
-
Bu aşamada bunalım ve savaş sonucu yıkılmış ekonomi devletin katkısına ihtiyaç
duyuyordu.
-
İkinci paylaşım savaşı sırasında faşizme karaşı direnen ve güçlenen emek
güçleri kontrol altına alınmalıydı.
-
Ve SSCB’nin yarattığı örnek ile rekabet edilmeliydi.
İşte
keynesçi yaklaşımın bir politik tercih değil, yapısal bir ihtiyaç olmasının
nedenleri bunlardır.
Keynesçi
uygulamalardan neo-liberal uygulamalara geçiş ve neo-liberalizmin karakteristik
özelliklerine başlamadan önce, dönemsel kavramsallaştırma ve bunalım dönemleri medodolojisi
ile ilgili genel bir bilgi vermek aydınlatıcı olacaktır.
Dönemsel
Kavramsallaştırma ve Emperyalizmin Bunalım Dönemleri
Dönemsel
kavramsallaştırmada ortaya konan dönemler basit tarihsel şemalar değildir. Her
bir dönem, sistemin içinden geçtiği somut süreçleri ve bu süreç içinde biriken
maddi güçler arasındaki mücadeleyi anlamakta yardımcı olur. Her dönemde farklı
siyasi sorunlar gündeme yerleşir. Her lkede de bu siyasi sorunlar farklı
şekillerde ortaya çıkar. Bu yüzden her ülkede farklı bir taktiki yaklaşım
uygulanırken genel strateji tüm ülkeler için aynıdır.
İlkel
komünal toplum veya insanın doğada dayanışma üzerine oluşturmak zorunda kaldığı
ilksel birliktelikler ortadan kalktıktan sonra
gelen sistemlerin tümüne birden sınıflı toplumlar diyoruz. Burada tüm
sınıflı toplumlar özünde sınıf egemenliğine dayalı oldukları halde çeşitli
dönemlerde dünyada farklı sınıflı toplum tiplerinin egemen olduğunu kabul
ediyoruz. Bunu niye yapıyoruz? Çünkü özünde feodalizm de kapitalizm de,
kölecilik de sınıf egemenliğine dyaanmakla birlikte bunların her birinde ortaya
çıkan çatışan maddi güçler, istemin ekonomik işleyişi vb. herşey farklıdır. Bu
farklılıkları anlamak ve bu farklılıklara göre mücadele etmek zorunda
olduğumuzdan her bir dönemin genel karakteristğini ayırtedemiz gerekiyor.
Tıpkı
bunun gibi kapitalizm de kendi içinde çeşitli aşamalarda geçmiştir. Ve hemen
hemen bütün sol içinde kabul edildiği gibi de 1870-1880 arihlerinden sonra da
kaitalizm emperyalist aşamaya ulaşmıştır.
Kapitalizm
emperyalist aşamasaında olduğu halde gene de kaitalizmdir. Tıpkı kapitalizmin
aynı zamanda bir sınıflı toplum olması gibi.
Emperyalizm
de kendi içinde bunalım dönemlerine ayrılabilir. Kısaca ifade etmek gerekirse
Bunalım Dönemleri şu şekildedir:
“i)
emperyalizmin doğuşu (1870) ile I. Dünya Savaşı (1914) ve Ekim Devrimi (1917)
arasındaki I. Bunalım Dönemi
ii)
I. Dünya Savaşı sonrasından başlayarak, II. Dünya Savaşı, Yalta Konferansı
(1945) ve faşizmin yıkılışına kadar uzanan II. Bunalım Dönemi
iii)
Bretton Woods anlaşması (1944), Soğuk Savaş (1946) ve Çin Devrimi’nden (1949)
başlayarak 1973 Dünya Ekonomik Bunalımı ve SSCB’nin yıkılmasına (1990) kadar
uzanan III. Bunalım Dönemi
iv)
Washington Konsensüsü (1982) ve I. Körfez Savaşı’ndan (1991) başlayıp günümüzde
de sürmekte olan IV. Bunalım Dönemi (183)”
Bu
bunalım dönemlerinin her biri farklı bir kriz ile damgalanmış, söz konusu
krizlere yönelik devrimci hareketlerin
getirdiği programlar ve emperyalist sistemin geliştirdiği politikalar
arasındaki mücadelelere sahne olmuştur. I. Bunalım Dönemi’nin eski tip
çokuluslu devletlerin veya imparatorlukların krizine sahne olması üzerine dünya
devrimci hareketi, Demokratik Devrim programını geliştirirken; tekelci sermeye
de imparatorlukların parçalanarak yarı-sömürgelere dönüştürülmesi politikasını
yürürlüğe koymuştur. II. Bunalım Dönemi’nin Avrupa siyasi demokrasisinin
krizine sahne olması üzerine dünya devrimci hareketi halk cephesi programını
geliştirirken; tekelci sermaye de klasik faşizm politikasını yürürlüğe
koymuştur. III. Bunalım Dönemi’nin klasik sömürgecilik sisteminin krizine sahne
olması üzerine dünya devrimci hareketi ulusal kurtuluş mücadelelerini
yükseltirken; tekelci sermaye de klasik sömürgecilikten yeni-sömürgeciliğe
geçiş programlarını yürürlüğe koymuştur.
İşte
konumuz açısından yaklaştığımızda Liberalizm (1. ve 2. Bunalım dönemlerinin,
Keynesçilik ise 3. Bunalım döneminin yansımasıdır)
Birazdan
bahsedeceğimiz NEO-LİBERALİZM ise 4. Bunalım Döneminin karakteristiğidir.
Emperyalizmin
Neo-Liberal Dördüncü Bunalım Dönemi
Emperyalist
dünya sistemi, 1970’lerin ilk yarısında patlak veren dünya ekonomik krizi ile
başlayıp, sosyalit istemin ortadan kalktığı 1990’lı yıllarda tamamlanan bir
geçiş süreci ile yeni bir bunalım dönemine Neo-libral 4. bunalım dönemine
girdi. Bu bunalım dönemi ancak 3. bunalım dönemi ile tarihsel sürekliliği
içinde kavranabilir.
- 3. Bunalım döneminin sonu
Biraz
önce konuştuğumuz gibi 3. Bunalım dönemi, Liberal politikaların yarattığı
yıkım, 1929 büyük bunalımı, dünya savaşları, sosyalist devrimler ve bağımsızlık
mücadelelerinin yarattığı basınç ile gündeme gelmiş ve emperyalist sisteme
keynesyen yaklaşım hakim olmuştur.
Bu
dönee 1944 tarihli Bretton Woods anlaşması ve bu anlaşma ile kurulan 3 temel
araç damgasını vurur.
IMF,
Dünya Bankası ve Ticaret ve Tarifeler Genel Anlaşması (GATT’s)
Bu
üç araç yardımı ile emperyalistler arası rekabet, ABD’nin hegomonyası altında
belirli kurallara bağlanıyor böylece rekabetin bir dünya savaşına dönüşmesinin
önüne engel çekiliyordu.
Diğer
yandan kontrollü bir mali genişleme ve hükümet müdahalesine dayalı bir strateji
ile aşırı üretim krizlerinden kaçınılmaya çalışılıyor, talep yaratılıyordu.
Emperyalist
ülkelerin kendi içinde oluşan emek muhalefetine çeitli avantajlar sağlanarak,
emek hareketi karşısında oluşan gerileme ile belirli uzalaşmalara gidiliyordu.
Sendikalara kararlarda söz hakkı, işsizlere işsizlik yardımı, tam isdihtam
hedefi, barınmanın hak olduğunun kabulü, belirli noktalarda planlı bir ekonomi,
eğitim ve sağlık hakkının tanınarak ücretsiz kılınması, ulaşım, haberleşme vb.
hakların tanınması vb.
Bu
hakların tanınmasının bir nedeni de Sosyalist ülkelerin yarattığı çekim merkezi
özelliğinin aşındırılmak istenmesiydi.
Aynı
zamanda sömürge ülkelere yeni-sömürgecilk ilişkileri çerçevesinde borçlar
verilerek, ithal ikame sistemi çerçevesinde yatırımlar yapılarak sistem içinde
kalmalarını sağlıyordu. Bu sitemde kalkınmacılık da tanınıyordu. Siyasi
bağımsızlık ancak eonomik bağımlılık ilişkileri ile emperyalist sistem yeniden
tanımlanıyordu.
Tüm
bu politikların araçları ise emperyalist sistemin tartışmasız patronu ABD
kontrolündeki hükümetler ve Breton Woods üçlüsü idi. (IMF, DB, GATTS)
Ancak
1970’lerle birlikte bazı eğilimler güçlenmeye başladı.
2.
Paylaşım Savaşı sonrası oluşan genel büyüme durdu ve yerini genel bir durgunluk
almaya başladı.
ABD’nin
egemenliğinin ekonomik ve teknolojik ayakları eridi. (Almanya ve Japonya gibi
yeni rakipler çıkmaya başladı)
ABD
bu durumu telafi etmek için askerileştirilmiş bir mali egemenlik stratejisi
uygulamaya başladı. Bu strateji aynı zamanda Neo-liberal 4. bunalım döneminin
de temellerini attı. Daha önce teknolojik ve ekonomik egemenliğe dayanan sistem
artık mali ve askeri egemenliğe göre kurgulanmaya başladı. ABD 1974 yılında
sermey hesapları üzerindeki denetimi tek taraflı olarak kaldırdı. Böylece mali
serbestleştirmeye gittiğini ilan etti. Bu duruma Wasihgton Konsensüsü deiliyor.
Washington konsensüsü Bretton Woods gibi bir anlaşma değil tek taraflı bir
karardır. Bu konsenüs ile ABD’de Regan, İngilterede Thatcher hükümetleri kuralsızlaştırma
(emek ile ilgili her türlü kuralın kaldırılması), özelleştirme ve
serbestleştirme (mali hesaların denetim dışı tutulması) siyasetini uygulamaya
başladı. Bu siyaset IMF ve DB gözetiminde tüm dünyaya yayıldı.
Bunun
sonucu olarak spekülasyon, ilkel birikimcilik ve azami-vahşi emek sömürüsü
başat hale geldi.
Böylece
sistem hızla karakter değiştirmeye başladı. Bu durumun bu kadar açıklıkla
uygulanabilmesşnin iki teme nedeni ise :
Sosyalist
ülke örneklerinin ortadan kalkmış olması
Sömürge
ülkelerde yaşanan devrimci dalgalanmanın sona ermiş olması
4.
Bunalım Dönemi
Neo-liberal
4. Bunalım Dönemine damgasını vuran en önemli özelliklerden birisi, sistemin
sosyalizm ve ulusal kurtuluş savaşları karşsıında denge kurmak için kullandığı
ekonomik, siyasive ideolojik araçları terk ederek, çıplak
emperyalist-kapitalist siyasete geri dönmesi olmuştur.
Neo-liberalizmin
genel özellikleri:
Devlet
harcamalarında mali disiplin (maaşlarda düşüşler vb.)
Eğitim,
sağlık ve altyapıya yönelik kamusal hrcamaların kısılması
Zenginlerin
vergi yükünün hafifletilmesi
Faizlerin
serbest bırakılması
Döviz
urunun serbest bırakılması
Ticari
serbestleştirme
Doğrudan
ybancı yatırım girişlerinin serbestleştirilmesi
Özelleştirme
Piyasaya
giriş ve çıkışların kuralsızlaştırlması
Kamulaştırmalara
karşı ermayenin mülkiyet haklarının güvenceye alınması
Bu
politikaların yıkıcı sonuçları ve karşısında oluşan devrimci imkanlar ise şöyle
sıralanabilir:
Mali
serbestleştirme ve kuralsızlaştırma sonucu spekülatif sermaye hızla arttı.
Durgunluk derinleşti.
Durdunluğun
derinleşmesi ve mali spekülatif köpüğün büyümesi nedeniyle sistem sürekli savaş
ve açık işgallere başvurmak durumunda kaldı. Militarist siyaset tırmandrıldı ve
askeri harcamlar arttırıldı.
Mülksüzleştirme
ve emek sömürüsü sonucunda dünya tarihinin en büyük işçileştirme süreci
yaşanmaya başladı. 1990-2000 yılları arasında 10 yıl gibi kısa bir sürede dünya
işçi nüfusu, ağırlıkla yeni-sömürgelerde olmak üzere, iki kat arttı.
Kendilerine çalışan zanaatkarlar, küçük ve orta köylüler, seyyar satıcılar,
serbest meslek sahipleri (taşeron, fason, sözleşmeli çiftçilik vb. esnek üretim
istemleri içinde) işçileştirildi. Kamu hizmetlerinin piyasalaşması sonucu
eskiden “hizmet karşılığı gelir” elde ettiği için küçük burjuvazi sayılan
devlet memurları artık değer ve artık-değer üretmeye başladıklarından
proleterleştiler. Bunun yanında büyük bir kısım işçi de daha aşağılara itilerek
kent yoksullarına dahil oldu. Artık Nüfus haline geldi. İşsizler kitlesi
büyüdü. Bunun üzerine sendikal hareket de büyük bir kriz yaşamaya başladı. İşçi
sınıfımnın niteliği, kapsamı hatta alanı değişti eski sendikal yöntemler ile
hareket etmek imkansız hale geldi. Yeni İşçi sınıf ortaya çıktı.
Burjuvazi
ile proleterya arasında politik alanda 19. yy dan itibaren adım adım oluşmuş
olan güç dengesi bozuldu. Çünkü artık geleneksel işçi sınıfının dışında, onun
nüfuz edemediği örgütsüz, deneyimsiz ve bilinçsiz büyük bir işçi kitlesi ortaya
çıktı. Burjuvazi bu durumda avantaj sağladı. Bu avantaşı refah devleti
uygulamalrını tasfiye ederek kullandı. Yeni işçi kitlesi tüm toplumsal
ihtiyaçlarını piyasaya bağımlı olarak gidermek zorunda kaldı.
Kalkınmacılık
politikaları terkedildi. Neo-liberal yeni sömörügecilik siyaseti gündeme
yerlerşti. İthal ikamesine ve ihracata dayalı sömürge ekonomileri tekrar
biçimlendirildi. Deregülasyon ve reregülasyon politikaları ile sermayenin
leyhine emeğin aleyhne uygulamalar başladı.
Sistem
içi bölgecilik oluşmaya başladı. ABD, AB, Japonya-Çin, ve geriden de gelse
Rusya merkezli rakip ticaret ve yatırım blokları oluşmaya başladı.
Bu
durumu üç ana başlık altında toplarsak:
ABD
emperyalizminin egemenlik krizi
İşçi
aristokrasisinin krizi
Yeni
sömürgecilik sisteminin krizi
Kıbrıs’ta
Atılabilecek ilk Adım:
Neo-liberal
sistemin uygulamaları bizim ülkemizde de kendini gösteriyor.
Bu
çerçevede yaygın bir ideolojik mücadele yürütülmeli. Oluşmakta olan yeni-işçi
kitlesi örgütlenmeli.
Hak
mücadeleleri yaygınlaştırılmalı ve temel kamusal haklara karşı saldırının
karşısına dikilinmeli. (eğitim, sağlık, ulaşım, barınma, barış hakkı, temiz
hava, çevre hakkı, işgale direnme hakkı, iletişim hakkı, enerji hakkı, su
hakkı, kültür hakkı)
Bu
çerçevede hem bir bilinçli kadro kuşağı ytişebilir hem de bu hakların talep
edilmesi ile yeni-işçi sınıfına ulaşılabilir. Aynı zamanda bu haklara saldıran
neo-liberal empryalizm teşhir edilerek anti-emperyalist bir bilinç
yaratılabilir. HAK MÜCADELELERİ ANA HALKADIR.
Anti-emperyalist
temelde bir mücadele yürütülerek (güney Kıbrıs’taki neo-libralizm karşıtı güçlerle
dayanışmalı)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder