“Geride kalan haftalarda sel onlarca
insanı alıp-götürdü, evler, köprüler yıkıldı, işyerleri tahrip oldu, ekili
alanlar ve mahsuller zarar gördü, suya zehirli kimyasallar karıştı... Doğal
âfet dendi, ihmal dendi, dere yatağına ev mi yapılır, bu 'derenin intikamıdır'
dendi, sorumlular hesap versin dendi, 'muhalif' olduğu sanılan siyasetçiler
hükümeti suçladı... Elbette her zaman olduğu gibi 'konunun uzmanları' da
konuştular-yazdılar ama konuşmalarda-yazılarda kapitalizm kelimesi
geçmedi... Kimse 'bu sosyal bir felakettir, gerisinde kapitalist sömürü, yağma
ve talan var' demedi... Eğer öyle diyecek olsalar 'konunun uzmanı' sayılıp,
'değerli görüşlerini' sizinle paylaşmaları mümkün olur muydu?”
Yukarıdaki paragraf ne ülkemizde ne de
bugünlerde yazılmış bir paragraf değildir. Aksine 30 Eylül 2009 tarihinde
Fikret Başkaya tarafından yazılmış ve ülkemizi değil Türkiye’yi anlatan bir
yazıdan alıntıdır. Ancak anlatılanların şubat ayında Omorfo ve Lefkoşa’da
gerçekleşen “doğal” felaketlere benzerliği gerçekten şaşırtıcı. Bu benzerlik,
sadece ülkemizin TC hükümetleri tarafından kontrol ediliyor olmasına bağlanamaz.
Yine aynı yazıdan yapacağımız bir alıntı, bizce böylesi kolaycı yaklaşımlara
verilecek en güzel yanıt olacaktır: “Haziran [2009] ayında BM'nin 'felaketler
riskinin azaltılmasına' dair raporuna göre… 1975-2008 aralığında 8866 doğal
felâket sonucu 2 milyon 284 bin insan hayatını kaybetmiş. Son 30 yılda fırtına
ve su baskınlarından zarar gören insan sayısı da 740 milyondan 2.5 milyara
yükselmiş.”
Doğal felaketler tarihin eski
çağlarından beri insanlığın yüzleştiği bir olgudur. Tarihin bilinen en eski
felaketi ise Nuh Tufanı veya Büyük Tufan’dır. Ancak bugün küresel kapitalist
sistem (veya emperyalizm) çağında insanlık bu felaketlere karşı, önlem almak
mümkün olduğu halde sistemin (kar mantığı üzerinden çalışan) yapısına uygun
olmadığı için tamamen savunmasız durumdadır. Üstelik birçok durumda “doğal”
veya sosyal felaketlerin bizzat insan eli ile üretildiği açık gerçeği de
önümüzde durmaktadır. Normal koşullar altında hiçbir su baskınına neden
olmayacak yağışların, dere yataklarının beton yığınları ile doldurulması
sonucunda felakete neden olması gibi; insanlığın ihtiyaçlarını temel alması
gereken ekonomik yapılanma karı temel aldığı için sosyal felaketlere de neden olmaktadır.
İnsan eli ile üretilen sosyal
felaketlerin en bilineni halen içinde bulunduğumuz küresel ekonomik
krizdir. Kriz 2007 yılının temmuz ayında
ABD’de başlamış ve hızla etkisini arttırarak tüm dünyaya yayılmıştır. 2008 yılının
ortalarına gelindiğinde krizin etkileri Türkiye’de ve dolayısıyla bizim
Türkiye’ye göbekten bağımlı ekonomimizde de hissedilmeye başlandı. Her ekonomik
kriz en temelde sermayenin küçülmesi “tehlikesini” barındırdığından, sermaye
çevreleri olası bir küçülmeye karşı elinin altındaki en kestirme yola başvurdular.
Zenginlerin krizde ödediği tek bedel kar oranlarındaki artışın durmasıyken
dünyanın her yerinde emekçiler krizin gerçek bedelini zenginler adına ödemek
zorunda bırakıldılar.
Dünya çapında ve elbette ülkemizde
işsizlik görülmemiş seviyelere yükseldi. Patronlar tarafından işten atılan
emekçiler yoksullaşırken, hali hazırda krizden önce de işsiz olan kitleler
yaşam kalitelerinde çok daha büyük bir gerileme ile yüz yüze kaldılar. Üstelik
kar oranları düşmesin korkusu ile emekçilere yüklenen sermeye çevreleri bu
koşullarda dahi karlarını arttırmanın yöntemlerini buldular. Yoksulluğun ve
işsizliğin tavan yaptığı son iki yıl içinde emek piyasasında güvencesizleştirme
saldırısı da şiddetlendirildi. Dünyanın (zengin veya yoksul) tüm ülkelerinde
güvencesiz, esnek, garantisiz çalışma biçimleri istisna olmaktan çıkarak genel
istihdam biçimleri haline getirildi. Sermaye emek maliyetini daha da düşürerek
ve devlet aracılığı ile sermayeye kaynak aktararak krizin yükünü emekçilerin
üzerine yıkacak paketler hazırladı. Böylece işler daha az işçi ile, daha az
ödeyerek ve daha yoğun çalıştırılarak yürütüldü. Elbette ki bu da daha yüksek
kar oranları ile sonuçlandı. Ülkemizde sigorta primlerinin devlet tarafından
ödenecek olması ya da işçilerin ihtiyat sandığı yatırımlarının tamamen ortadan
kaldırılması gibi uygulamalar yolu ile de sermeye çevreleri şenlendirildi,
esenlendirildi.
Aslında halen içerisinde bulunduğumuz
küresel ekonomik kriz büyük sermeyenin daha da büyümesine, küçük sermaye çevrelerinin
ise büyükler tarafından yutulmasına dayalı kapitalist kanunun, daha yoğun bir
şekilde uygulanmasından ibarettir. Emekçilerin ödemekte olduğu yoksulluk,
işsizlik, güvencesizleşme gibi bedeller de sadece kriz dönemine özgü değil
kapitalist sitemin yapısına içkindir. Kriz döneminin tek farkı tüm bu olguların
kriz dönemlerinde olağanüstü derecede yoğun bir şekilde yaşam bulmasıdır. Kapitalist
sistem, insan emeğinin sermaye tarafından sömürüsüne dayalı bir sistemdir. Bu
da ölü emek (sermaye) büyüsün diye her geçen gün daha çok canlı emeğin (emekçi)
öldürülmesini gerektirir. Canlı emeğin ölümü mutlak şeklini işsizlikte
bulurken, ucuza çalışma, daha yoğun çalışma, sosyal güvenceden yoksun çalışma,
esnek çalışma gibi biçimlere de açıktır. Ancak işsizlik, yoksulluk,
güvencesizleşme gibi olgular yaşam kalitesinde kitlesel bir gerileme yaratarak
kapitalist sistemin temel ihtiyaçlarından birisi olan tüketimi de düşürürler.
Tüketimin düşmesi ise kar oranlarında düşüşe temel teşkil eder. Böylece
kapitalizmin krizlerinin felaket derecesinde büyüyen yıkımlarla sonuçlanması
olgusu yaşam bulur. Burada vurgulamaya çalıştığımız şey; kapitalist kriz
olgusunun bir felaket olduğu değildir. Aksine kapitalizmin kendisi insanlık
için bir felakettir. Eğer dünya düzeni emekçiler tarafından ve emekçiler için
ilerleyen bir rotaya sokulamazsa; tarihte bilinen ilk felaket “Nuh Tufanı”nın
bile başaramadığı şey hayat bulacak ve insanlık (ve doğa) insanın kendi eli ile
üretilmiş kapitalizm isimli felaket tarafından yok edilecektir.
Bizim ülkemizde ise her sorunu
kestirme yoldan çözmeye meraklı, fazla düşünmeye gelemeyen “solcular”ın, yukarıda
anlattığımız sorunlara hazır reçetesi “Kıbrıs’ta Çözüm ve AB”dir. Bu “solcular”
yüzleşmekte olduğumuz kapitalist kriz olgusunu “bir felaket olarak kapitalizmin
parçası” değil; “çözümsüzlüğün neden olduğu bir felaket” olarak görme
eğilimindedir. Bu da Kıbrıs sorununun çözülmesi ve AB’ye giriş ile birlikte
yaşanmakta olan sorunların çözüleceği mitolojik beklentisini beslemektedir.
Üstelik bu beklentilerini haklı gösterici “avrupa-merkezli” örneklerini de
halkın bilincine bolca saçmaktadırlar. Avrupa ülkelerinde sosyal refah devleti
döneminden kalan ve bugün teker teker geriletilmekte olan çeşitli hakların
örnek gösterilmesi ülkemizde yaygın bir “mücadele” şeklidir. Oysa AB’nin
dünyayı sarsan küresel ekonomik krizden korunmak için bir kale veya Nuh
Tufanı’nın etrafımızı saran sularına karşı sığınılacak bir gemi olmadığı sadece
güncel Yunanistan örneğinden bile görülebilmektedir.
Emekçilerin kurtuluşu hem ülkemizde
hem de dünyada sadece egemenlerle ve kapitalist felaket sistemi ile
hesaplaşmakla mümkündür. Böyle bir hesaplaşma olmadan kurtuluş da mümkün
değildir. Bu noktada Ertuğrul Kürkçü’den yapılacak bir alıntı ile yazıyı
bitirmek en uygunuymuş gibi görünüyor. “Dünya, kapitalizmin anaforunda
sürüklenirken, Avrupa Birliği’'nin, içine binebilenleri ‘Nuh’un Gemisi’ gibi
selamete ulaştıracağını ileri sürenlere ve gemiye binmek için karaborsadan
bilet bulmaya çalışanlara söylenebilecek tek şey var: ‘Tufan’ gerçekti, ‘Nuhun
Gemisi’ ise sadece bir efsane!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder