19
Nisan erken genel seçimleri, hem propaganda dönemi boyunca yaşananlar hem de
seçim sonuçları nedeniyle yeni olguların ortaya çıkmasına neden oldu. Bu
olguların değerlendirilmesi kapsamlı bir çabanın ürünü olabilir. Bu yazı sadece
böylesi bir çabanın başlangıcı olarak anlaşılmalıdır.
Seçimlere
doğru ilerleyen süreçte hükümetin büyük ortağı CTP’nin ciddi bir oy kaybına
uğrayacağı, üstelik ana muhalefet partisi UBP’nin birinci parti olarak
sandıktan çıkacağı aşağı yukarı belli olmuştu.
Ancak anketlere rağmen biz dahil birçok kişinin CTP’nin %30’un altına düşebileceğini veya UBP’nin tek başına iktidar olabilecek kadar milletvekili çıkaracağını öngöremediğini belirtmek gerek. Baraka olarak bizim tahminlerimiz birinci partisi UBP olan bir UBP-CTP koalisyonunun kurulacağı yönündeydi. Yanlış anlamaya meraklı olanlar için açıklayalım; UBP-CTP koalisyonu bizim arzumuz değil tahminimiz idi. Çünkü CTP ile AKP’nin politkaları her alanda uyuştuğu gibi UBP’nin hükümete alınması da TC açısından pek istenir olmasa da şart olmuştu. Nitekim seçim sonuçlarından sonra TC’deki hükümetin de bu yönde arzulara sahip olduğunu gösteren bir çok veri birikti. Ancak UBP’nin tek başına hükümet olacak kadar milletvekili çıkarması bu durumu mümkün kılmadı.
Ancak anketlere rağmen biz dahil birçok kişinin CTP’nin %30’un altına düşebileceğini veya UBP’nin tek başına iktidar olabilecek kadar milletvekili çıkaracağını öngöremediğini belirtmek gerek. Baraka olarak bizim tahminlerimiz birinci partisi UBP olan bir UBP-CTP koalisyonunun kurulacağı yönündeydi. Yanlış anlamaya meraklı olanlar için açıklayalım; UBP-CTP koalisyonu bizim arzumuz değil tahminimiz idi. Çünkü CTP ile AKP’nin politkaları her alanda uyuştuğu gibi UBP’nin hükümete alınması da TC açısından pek istenir olmasa da şart olmuştu. Nitekim seçim sonuçlarından sonra TC’deki hükümetin de bu yönde arzulara sahip olduğunu gösteren bir çok veri birikti. Ancak UBP’nin tek başına hükümet olacak kadar milletvekili çıkarması bu durumu mümkün kılmadı.
Kıbrıs’ta
TC’nin Her İstediği Olur Mu?
Yukardaki
başlığı daha farklı noktalara vurgu yapan çeşitli şekillerde çoğaltabiliriz:
- Neden
UBP’nin tek başına iktidarını öngöremedik?
- CTP
nasıl oldu da TC tarafından tercih edildiği halde bu kadar oy kaybetti?
- UBP
nasıl oldu da TC tarafından tercih edilmediği halde bu kadar oy kazandı?
Bizim
Baraka olarak seçimler sonucunda oluşacak hükümeti (dolayısıyla CTP’nin oy
kaybının ve UBP’nin oy kazancının derecesini) tahmin edemememiz ağırlıklı
olarak iki nedenden kaynaklanmaktadır:
1-
Kıbrıs’ın kuzeyinde bulunan TC hegomonyası ve seçimlerde TC’nin her istediğinin
oldurulduğuna dair yaratılan efsaneyi hiçbir zaman benimsemesek de; kısmen
bunun etkisinde kalmamız.
2-
2001 yılından itibaren ortaya çıkan eylemlilikler süreci ve Annan Planı
referandumunda Kıbrıslı Türk halkı ile cepheden karşı karşıya gelen UBP’nin bu
kadar çabuk “affedilebileceğini” öngöremememiz.
Ancak
seçim sonuçları biri olumlu biri de olumsuz iki net sonucu ile bizi yanlış
çıkardı. Bunlardan olumlu olanı seçimler ve sandık gibi devrimci
siyasetin hiçbir beklentisi olmayan, egemenler tarafından manipüle edilmeye en
açık ve halkın bilincinin en bulanık olduğu alanlarda dahi TC’nin
hegomonyasının mutlak olmadığıdır. Olumsuz olanı ise halkımızın
UBP gibi faşist bir parti tarafından kendisine yöneltilen her türlü baskı ve
aşağılanmaları altı yıl gibi kısa bir sürede unutabildiği, ya dar maddi
çıkarlarının peşinde koşan kişilerce yönlendirildiği ya da intikam duygusu ile
hareket ederek birini götürmek için sırf güçlüdür diye ötekine oy verebilecek
bir eğilimde olduğudur. Elbette ki söz konusu olumsuzluk evrensel bir olgu değil,
devrimci bir siyasetin cesur, kararlı, ilkeli, sürekli, fiili ve meşru müdahalesinin
YOKLUĞUNDA ortaya çıkan tarihsel bir sonuçtur.
Buradan
devrimcilerin çıkarması gereken ders ise; TC’ye karşı mücadelenin her noktada
zemininin yaratılmasına müsait koşulların varlığıdır. Bunun yanında kararlılık
ve süreklilikle beslenen fiili ve meşru bir mücadelenin ülke siyasetinde var
olan önemli bir boşluğu hızla dolduracağı net olarak ortaya çıkmıştır.
Kabul
etmek gerekir ki AKP bürokratları ve TC Elçilik mensupları ÖRP ve CTP’nin
zaferi için yoğun bir mesai harcadılar. Bu olguyu inkar etmenin ve “aslında AKP
gizli gizli UBP’yi isterdi” gibi bir rasyonalizasyona yönelmenin anlamsız ve
çocukça bir izahat olacağı ortadadır. Elbette ki egemenler tercihlerini mutlak
yapmazlar, her yeni durumda çıkarlarını maksimize edebilecekleri alternatif planlara sahiptirler ve bu planlar
yoksa bile ortaya çıkan yeni duruma uyum sağlamakta tereddüt etmezler. Aksi
halde egemenlikleri sarsılır ve ortadan kalkar. Bu yüzden de AKP ile UBP’nin
kısa bir pazarlık sürecinden sonra hızla uyumlu hale geleceği öngörülebilir. Bu
UBP’nin de AKP’nin de hem ihtiyacı hem de zorunluluğudur. Bu zorunluluk gerçek
olduğunda, geriye dönük olarak “aslında AKP UBP’yi isterdi” söyleminin
üretilmesi çocukça bir inatçılıktan
öteye anlam ifade etmez. Hayır! Kıbrıslı Türk halkının büyük bir çoğunluğu
TC’nin açık tercihine rağmen UBP’ye oy vermiştir. Bu durum 19 Nisan
seçimlerinin açık mağlubunun TC olduğunu ancak galibin de Kıbrıslı Türk halkı
olmadığını göstermektedir. TC’nin bu seçimlerde mağlup olması günlük hayatımız
bakımından herhangi bir şey değiştirmeyecektir. Çünkü seçimlerin sonuçlarına
göre halkın günlük hayatının değişmesini beklemek seçimlere fazla anlam yüklemek
demektir.
Seçim
Sonrası CTP
19
Nisan gecesi sandıklar açılmaya başlar başlamaz CTP tabanında ciddi bir öfke
patlaması ortaya çıktı. CTP’nin %29’luk oy oranı tabanda yarattığı hayal
kırıklığı oranında bir öfke olarak yansımasını buldu. Ancak gene CTP içinden bu
öfkeyi örgütlemeye çalışanların varlığı da gözle görülür biçimde ortadaydı.
Bilindiği
gibi CTP’nin şubat ayında gerçekleşmesi gereken kurultayının tarihi seçimler
nedeniyle ertelenmişti. Bu kurultayda “yaşlılara” karşı “gençlerin” veya
“KÖGEF”çilere karşı “ÜTK”cıların; gerçeği söylemek gerekirse ortodokslara karşı
liberallerin bir aday göstereceği ise fısıltı gazetesi ile yayılıyordu. Her şeyi
ile seçime endeksli bir parti olan CTP’nin ortodoks üst yönetimi “kutsal”
seçimlerden önce böylesi bir kapışmanın “hayırlı” olmayacağına kanaat getirmiş,
liberaller de buna onay verince kurultay ertelenmişti. 19 Nisan gecesi ise yer
gök “istifa” diye inliyordu. Ferdi Sabit Soyer kararlı bir SBKP bürokratı
havasında istifasını vermemekte direndi. Ama CTP MYK’sı tabandan yükselen öfke
karşısında gerileyerek istifa edecekti. Hızla toplanan Parti Meclisi haziran
ayında kurultaya gidilmesine kurultaya kadar da eski MYK’nın görevde kalmasına
karar verdi. Bu gelişmelerin sonucunda CTP için için kaynayan bir kazana
dönerken zaman zaman kazandan taşan köpükler olsa da dışa dönük yırtıcı
tartışma bir nebze kontrol altına alınmış oldu.
Seçim
sonuçları ortaya çıktıktan sonra, taban ciddi bir hayal kırıklığı yaşarken CTP
üst düzey yöneticileri “biz bu sonucun çıkacağını biliyorduk” dediler. Oysa
anketler açıklandıkça “UBP anketleri bizi geriletmez aksine kararlılığımızı
arttırır” diye açıklama yapan, “bu anketler para ile alınmış yalan anketlerdir”
diyen ve sonuçlarla dalga geçerek “anketçilere şıkı şıkı yapalım” diyerek
kitelesini kandıran da aynı yöneticilerdi. Ortada açık açık yalan söylendiğinin
itirafı dururken, CTP kitlesinin herşeyi sorgularken bu yalanı sorgulamadığı,
parti çıkarları için bu gibi yalanları normal karşıladığı da ortaya
çıkmaktadır. Böylece CTP hükümeti boyunca söylenen tüm yalanların neden sineye
çekildiği de, şimdi parti içi mücadelede yükseltilecek “geçmiş değerlendirilmesinde”
eski yalanların neden gündeme getirilmeyeceği de anlaşılırlık kazanmaktadır.
CTP,
1990’lı yıllara kadar SSCB kuyrukçusu, revizyonist bir parti idi. SSCB’nin
yıkılması ile dünyanın yeni patronu ABD’nin yeni dünya düzenine hızla uyum
sağlandı. ABD’nin çıkarlarına uygun bir AB’cilik, Türkiye’nin çıkarlarına uygun
bir milliyetçilik partinin yeni mottosu haline geldi. Revizyonist solculuktan,
neo-liberal solculuğa bu geçiş ise “değişen dünyaya uyum sağlamak” söylemi ile
gerekçelendirildi. Bugün CTP Kıbrıs’ta emperyalizmin çıkarlarına uygun
olarak yaratılmış fiili durumun yasal hale getirileceği bir sözde çözümü
savunması nedeniyle kendine “barışçı” demektedir. Böylesi bir “barış”ı yaratmak
yolunda da TC egemenlerinden tutun da eli kanlı emperyalistlerle dahi işbirliğini
kendine yol bellemiştir. Bunun yanında serbest piyasacılık, neo-liberalizm,
özelleştirmecilik, kamunun küçültülmesi, sermaye ile işbirliği yapılması
gibi politikalara sahip olan CTP’nin sol ile, sosyalizm ile devrim ile herhangi
bir alakası kalmamıştır. Bu kavramlar sadece emekçilerin aklını karıştırıp oy
toplamanın aracı olarak o da sadece seçimden seçime gündeme getirilen birer
slogan şeklinde CTP’nin aklına gelmektedir. Ama SSCB geleneğinin baskıcı,
otoriter, dediğim dedik, hiyerarşik, bürokratik, yasalcı ve yalancı tüm
karakteristik özellikleri hala CTP’de kendine yer bulmaktadır. Her ne kadar bu
özelliklerden bir kısmı neo-liberal siyaset için gerekli ise de baskıcı ve
otoriter yanların açık açık değil gizli gizli uygulanamaması CTP
içindeki gerçek liberalleri rahatsız etmektedir.
Liberallere
göre CTP’nin hala ceberrut bir görünüme sahip olması seçim
yenilgisinin gerçek nedenidir. Yani seçim yenilgisi aslında bir “halkla
ilişkiler” faciasıdır. Bu sebeple eleştirilen yönlere bakıldığında “geri dönme
ilerle sloganı”, “halka icraatların anlatılamaması”, “insanlarla sıcak
ilişkilerin kurulamaması” gibi kendi deyimleri ile “Public Relation”
meselelerine odaklanıldığı görülebilir. Oysa ne “bazı hatalar yapıldı” diyen
mevcut yöneticiler ne de onların muhalifleri gerçek bir özeleştiriye
yanaşmamaktadır. Haftalardır süren tartışmaya bakıldığında ortada hiçbir dişe
dokunur meselenin olmadığını görürüz. Seçim yenilgisinden bahsediliyor, bu
yenilginin bir başarısızlık olduğu ve başarısız olanların yerini “yeni”lere
bırakması gerektiği dillendiriliyor. Ancak “yeni”lerin adı dışında yeni
olanın ne olduğuna, seçimden önce “yeni”lerden bir bakanlar kurulu mevcut
olsaydı nelerin yapılıp nelerin yapılmayacağına değinen yok!
Buna
rağmen köklü bir parti olmanın, örgütlenme konusunda deneyimlere sahip olmanın
getirdiği avantajları en etkili şekilde kullanan CTP, seçimlerde CTP’ye oy
vermeyerek CTP’nin artık sol bir parti olmadığına kanaat getiren önemli bir
kitleyi, kendi iç tartışması aracılığı ile hipnotize etmeyi başarıyor. Birçok
değerli insan “partimizi kurtaracağız” diyerek parti saflarına katılıyor
ve CTP içi tartışmanın kendilerince sol olan bir tarafında mücadele etmeye
başlıyor. İlginç olan ise “partiyi kurtaracağı” iddia edilen tarafın
liberallerin tarafı olmasıdır. “Yaşlı” ve “KÖGEF”çi ortodokslarla, “genç” ve “ÜTK”cı
liberallerin bu kapışması CTP dışındaki birçok kesim için anafor etkisi yapsa
da gerçek bir yalancılar kapışmasıdır.
Baraka
olarak CTP’yi hem hükümet döneminde hem de seçim sürecinde eleştirdik. Bu
eleştirilerimiz genel olarak CTP’nin şövenleşmesi, TC hükümetlerine
yaltaklanması ve neo-liberal bir politik hat takip etmesi üzerine
kuruluydu. CTP’deki tartışmanın tarafları eğer gerçekten seçim yenilgisinin
nedenlerini arıyorlarsa bu konulara odaklanmalıdırlar.
Kıbrıslı
Türk halkı TC’nin kendisine reva gördüğü onursuzluğa, aşağılanmaya ve ekonomik
sıkıntılara dur demek için tek çıkar yolun barış olduğunu düşünerek ve CTP’nin
sözde barışının gerçek bir barış olduğuna ikna edilerek CTP’yi hükümete
taşımıştır. Ancak Annan Planı referandumularının sonucunda emperyalist sistemin
arzu ettiği yasallaştırma hayat bulamamıştır.
CTP’nin
Kıbrıslı Türk halkına söz verdiği sonucun ortaya çıkmaması Kıbrıslı Elenlerin
“hayır”ına bağlanıp, her fırsatta Kıbrıslı Elen egemenlerinden değil
Kıbrıslı Elenlerin kendisinden yakınıldığı zaman, bunun şöven siyasete
hizmet edeceği görülememiş midir? Eğer görülmüşse o zaman neden Kıbrıslı Elen
halkı ile Kıbrıslı Elen egemenleri arasında hiçbir ayrım yapmaya dönük en ufak
bir hassasiyet gösterilmemiştir? İşte CTP’nin liberallerinin de ortodokslarının
da özeleştiri vermesi gereken meselelerden bir tanesi budur. Yoksa her ülkede
egemen düşüncelerin egemen sınıfın düşünceleri olduğu, egemen düşüncelere
bakılarak halkın geneline dair yargılarda bulunmanın ise şövenizm olduğu en
azından solcular için bilinen bir gerçektir. Bunu bilmeyen veya buna uygun
davranmayan CTP yönetimi kendi “solculuğunu” sorgulamalıdır.
Kıbrıslı
Türk halkı “barış” ve “çözüm” umuduyla CTP’yi iktidara taşımıştır. Sonuç ise
şövenizmin daha da yükselmesi olmuştur. Emperyalist planların sonucunda
barış değil şövenizmin yükseldiği zaten tarihsel bir bilgidir. Ancak
CTP’nin tüm kaderi Annan Planı’nın sonucuna bağlı değildi. Kıbrıslı Türk halkı
Annan Planı’na ve CTP’ye “evet” demiştir çünkü bunun barış getireceğine
inanmıştır. Peki Kıbrıslı Türk halkı neden barış istemiştir? Çok derin
tahlillere inilmeden yüzeysel bir cevap vermek gerekirse; ekonomik sıkıntıların
son bulması ve TC ile olan onursuz ilişkilerin bitirilmesi Kıbrıslı Türk
halkının 2000’li yılların başından itibaren yürüttüğü seferberliğin esas
kaldıraç noktalarıdır. Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası’nın “Türkiye ne paranı
ne de memurlarını istemiyoruz” içerikli gazete ilanı ile simgelenen bu süreç,
söz konusu sendikanın öncülüğünde yürütülen mücadelenin içeriğini de net ve
duru bir şekilde aktarmaktadır. Kıbrıs sorununu çözmek CTP’nin tek başına
yapabileceği bir şey değilse de “KKTC” ile TC arasındaki ilişkileri onurlu
bir temele oturtmaya girişmek en azından bunun için mücadele etmek mümkündü.
Peki CTP bunun için ne yaptı?
CTP
hükümete geldiği ilk günden itibaren, Kıbrıs’ın kuzeyindeki TC hegomonyasının
tahkimi için çalıştı, TC hükümetlerinin ricalarını emir, emirlerini kanun kabul
etti. Kıbrıslı Türk halkının onurunu iki paralık etti. Kurultayında hangi
şarkının çalınacağına dahi karışan, “yeterince Türk olmadığı için” genel
başkanının elini sıkmayan TC’li asker-sivil bürokratlara en ufak bir direnç
göstermedi. TC-“KKTC” ilişkileri CTP’den önce nasılsa CTP’den sonra da aynen
devam etti. Üstelik IMF tarafından TC’ye dayatılan neo-liberal politikaların TC
tarafından “KKTC”ye dayatıldığı piyasalaştırma koşulları da buna eşlik etti.
Sendikalar
içerisinde güçlü bağlara sahip CTP, bu bağları sendikaları kontrol etmek ve
hükümetin yedek gücü gibi yönlendirmek üzere kullandı. Bu yöntem bazı
sendikalarda (KTAMS, Dev-İş, Koop-Sen vb.) başarılı olurken, bazı sendikalarda
ise (KTÖS, KTOEÖS) ciddi dirençlerle hatta yenilgilerle sonuçlandı. CTP,
kendisini eleştiren Baraka’yı 2007 1 Mayıs’ında uydu sendikaları aracılığı ile
alana sokmamaya çalıştı, bu uğurda barikatlar kurdu. Bir önceki yıl 1 Eylül’de
hiçbir etkinlik gerçekleştirmediği halde 2007 yılında muhaliflerini ekarte
etmek için alternatif etkinlikler gerçekleştirdi. 2008 yılında hem 1 Eylül’ü
hem de 1 Mayıs’ı bölen, emek hareketi ile cepheden bir kavga içine giren de
CTP’dir. Sosyal Güvenlik Yasası geçirilirken, emek güçleri meclis kapısı önünde
“bizi satanı biz de satarız” diye slogan atıyordu. Oysa CTP’nin medyadaki
tetikçilerinden Hüseyin Ekmekçi bu eylemi “KTÖS, Baraka ortak provakasyonu”
diye nitelemiştir. Kendisi Doğan Harman’ın öğrencisi olarak yeni dönemde de
yıldızını parlatmayı bilecektir ama olan CTP’ye olmuştur.
Karpaz’a
elektrik götürülmesi süreci, onlarca örgüt tarafından çok büyük bir olgunlukla
yürütülen ciddi bir ekolojik muhalefete şahit oldu. Alternatif ve yaratıcı
eylem yöntemleri bakımından büyük bir zenginliğe sahip olan bu süreç de ne
CTP’nin ortodokslarının ne de liberallerinin kılını kıpırdatmadı. Başbakanlığa
direk dikildi, telgraf gönderildi, kortejler oluşturuldu, sokak tiyatroları
yapıldı ama kendini görüp kendini beğenen CTP’liler tayfasının dikkati
çekilemedi.
Lefke
Avrupa Üniversitesi’nde sendikalaşmak isteyen öğretim görevlileri Ömer Kalyoncu
tarafından azarlanırken, bugünkü CTP yönetimi muhaliflerinden hangisi
yapılanları eleştirdi? LAÜ’nün öğretim görevlileri emekçi halkın kitle partisi
CTP’nin hükümet olduğu bir dönemde teker teker işten atıldı. CTP ise
1970’lerden kalma “İşçiye Sosyal Sigorta” yazılaması fotoğrafını gözümüzün
içine içine sokarak emekten yana olduğunu kitlesine ispatlamaya çalışmak
dışında ne yaptı?
Ve
AKP’nin arzusu üzerine ÖRP’nin kuruluşuna aktif olarak katılan CTP’li
milletvekilleri, transferlerin, parasal ilişkilerin kendi hanelerine
yazıldığını bilmiyorlar mıydı? Bilmiyorlardı ki ÖRP gibi bir partiyi daha kurulmadan
hükümete ortak alarak siyasetin en kirli yanına da dahil olmaktan
çekinmediler...
Sendikalar
tarafından “göç yasası” olarak isimlendirilen, meclis gündemine ancak seçimden
sonra gelebileceği zaten belli olan ve kamu görevlilerinin maaşlarında indirime
gidilmesini öngören yasa tasarısını tüm mücadelelere, grevlere, eyemlere rağmen
görüşemeyeceği halde meclis güneminden çekmeyen CTP idi. Bugün CTP’nin
ortodoksları veya liberalleri neden seçim yenilgisi yaşadıklarını merak
ediyorlarsa yasa ile ilgili yapılan eylemlerde kamu emekçileri tarafından
atılan “ya yasanız ya da siz gideceksiniz” sloganını hatırlarına
getirsinler. Yasayı çekmedikleri bilgisinden hareketle neden kendilerinin
gittiğini bir kez daha değerlendirsinler.
CTP’nin
gerçek bir özeleştirisi; Kıbrıslı Elenlere dönük şöven söylemlerin, TC ile
kurulan onursuz ilişkilerin, ÖRP’nin hükümete alınmasının, Karpaza elektrik
götürülmesinin, sözde Sosyal Güvenlik Yasası’nın geçirilmesinin, LAÜ’de
sendikalaşan öğretim görevlilerinin işten atılmasının, sendikaların iç
işleyişine müdahale edilmesinin, 1 Mayıs’ların ve 1 Eylül’lerin bölünmesinin
özeleştirisi olmalıdır. Bugün “bazı hatalar yapılmıştır” diyenler bizlere
hatanın ne olduğunu da açık açık söylemelidir. Ancak söyleyemezler. “LAÜ’de
sendikalaşmayı desteklemeli en azından köstek olmamalıydık”, “Sosyal Güvenlik
Yasası ile emeklilik yaşını arttırmamalıydık”, “Karpaza elektrik
götürmemeliydik”, “ÖRP’yi hükümete almamalıydık” diyemezler. Diyemezler çünkü
bugünkü CTP içi kapışma daha sol ile daha sağ arasındaki bir kapışma değildir. Bugünkü
kapışma CTP’nin vitrininin düzenlenmesi ile ilgili bir kapışmadır. Bu
kapışmanın sonunda CTP’nin daha sol bir parti olarak çıkmasını bekleyenler ise
olmayacak duaya amin demektedirler.
CTP
sadece bir sonraki seçimlere dönük hazırlıklar yapmaktadır. Bu uğurda da
elbette sendikalarla atılan köprüleri yeniden kurmaya girişecektir. Ancak bunu
yaparken amaç her sendikanın bir KTAMS, her sendikanın bir Dev-İş haline
getirilmesidir. Seçimlerden sonra emek hareketinin yüzleşeceği en büyük sıkıntı
da bu olacaktır. CTP’nin “muhalefette” olması demek at izi ile it izinin
birbirine karışması demektir.
UBP
Hükümeti / CTP Muhalefeti
UBP
tek başına hükümeti oluşturmuştur. Bu “yeni” durum toplumsal muhalefeti nasıl
etkileyecektir? CTP’nin her türlü olumsuz icraatına rağmen UBP’den “daha”
demokratik, “daha” hoşgörülü olduğu, bu hoşgörü nedeniyle birçok eylemde polis
şiddetinin yaşanmadığını veya sınırlı kaldığını, ancak faşist UBP ile bu
durumun radikal bir şekilde değişeceğini söyleyenler vardır. Diğer yandan
UBP’nin hükümet politikasında CTP ile paralelliklerin ne boyutta olacağı da
tartışılan konular arasındadır.
Talat
hala görüşmecidir ve Hristofyas ile birlikte Kıbrıs’taki verili durumun
yasallaştırılması (onlar çözüm diyorlar) için emperyalizm adına yoğun bir mesai
yapmaktadır. TC Kıbrıs’ta bu mesaisinde Talat’a zorluk çıkaracak bir hükümeti
istememektedir. Diğer yandan neo-liberal politikaların uygulanmasına devam
edilmesi de TC’nin istekleri arasındadır. UBP’nin bu olgulara yaklaşımı nasıl
olacaktır?
Bizce UBP,
neo-liberal politikaların uygulanmasında CTP’nin gösterdiği kararlılığı aynen
gösterecektir. Hem kendi sağ dünya görüşü, hem ülkedeki ticaret burjuvazisi ile
olan yakın ilişkileri hem de TC’nin isteklerini baş tacı eden yapıları gereği
bu durum kaçınılmazdır. Bu konuya dair zaten TC’nin herhangi bir kaygısı,
kuşkusu da yoktur. UBP, CTP’nin kaldığı yerden yola devam edecektir.
Ancak
tüm kaygıların odaklandığı nokta Talat’ın görüşmeciliği, yürütülen görüşmelerde
elinin rahat bırakılması ve olası bir anlaşma metninin referanduma sunulması
ile ilgilidir. AKP ile UBP arasındaki esas pazarlık bu konularla ilgili
olacaktır. Bizim tahminimiz görüşmelerin Talat tarafından yürütülmesi, sonuçta
ortaya çıkacak metnin de referanduma sunulması konularında bir uzlaşmanın
ortaya çıkacağı yönündedir.
Sözde
çözüm yolunda UBP ile AKP arasında varılacak bu mutabakat karşılığında CTP’nin
neo-liberal politikalara karşı yırtıcı bir muhalefet yürütmemesi kuvvetle
muhtemeldir. CTP ve güdümündeki sendikalar neo-liberal poltikaları (bir önceki
dönem kendileri uygulamıyormuş gibi) ılımlı bir muhalefet ve şekilsel bir
eleştiri ile karşılayacaklardır. Ancak bu ılımlı muhalefete rağmen “unutmaya”
meyilli halkımızın onayını almaları da muhtemeldir.
Diğer
yandan Baraka, her türlü emek düşmanı girişimin karşısına en az CTP’nin
karşısına çıktığı şiddette çıkmaya kararlıdır. UBP’den alacağımız yanıt ise
CTP’den daha şiddetli olabilir. Bu şiddet; polis şiddeti, tutuklama, mahkeme
vb. egemenlerin her türlü baskı aygıtını devreye sokulması yöntemlerini
içerebilir.
Eğer
UBP, 2000’li yılların başında yaşananlardan hiçbir ders almaz ve böylesi birşiddete
başvurursa bu üç temel nedene dayalı olacaktır:
Birincisi UBP’nin faşist bir parti olması ve toplumsal muhalefete
baskı uygulamaya meyilli yapısıdır. İkincisi seçim sonuçlarına bakılarak
emek ve barış güçlerinin “azaldığına” dair çıkarsamaları olacaktır. Üçüncüsü
ancak bizce en önemlisi; baskının esas amacının CTP’nin ılımlı muhalefeti ile
bizim aktif çizgimizin ayrıştırılması amacıyla devrimcileri “marjinal”,
“anarşist”, “tehlikeli” göstermek niyetiyle bir araç olarak kullanılacak
olmasıdır. Faşist UBP hükümeti, devrimcileri halk kitlelerinden yalıtmak
amacıyla baskıyı etkili bir silah olarak kullanacaktır. CTP’nın ılımlı ve
işbirliğine yatkın çizgisi ise bunu besleyecek, böylesi bir ayrıştırmaya çanak
tutacaktır. Yani olası baskı önceki UBP hükümetlerinde olduğu gibi yaygın bir
baskı değil, özel hedeflere dönük düşük yoğunluklu bir baskı olacaktır.
Neo-liberal
politikaları uygulayan CTP de olsa UBP de olsa, halkın tepkisini örgütlemek ve
bu politikaların karşısına barikat örmek bizim boynumuzun borcudur. Egemenlerin
vereceği tepkinin şiddetine göre bu mücadeleyi verip vermemeyi düşünmek
aklımızın ucundan dahi geçmez. Ancak bizleri en geniş halk kitlelerinden
yalıtmaya çalışacak hiçbir taktiğe de fırsat veremeyiz. Bu sebeple UBP’nin emek
düşmanı politikalarına karşı yapmamız gereken hiçbir şeyden taviz vermezken, meşruluk
(yasallıktan bahsetmiyoruz) zeminini hassasiyetle aramalıyız. Halkın gözünde
meşru eylemlerimize yönelik baskılar bizi marjinalleştirmeyecek aksine
çoğaltacaktır. Üstelik bu meşru çizgi; militan, kararlı, cesur, fiili ve
sürekli bir tarzla yürütüldüğünde halka güven vermesinin yanında CTP’nin ılımlı
muhalefetini de teşhir edecektir. Bu yüzden UBP’nin baskıcılığından çok, emek
düşmanı poltikalarına karşı yürütülecek meşru çizginin niteliğinin tartışılması
devrimci siyaset açısından daha işlevseldir.
Hükümetini
daha yeni oluşturan UBP’ye “şans vermek” söz konusu dahi olamaz. UBP ilk
olumsuz icraatında karşısında devrimcileri bulmalıdır, bulacaktır. Ancak devrimciler
gerçek görevlerinin halk adına tepki vermek değil halkın öfkesini örgütlemek
olduğunu da unutmamalıdırlar.
Diğer
yandan tüm alanlardaki donmuş, sinmiş ilişkilerini muhalefete düşmesi ile
yeniden canlandıracak olan CTP’nin alanlarda tecrit edilmesi henüz mümkün
değildir. Bu sebeple seçim sonrası şokunu ve iç dalaşmalarını çözümledikten
sonra hızla tüm alan örgütlerinin içine dalacak CTP militanlarına karşı
dikkatli olmak, alan örgütlerinin ve toplumsal muhalefetin çıkarlarını değil
kendi parti çıkarlarını dayattıkları her noktada onları teşhir etmek ve ılımlı
muhalefetlerini kitleler önünde eleştirmek yöntemi ile savaşım devam
ettirilmelidir.
Diğer
“Sandalye Sahipleri”
Mecliste
sandalye sahibi olma bahtiyarlığına erişmiş diğer partiler (DP, ÖRP, TDP) bundan böyle UBP’nin 26 milletvekili
sıkıntısının olası teklemelerinde yedek lastik olmak dışında herhangi bir işleve
sahip değildirler. Bu yedeklik görevi teker teker yasalarda kendilerine
yöneltilecek “rica”ların gereği veya kalıcı bir sıkıntının oluşması halinde
olası bir koalisyonun “ortaklığı” olarak yaşam bulabilir. Bunun yanında ÖRP,
AKP’nin Kıbrıs şubesi olduğundan dinsel gericiliğin örgütlendirilmesi
noktasında ciddi bir baskı unsuru yaratmasını bekleyebiliriz.
ÖRP,
AKP tarafından kendisine yönelik tüm “yardımsever” çabalara rağmen öncülü
YDP’nin %8’lik oy oranını bile yakalayamayarak aslında başarısız olmuştur.
Göçmen kitlelerin bu partiye itibar etmedikleri, hükümetin tüm nimetlerinden
faydalanmalarına rağmen barajı zar zor geçmelerinden belli olmuştur. Ancak bu
başarısızlığa rağmen ÖRP küçümsenmemeli gerici ilişkilerin yuvası olmasına izin
verilmemelidir. Devrimcilerin göçmen kesimlere yönelik bir çalışma başlatması
gereği ortada durmaktadır. Bağımsız bir Kıbrıs hedefine, ülkemizde bulunan ve
artık geleceğini Kıbrıs’ta görmeye başlamış ciddi sayıda göçmen görmezden
gelinerek ulaşılamaz. Kıbrıslı Türk halkının bir parçası haline gelen göçmenlerin
örgütlenmesi başarımızın şartı haline gelmiştir. Ancak ÖRP göçmen kitlelere
yönelik tüm çabalarımızda karşımıza çıkartılacak ileri uç akıncı birliği
olacaktır.
TDP
ise CTP’nin muazzam oy kaybına rağmen geçen seçimlerde TKP ve BDH’nın toplam
oylarına dahi ulaşamayarak aslında oy kaybetmiştir. Bu da TKP’nin tasfiyesinin
sosyal demokrat kitlede hiç de sempati uyandırmadığının göstergesi olmuştur.
TDP’nin bu dönemde herhangi bir toplumsal muhalefet dinamiğinde herhangi bir
olumlu veya olumsuz etkisi olmayacağı rahatça öngörülebilir.
BKP/Yasemin
İttifakı
Seçimler
boyunca ana akım sol dışındaki çevrelerde en çok tartışılan odak BKP/Yasemin
ittifakı oldu. Aslında normal koşullarda seçime girmek için gerekli 50 adayı
dahi toparlayamayacak olan BKP, tamamen ortaya çıkan özel durumlardan dolayı
seçimin en popüler öznesi oldu. Bu koşullar CTP’ye karşı sol içerisinde oluşan
tepki, bu tepkisini sandıkta göstermek isteyen ciddi bir kitlenin yarattığı
basınç, böyle bir basınca rağmen örgütlülüğü belli bir oranda olan YKP’nin
körleri sağırları oynamaktaki kararlılığıdır. Böylece oluşan boşluğu seçimlere bir
ay kala Afrika gazetesi yazarları ile listesini tahkim eden BKP doldurma çabasına
girmiş, sonuçta ortaya BKP/Yasemin İttifakı çıkmıştır. BKP/Yasemin İttifakı 40
bin askerlik bir işgal kuvvetinin ve sivil faşistlerin açık tehtidlerinin
yarattığı şöven atmosfere rağmen seçim dönemi boyunca cesur çıkışlarda
bulunmuştur. Yasemin tarafından dile getirilen olgulardan birçoğu, ekranlarda
ilk kez dile getirilen ve ciddi cesaret gerektiren söylemlerdir. Diğer yandan
aday listesinde kadınlara en fazla yer veren parti de Yasemin idi. Bu durum
alışıldık “kadınlar erkekler için oy toplar” görüntüsünü aşarak kadınların ön
plana geçtiği bir yaklaşımın da göstergesiydi.
Ancak BKP
Yasemin İttifakı; neredeyse hiçbir bölgede örgütü bulunmayan ve kadroları
bakımından 5-10 kişiyi aşmayan yapısıyla tam bir son dakika operasyonu idi.
Parasal imkanları ise yok denecek kadar azdı. Buna rağmen %2,4 gibi azımsanamayacak
bir oy elde etti. Bu oylar ne BKP’nin ne de Afrika’nın örgütlü oyları değildir.
Üstelik BKP bir parti olarak bu oyları seçim sonrasında da örgütleyebilecek kadro
yapısına sahip değildir. Yani BKP/Yasemin’in oyları halkımız nezdinde seçim
öncesinde var olan tepkinin ve alternatif arayışının göstergesidir.
Biz
Baraka olarak seçim öncesinde mevcut partileri ve seçim tavrına ilişkin
çağrıları değerlendirmiş ve “BKP/Yasemin’in oylarının yüksek çıkması bizi
sevindirecektir” demiştik. Şimdi seçim sonuçlarına bakarak ülkemizde işgal
karşıtı 3000’den fazla kişinin olmasına sevindiğimizi söyleyebiliriz. Bu 3000
kişi, net bir tavır almak konusunda hiçbir çekinceye sahip olmayan, TC’nin
adamız üzerindeki egemenliğine karşı mücadelede bizlere onay verecek ciddi bir
rakamın işaretidir. Bu kitlenin birçok bakımdan sahip olduğu eksikliklerin
giderilmesi ve nitelikli bir mücadeleye kanalize edilmesi devrimci mücadelenin
başarısına bağlı olacaktır. Kısacası örgütleyip örgütleyememenin bizim
çabamıza bağlı olduğu azımsanamayacak bir kitleden söz ediyoruz.
Diğer
yandan seçim öncesinde Argasdi’de ve baraka.cc’de yayınlanan “Yasemin İttifakı
ve Tavrımız” yazısında seçimlerden sonra açıklama sözünü verdiğimiz
BKP/Yasemin’e ilişkin olumsuzluklar da bu kitleyi baskılamaktadır. Nedir bu
olumsuzluklar?
KSP
dışındaki tüm “sol” örgütlenmelerde var olan “göçmen fobisi”,
“Türkiyeli-Kıbrıslı ayrımı” veya “Kıbrıs milliyetçiliği” diyebileceğimiz
tavır, sözünü ettiğimiz olumsuzlukların en göze batanıdır. BKP/Yasemin (listesinde
göçmen adaylar da bulunmasına rağmen) tüm seçim kampanyası döneminde Kıbrıslı Türk
halkını bölen bir “Türkiyeli düşmanlığı” yaptı. Bu tavır TC’nin ada üzerindeki
hegomonyasına karşı tepkinin küçük burjuva kendini beğenmişliği ile
harmanlanarak, başka kültürleri küçümseyen veya bu kültürün tüm yönlerini tehdit
olarak gören bir refleksle harmanlanmasından oluşuyordu. TC’nin hegeomonyasına
pratik bir direniş sergilenemeyince bu zaafiyet TC’den göçmen insanlara karşı
ırkçılığa varan tepkilerle ikame edildi. Üstelik bu tepkiler ülkemizdeki
neredeyse tüm “pis” işleri yürüten, inşaatlarda çalışan, garsonluk,
bulaşıkçılık, temizlikçilik, bahçe işleri yapan bir insan kitlesine yönelik sınıfsal
korkularla da şekilleniyordu. Kısacası göçmen düşmanlığı diyebileceğimiz bu
tavır, BKP/Yasemin’i zaman zaman şöven bir parti konumuna itti. Üstelik göçmen
kitleler içindeki devrimci-demokrat-ilerici kesimlerin aynı yönde tepkiler
vererek sağ siyasetlere doğru itilmesine de neden oldu. Hemen belirtmek gerekir
ki bu tespitler BKP/Yasemin için geçerli olduğu kadar YKP için de geçerlidir.
Diğer
yandan BKP/Yasemin seçim probagandası dönemi boyunca ciddi bir AB hayranlığı
görüntüsü çizdi. AB’nin emperyalist bir oluşum olduğu, Kıbrıs’ın
bölünmüşlüğünde AB’yi oluşturan ülkelerin ciddi rol ve çıkar sahibi olduğu
noktalarına neredeyse hiç değinilmedi. AB’ci bir karakterle damgalı Kıbrıslı
Türk solunun tüm çarpık bakışının yanında, sivil toplumcu, postmodernist ve
eklektik bir siyaset de Yasemin’de karşılık buldu. Bu eklektivizm bazı
adayların CTP’yi yeterince liberal olmamakla eleştirdiği, diğer adayların kendilerini
sosyalist olarak tanımladığı bir karmaşaya dönüştü. Ama tüm hareketin ağız birliği
ile savunduğu “profesyonel ordu” garabeti sol adına bir utanç meselesi
olabilir ancak. Ordunun özelleştirilmesi ve halktan koparılmasından başka
birşey demek olmayan “profesyonel ordu” söylemi, askerlik yapmak istemeyen
küçük burjuvaların kurtuluş umudu olarak yükseltildi. Seçim sonrasında TC
Elçisinin ve tüm üst düzey bürokratlarının “hizmetleri için teşekkür edilerek”
devreden çıkarılacağına ilişkin söylemler halkımızdan azımsanamayacak bir sempati
toplamıştır. Ama böylesi söylemlerin altının doldurulmaması yanında yıllardır
irademizi gasbetmiş TC devletinden hiçbir tazminat istenmeyecek olması
da ayrı bir eksikliktir. Üstelik sürekli TC’ye karşı mücadele çağrısı
yapılmasına rağmen bu mücadelenin oy sandıkları dışında nerede ve nasıl
verileceğine dair hiçbir strateji geliştirme ihtiyacı hissetmeyen, başını çeken
önderlerinin kameraların bulunmadığı hiçbir eylemde boy göstermediği
BKP/Yasemin ciddi çelişkilerle de malüldür. Bu çelişkiler tipik bir küçük
burjuva partisinin en doğal özellikleridir.
Biz
devrimciler, genel olarak Kıbrıslı Türk solunun tipik zaafiyetlerini içeren bu
olgulara rağmen BKP/Yasemin’in oylarının yüksek çıkmasına sevindik. Sevindik
çünkü bizce ana mesele olan Kıbrıs halklarının emperyalizme karşı söz, yetki,
karar, iktidar savaşımında ilişki kurabileceğimiz ciddi bir kitlenin varlığı sevinilecek
bir şeydir. Üstelik BKP’nin veya Afrika’nın hatta YKP’nin başını çeken
kesimlerde yukarda saydığımız çarpıklıkların var olması, bu kesimlerden
etkilenen kitlelerin dönüştürülmeye açık olmadığı anlamına gelmez. Daha
seçimden önce de söylediğimiz gibi bizim umudumuz Yasemin’den yana bir umut
değil, Yasemin’e oy verecek kitlelerden yana bir umuttur. Romantik
Kıbrıslıcılığın tüm çarpıklıkları, devrimci bir siyasetin pratik hayatta
karşılık bulması oranında halkın bağrından silinip süpürülecektir. Bizim
yapmamız gereken meşru, fiili, militan bir mücadeleyi halkın gerçek
sorunlarının içinden örgütlemektir. Devrimci bir siyasetin yokluğunda oluşan
küçük burjuva çarpıklıklara takılmanın, bunları mesele yaparak halktan
soğumanın bir anlamı yoktur.
Ayrıca
bizler; halkın içinde yürüteceğimiz çalışmalara sadece sözünü ettiğimiz
%2,4’lük kitlenin değil, YKP’nin boykotuna katkı koyanlar ile UBP gelmesin diye
CTP’ye oy veren çok daha büyük bir insan kesiminin de onay vereceğini
biliyoruz. Açıkçası devrimcilerin bir varlık dahi olmak konusunda henüz yeni
olduğu koşullarda halkın kendiliğinden tepkisinin niteliğini yargılamak değil
yüksekliğinden umutlanmak daha motive edicidir.
Boykotun
Koşulları
Yeni
Kıbrıs Partisi bir süreden beridir sürdürdüğü “boykot” tavrını bu seçimlerde de
yineledi. Seçim sonuçlarına bakıldığı zaman seçime katılım oranının geçtiğimiz seçimlere
göre arttığı yani boykot çağrısının bir önceki yıl karşılık bulduğu kesimlerde
bile yankı yapmadığı görülebilir. Boykot bizce başarısız olmuştur. YKP
açısından (boykot için herhangi bir başarı kriteri veya hedef
belirlenmediğinden, eğer belirlendiyse bile bu kriterler halka ilan
edilmediğinden) herhangi bir başarının söz konusu olup olmadığını bilemiyoruz.
Ancak seçimlerden önce geçmiş seçimlere katılım oranlarını listeleyerek
yayınlayan parti profesyonelleri seçimlerden sonra bu listeyi son seçim
rakamlarını da ekleyerek yorumlamaktan çekinmiştir! Üstelik seçimlere katılmama
oranının ne kadar olmasını istediklerini ve bu orana eriştikleri takdirde bunun
mücadele bakımından ne gibi bir faydasının olacağını da açıklamamıştırlar. Ya
da açıkladılarsa bile ne halk ne de biz devrimciler bu açıklamayı anlamadık.
Çünkü hem seçimlere katılım oranı arttı hem de boykotun amacı bizim için hala
anlaşılır değildir.
Boykotun
gerekçelerine dair gerek YKP’nin kitle toplantılarında gerekse de sonraki
süreçte parti gazetesi Yeniçağ’da birçok şey söylendi, yazıldı. Bilindiği gibi “gerekçe”
ve “amaç” ayni şey değildir. Kaldı ki ortaya gerekçe niyetine sunulan
argümanlar da kanaatimizce geçersizdir. Ciddi bir duygusallıkla ve
heyecanlı bir tepkisellikle savunulan “boykot” eleştirilemez bir mertebeye
yerleştirilirken, mütevazi çabalarla dergimizde yürütmeye çalıştığımız tartışma
da “saldırı” kabul edilmiştir. Böylesi bir yaklaşım “saldırı” ve “eleştiri”
arasında fark görmeyen bir anlayışın ürünü olabilir ve sol içi ilişkilere ciddi
zarar verir.
Oysa
YKP medyanın kullanılamayacağını iddia etmesine rağmen, BKP tüm ekranlarda boy
göstermiştir. YKP’nin medyada “parlamentoda koltuk sahibi partiler, koltuk
sahibi olmayan partiler” şeklinde bir ayrıma gidileceği ve CTP-UBP gibi
partilerle tartışma imkanı olmayacağı öngörüsü yanlışlanmıştır. Gene boykota
gerekçe olarak öne sürülen “seçime seçim demenin koşulları yoktur” önermesinin
“Avrupa tipi bir burjuva demokrasisi”ne öykünme içerdiği bizim gibi bir
stratejik yeni-sömürgede böyle kriterlerle hiçbir zaman seçime girilemeyeceği
ortadadır. Nüfus yapısına dair gerekçelerin seçime girmeme gerekçesi olamayacağı,
bunun göçmen fobisinin bir başka yönü olduğu, üstelik nüfus yapısını gerekçe
yaparak seçime girilmeyince ne gibi bir kazanım elde edileceği açıkta kalan
sorulardır. YKP tarafından dile getirilen tüm anti-demokratik uygulamaların
haklılığı bir yana bu gerekçe ile seçime katılmamak; devrimci siyasetin sahip
olması gereken “devrimciler en kötü koşullarda bile seçimlere katılırlar ve
rejimin kokuşmuşluğunu bu platformda da halka gösterirler” yaklaşımı ile
çelişmektedir. Yeni-sömürge bir ülkede işgal koşulları altında demokrasi
arayışı; devrimci kaygılardan çok yasalcı kaygıların ve bizim egemenler arası bir
paylaşım sözleşmesinden ibaret olduğunu bildiğimiz hukuğa tapmanın simgesidir.
BKP/Yasemin’in
varlığı tarafından yaratılan çekim, YKP’li kitleleri de etkilerken; bir süre
sonra YKP yönetimi değil halk kesimlerini kendi kitlesini dahi boykot yapmaya
ikna etmek için çaba harcamak zorunda kalmıştır. Bu çaba gerek BKP/Yasemin’e
gerekse de “oyları yüksek çıkarsa seviniriz” diyen Baraka’ya yönelik öfkeli bir
ton kazanmakta da gecikmemiştir.
Sonuç:
Sonuç
olarak, seçimler kurulu düzen açısından işlevini tam anlamı ile yerine
getirmiştir. Yıpranmış CTP kenara alınırken zayıf bir UBP hükümet koltuğuna
oturmuştur. Bir süreden beridir pratik bir güç birliği içerisinde olan sol
parti, grup veya çevreler arası ilişkiler bizzat bu yapıların kendi elleri ile
dinamitlenmiştir. Şövenizm seçim öncesi öngörülerimizi doğrulayan bir şekilde
yükselmektedir ve daha da yükselecektir.
Bu
tablonun en üzücü yanı solun devrimci eyleminin birliği noktasında örgütler
arası ilişkilerin bir kez daha hasar görmesidir. Biz devrimciler günler,
haftalar hatta aylar sürecek tartışmalarda oluşturulacak mükemmel metinler
üzerinde uzlaşma çabasının değil, pratik işler üzerinde eylem birlikteliğinin
ve samimiyetin GÜVEN yaratacağına inandık, inanıyoruz. Bu sebeple de somut
işlerde sözümüz oranında katkı, katkımız oranında söz koymaya çalışıyoruz.
Üstelik bunu yaparken benimsesek de benimsemesek de muhattaplarımızın
hassasiyetlerine saygı duyarken, kendi fikir ve düşüncelerimizi ifade etme
hakkımızın engellenmesine de asla izin vermiyoruz. Fikir ve düşüncelerin
ifadesi noktası samimiyet için vazgeçilemez bir önkoşuldur. Bunun için “kim
daha solcu” saçmalığının gazete ve dergilerde silah gibi kullanılmasını değil,
zaten yüz yüze ifade edilmiş olan ayrım noktalarının eleştirel bir dille yazıya
aktarılmasını yöntem kabul ediyoruz. Seçimler sırasında da yaptığımız bundan
ibarettir. Oysa tüm samimiyetimizle muhattablarımızın yüzüne söylediğimiz şeylerin
“saldırı” olduğunun iddia edilmesi, ciddi bir samimiyetsizlik göstergesidir.
Diğer yandan sol içi tartışmalara değer katan şeyin bu tartışmaların birlikte
iş yapmış, birbirinin pratiğini bilen yapıların karşılıklı değerlendirmeleri
olduğunu düşünüyoruz. Oysa bazı çevrelerin tartışmalara ilgisiz üçüncü
şahısları katarak fayda sağlama çabaları da ilişkileri olumsuz etkilemiştir.
Baraka’cı
devrimciler seçimlere dayalı bir iktidar stratejisine sahip değildir. Kıbrıslı
Türklerin ve Kıbrıslı Elenlerin anti-emperyalist eyemlerinin birliğini,
bağımsızlık ve yeniden kardeşleşmenin önkoşulu olarak görürler. Kıbrıs’ın
bağımsızlığı ve halklarının kardeşliği için yürütülmesi gereken mücadelede Kıbrıslı
Türklerin devrimci eyleminin birliğinin sağlanması ise hayati önemdedir. Ancak
bu, sürekli yinelenen çağrılarla değil, teker teker örgütlerin devrimci bir
eylemliliği kendilerinden başlatarak inşa edilmesi ile mümkündür. Mevcut
koşullar altında ortak işler noktasında şantaj yaparcasına tekrarlanan
“ittifaklar politikasının gözden geçirilmesini” bekleyecek veya böyle bir
şantaj yapıldı diye ittifak yapmaktan geri duracak değiliz. Ancak tavır kılığı
altındaki her tavırsızlığı da sorgulamaya devam ederken, öncelikle kendimizi
önümüzdeki işe vereceğiz.
Önümüzdeki
iş; sol muhattaplarımızla dalaşmak değil neo-liberalizme, faşizme ve
emperyalizme karşı halkın tepkisini açığa çıkarmak, örgütlemektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder