Seçim
borusunun çalması ile birlikte tüm partilerde bir hareketlilik yaşanmaya
başladı. UBP tek başına iktidar olma hayalleri ile yanıp tutuşurken, DP-ÖRP-TDP
gibi orta ölçekli partiler de olası bir koalisyonda küçük ortak olarak bulunma
hedefini kendilerine benimsediler. CTP ise eriyen oylarını nasıl
toparlayacağını bilemeden, klasik sağ parti refleksleri ile hareket ediyor.
Geçtiğimiz
altı yıllık hükümet döneminde neo-liberal politikaların amansız bir
uygulayıcısı olan CTP, oylarını toparlamak için eski sol seçmenini cicili
bicili laflarla aldatmaya çalışıyor. Oysa Sosyal Güvenlik Yasası’nın
geçirilmesi, LAÜ’de sendikalaşan öğretim görevlilerinin işten atılması,
Karpaz’a elektrik götürülerek doğal hayatın talanı gibi konular hatırlandığı
zaman bu sözlerin samimi olmadığı gayet net görülebilir. CTP, merkeze oynayan
her “sol” parti gibi, kendi tabanını kuru söz ile sindirip sermayenin her istediğini
yerine getirerek durumu idare edebileceğini düşünüyor. Bu öylesine kirli bir oyundur
ki, emek güçlerinin her talebi “şimdi zamanı değil, zor durumdayız, anlayış
gösterin” sözleri ile yatıştırılırken, sermayenin her saldırısı baş tacı
edilir. Emek güçleri, CTP gibi sözde sol partilere tahammül göstererek değil,
klasik sağ partilere karşı mücadele ederek daha çok kazanım elde ederler veya
eldeki haklarını korumayı başarırlar. CTP’nin bu stratejisine net bir cevap
verilmelidir. Bu cevap CTP gibi seçime endeksli ve başka bir dilden anlamayan
partilere sadece ve sadece oy oranlarının düşürülmesi yolu ile verilebilir. Bu
sebeple CTP’ye bu seçimlerde bedel ödetmek, kuru bir intikamdan öte geleceğe
dönük de bir derstir. Bu ders, emek güçlerinin sınırsız bir tahammüle sahip
olmadığını, ya sermayeyi ya da emeği tercih etmek zorunda olduklarını öğretecek
açıklıkta olmalıdır. Ancak bu yapılırken kesinlikle UBP-DP-ÖRP gibi muhafazakar
sağ partilere oy verilmemelidir. Bunun nedenleri ilerleyen satırlarımızda
anlatılıyor. Ancak zaten emek ve barış güçleri, yıllarca bu ülkede
emperyalizmin işbirlikçiliğini yürütmüş faşist partilere oy vermeyi
akıllarından bile geçirmemektedir. Bu koşullar altında kendine TDP ismini
vererek, CTP’den hiç de farklı olmayan bir önceki hükümet dönemini unutturmaya
çalışan TKP siyasetine asla bir alternatif gözü ile bakmıyoruz. TDP bir
alternatif değildir. TDP parlatılmış başkanları Çakıcı’nın şahsında, köksüz,
ideolojisiz, emekten ve soldan korkan, neo-liberalizmle hesaplaşmayı düşünmek
dahi istemeyen bir partidir.
Peki
tüm partilerin birbirine benzemesi, nüfus yapısının değişmesi, TC müdahaleleri
veya medyanın sol siyasete kapalı olması boykot için bir gerekçe midir? Bu
sayımızda boykot konusunu da çeşitli yönleri ile irdelemeye çalıştık. Ancak
devrimci siyaset açısından vurgulanması gereken noktayı burada da vurgulayalım:
Boykot bir taktik seçenektir. Ancak boykot taktiğini uygulayacak olan siyasi
öznenin bir iktidar stratejisine sahip olması ve bu stratejiye uygun tarihsel
anda, boykotu bir taktik olarak gündeme getirmesi gerekir. Oysa ülkemizdeki
boykot uygulamasına bakıldığı zaman, boykotun bir taktik olarak değil strateji
olarak ortaya konduğunu görüyoruz. Boykot yolu ile iktidarı ele geçiremezsiniz.
İktidarı ele geçirmenin araçlarının kurgulanmadığı koşullarda da boykot sadece
ve sadece vicdan rahatlatmanın, dişe diş bir kavgayı göze alamamanın mazereti
kılınabilir. Boykotu strateji olarak kurgulayan bir siyasi yaklaşım devrimci
yaklaşım değil, kitleleri atıl bırakan pasifist bir yaklaşımdır. Bunu yöntem
olarak kabul etmemiz ise mümkün değildir.
2009
genel seçimlerine halk açısından damgasını vuran olgu seçeneksizliktir. Tüm
partilerin birbirine benzediği, neo-liberal politikaları uygulamak konusunda
birbirleri ile yarıştıkları ve emek hareketinin devrimci bir çıkışı
örgütleyemediği koşullarda ihtiyacımız olan şey; devrimci bir parti oluşturmak
üzere yürütülecek bir devrimci halk hareketi çalışmasıdır. Bunun yolu da hiçbir
alanı reddetmeden, her alanda örgütlü mücadele yürütmekten geçiyor. Ülkemizdeki
durumun vehameti, “hemen şimdi” bir kalkışma için yüreklerimiz dağlıyor olabilir.
Ancak bu kalkışmanın sağlam temellere sahip olması için alanlarda yürütülecek
uzun ve zahmetli çabalara ihtiyacımız var. Bu zahmeti göze alamayanların
üretecekleri çözümler ise saman alevinden daha uzun ömürlü olmayacaktır. Bu
sebeple hemen şimdi birşeyler yapmak isteyenler, küçük işlerle yetinmek
durumundadır. Küçük eller tarafından yürütülecek küçük işler, yarının büyük
işlerinin temelini örecektir.
2009
genel seçimleri, KSP-YKP ve BKP’nin tamamen sorumsuzca birbirine girdiği
koşulların da temeli oldu. Boykotçular seçime girmeyi rejime destek olarak
yorumlarken, “Yasemin”ciler daha ilk günden gazetelerini geriye kalanlara
kapatan, “benden olmayan bana karşıdır” yaklaşımı geliştirdiler. KSP ise
gazetesinde anlattığı “strateji” ile CTP-UBP-DP-ÖRP-TDP’yi değil, YKP ve BKP’yi
kendine hedef seçmiştir. Kendi söylemlerine göre bu “yanlış anlayışlar”
yenilmeden KSP’nin önü açılmayacaktır! Üç partinin de nasıl bir körlük içinde
olduğu gayet net görülüyor. Oysa üç parti de seçimler yoluyla gerçek bir değişim
yaratılmayacağını dillendiriyor. Ancak seçimleri gerekçe göstererek seçim dışı
alanlarda da beraber çalışmamaları yetmezmiş gibi seçimler nedeniyle de
birbirlerine giriyorlar. Polis Sınavı rezaletinden sonra bu üç parti ile
birlikte gerçekleştirdiğimiz eyleme faşist çevrelerin verdiği tepki, seçim
sonrasında çok daha azgınlaşacak bir şövenist dalga ile karşı karşıya
olacağımızın işaretiydi. Bu koşullarda emek ve barış güçlerinin birbirlerini
harcamak gibi bir lüksü yoktur, olamaz! Aksine pratik işbirliklerini ve
birlikte tavır alırken, kitlesel eylemler yolu ile moral toplamayı
hedeflemeliyiz. Çünkü sol büyüyecekse tüm renkleri ile birlikte büyüyecektir.
Diğerini küçülterek büyümeye çalışanlar ise tarihteki örneklerle sabittir ki
her zaman küçülmeye mahkumdur. Üstelik seçim sonrasında kurulması kuvvetle
muhtemel UBP-CTP koalisyonuna karşı örülecek stratejik savunma pozisyonu da
ancak el birliği ile inşa edilebilir.
İster
UBP veya CTP ile diğer sağ partilerin isterse de UBP-CTP’nin birlikte kuracağı
bir koalisyon olsun; seçim sonrası hükümeti kesinlikle bir “Neo-liberal İç Savaş
Hükümeti” olacaktır. Bu hükümet, CTP tarafından belli bir noktaya getirilen
neo-liberal saldırının genişletilmesi ve derinleştirilmesi ekseninde
yürüyecektir. Bu hükümet, emek mücadelelerine, grevlere ve eylemlere karşı çok
daha acımasız olacaktır. En ufak bir direniş eğilimini bastırmak konusunda
tereddütsüz ve emeğin haklarına saldırı noktasında pervasız olacaktır. Doğanın
talanını iştahla devam ettirecek bu hükümet, gerçek bir iç savaş hükümeti
olacaktır. Durum böyleyken, devrimcilerin birlikte direnmekten başka seçeneği
yoktur.
Baraka
bu zorlu sürece yönelik hazırlıklarını şimdiden planlamıştır. Kıbrıslı Türk
Devrimci Hareketi isimli kitabın Argasdi yayınlarından basılması ile geçmişe
yönelik tartışma sürecimizi yeni bir aşamaya taşıdık. Tiyatro ekibimiz nisan
ayında perdelerini yeniden açıyor, 30 Mart Kızıldere Katilamı ülkemizde ilk kez
kitlesel olarak anılıyor ve Baraka 1 Mayıs öncesinde kitlesel bir buluşma
organize etmek için çalışıyor.
Çiçeği burnunda neo-liberal hükümeti 1 Mayıs 2009’daki
coşkulu kortejimizle selamlayacağız. Onlar ateşseler biz cehennem olacağız...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder