2 Nisan 2010 Cuma

Tufan Gerçekti Nuh’un Gemisi İse Efsane



“Geride kalan haftalarda sel onlarca insanı alıp-götürdü, evler, köprüler yıkıldı, işyerleri tahrip oldu, ekili alanlar ve mahsuller zarar gördü, suya zehirli kimyasallar karıştı... Doğal âfet dendi, ihmal dendi, dere yatağına ev mi yapılır, bu 'derenin intikamıdır' dendi, sorumlular hesap versin dendi, 'muhalif' olduğu sanılan siyasetçiler hükümeti suçladı... Elbette her zaman olduğu gibi 'konunun uzmanları' da konuştular-yazdılar ama konuşmalarda-yazılarda kapitalizm kelimesi geçmedi... Kimse 'bu sosyal bir felakettir, gerisinde kapitalist sömürü, yağma ve talan var' demedi... Eğer öyle diyecek olsalar 'konunun uzmanı' sayılıp, 'değerli görüşlerini' sizinle paylaşmaları mümkün olur muydu?”

Yukarıdaki paragraf ne ülkemizde ne de bugünlerde yazılmış bir paragraf değildir. Aksine 30 Eylül 2009 tarihinde Fikret Başkaya tarafından yazılmış ve ülkemizi değil Türkiye’yi anlatan bir yazıdan alıntıdır. Ancak anlatılanların şubat ayında Omorfo ve Lefkoşa’da gerçekleşen “doğal” felaketlere benzerliği gerçekten şaşırtıcı. Bu benzerlik, sadece ülkemizin TC hükümetleri tarafından kontrol ediliyor olmasına bağlanamaz. Yine aynı yazıdan yapacağımız bir alıntı, bizce böylesi kolaycı yaklaşımlara verilecek en güzel yanıt olacaktır: “Haziran [2009] ayında BM'nin 'felaketler riskinin azaltılmasına' dair raporuna göre… 1975-2008 aralığında 8866 doğal felâket sonucu 2 milyon 284 bin insan hayatını kaybetmiş. Son 30 yılda fırtına ve su baskınlarından zarar gören insan sayısı da 740 milyondan 2.5 milyara yükselmiş.”
Doğal felaketler tarihin eski çağlarından beri insanlığın yüzleştiği bir olgudur. Tarihin bilinen en eski felaketi ise Nuh Tufanı veya Büyük Tufan’dır. Ancak bugün küresel kapitalist sistem (veya emperyalizm) çağında insanlık bu felaketlere karşı, önlem almak mümkün olduğu halde sistemin (kar mantığı üzerinden çalışan) yapısına uygun olmadığı için tamamen savunmasız durumdadır. Üstelik birçok durumda “doğal” veya sosyal felaketlerin bizzat insan eli ile üretildiği açık gerçeği de önümüzde durmaktadır. Normal koşullar altında hiçbir su baskınına neden olmayacak yağışların, dere yataklarının beton yığınları ile doldurulması sonucunda felakete neden olması gibi; insanlığın ihtiyaçlarını temel alması gereken ekonomik yapılanma karı temel aldığı için sosyal felaketlere de neden olmaktadır.
İnsan eli ile üretilen sosyal felaketlerin en bilineni halen içinde bulunduğumuz küresel ekonomik krizdir.  Kriz 2007 yılının temmuz ayında ABD’de başlamış ve hızla etkisini arttırarak tüm dünyaya yayılmıştır. 2008 yılının ortalarına gelindiğinde krizin etkileri Türkiye’de ve dolayısıyla bizim Türkiye’ye göbekten bağımlı ekonomimizde de hissedilmeye başlandı. Her ekonomik kriz en temelde sermayenin küçülmesi “tehlikesini” barındırdığından, sermaye çevreleri olası bir küçülmeye karşı elinin altındaki en kestirme yola başvurdular. Zenginlerin krizde ödediği tek bedel kar oranlarındaki artışın durmasıyken dünyanın her yerinde emekçiler krizin gerçek bedelini zenginler adına ödemek zorunda bırakıldılar.
Dünya çapında ve elbette ülkemizde işsizlik görülmemiş seviyelere yükseldi. Patronlar tarafından işten atılan emekçiler yoksullaşırken, hali hazırda krizden önce de işsiz olan kitleler yaşam kalitelerinde çok daha büyük bir gerileme ile yüz yüze kaldılar. Üstelik kar oranları düşmesin korkusu ile emekçilere yüklenen sermeye çevreleri bu koşullarda dahi karlarını arttırmanın yöntemlerini buldular. Yoksulluğun ve işsizliğin tavan yaptığı son iki yıl içinde emek piyasasında güvencesizleştirme saldırısı da şiddetlendirildi. Dünyanın (zengin veya yoksul) tüm ülkelerinde güvencesiz, esnek, garantisiz çalışma biçimleri istisna olmaktan çıkarak genel istihdam biçimleri haline getirildi. Sermaye emek maliyetini daha da düşürerek ve devlet aracılığı ile sermayeye kaynak aktararak krizin yükünü emekçilerin üzerine yıkacak paketler hazırladı. Böylece işler daha az işçi ile, daha az ödeyerek ve daha yoğun çalıştırılarak yürütüldü. Elbette ki bu da daha yüksek kar oranları ile sonuçlandı. Ülkemizde sigorta primlerinin devlet tarafından ödenecek olması ya da işçilerin ihtiyat sandığı yatırımlarının tamamen ortadan kaldırılması gibi uygulamalar yolu ile de sermeye çevreleri şenlendirildi, esenlendirildi.
Aslında halen içerisinde bulunduğumuz küresel ekonomik kriz büyük sermeyenin daha da büyümesine, küçük sermaye çevrelerinin ise büyükler tarafından yutulmasına dayalı kapitalist kanunun, daha yoğun bir şekilde uygulanmasından ibarettir. Emekçilerin ödemekte olduğu yoksulluk, işsizlik, güvencesizleşme gibi bedeller de sadece kriz dönemine özgü değil kapitalist sitemin yapısına içkindir. Kriz döneminin tek farkı tüm bu olguların kriz dönemlerinde olağanüstü derecede yoğun bir şekilde yaşam bulmasıdır. Kapitalist sistem, insan emeğinin sermaye tarafından sömürüsüne dayalı bir sistemdir. Bu da ölü emek (sermaye) büyüsün diye her geçen gün daha çok canlı emeğin (emekçi) öldürülmesini gerektirir. Canlı emeğin ölümü mutlak şeklini işsizlikte bulurken, ucuza çalışma, daha yoğun çalışma, sosyal güvenceden yoksun çalışma, esnek çalışma gibi biçimlere de açıktır. Ancak işsizlik, yoksulluk, güvencesizleşme gibi olgular yaşam kalitesinde kitlesel bir gerileme yaratarak kapitalist sistemin temel ihtiyaçlarından birisi olan tüketimi de düşürürler. Tüketimin düşmesi ise kar oranlarında düşüşe temel teşkil eder. Böylece kapitalizmin krizlerinin felaket derecesinde büyüyen yıkımlarla sonuçlanması olgusu yaşam bulur. Burada vurgulamaya çalıştığımız şey; kapitalist kriz olgusunun bir felaket olduğu değildir. Aksine kapitalizmin kendisi insanlık için bir felakettir. Eğer dünya düzeni emekçiler tarafından ve emekçiler için ilerleyen bir rotaya sokulamazsa; tarihte bilinen ilk felaket “Nuh Tufanı”nın bile başaramadığı şey hayat bulacak ve insanlık (ve doğa) insanın kendi eli ile üretilmiş kapitalizm isimli felaket tarafından yok edilecektir.
Bizim ülkemizde ise her sorunu kestirme yoldan çözmeye meraklı, fazla düşünmeye gelemeyen “solcular”ın, yukarıda anlattığımız sorunlara hazır reçetesi “Kıbrıs’ta Çözüm ve AB”dir. Bu “solcular” yüzleşmekte olduğumuz kapitalist kriz olgusunu “bir felaket olarak kapitalizmin parçası” değil; “çözümsüzlüğün neden olduğu bir felaket” olarak görme eğilimindedir. Bu da Kıbrıs sorununun çözülmesi ve AB’ye giriş ile birlikte yaşanmakta olan sorunların çözüleceği mitolojik beklentisini beslemektedir. Üstelik bu beklentilerini haklı gösterici “avrupa-merkezli” örneklerini de halkın bilincine bolca saçmaktadırlar. Avrupa ülkelerinde sosyal refah devleti döneminden kalan ve bugün teker teker geriletilmekte olan çeşitli hakların örnek gösterilmesi ülkemizde yaygın bir “mücadele” şeklidir. Oysa AB’nin dünyayı sarsan küresel ekonomik krizden korunmak için bir kale veya Nuh Tufanı’nın etrafımızı saran sularına karşı sığınılacak bir gemi olmadığı sadece güncel Yunanistan örneğinden bile görülebilmektedir.
Emekçilerin kurtuluşu hem ülkemizde hem de dünyada sadece egemenlerle ve kapitalist felaket sistemi ile hesaplaşmakla mümkündür. Böyle bir hesaplaşma olmadan kurtuluş da mümkün değildir. Bu noktada Ertuğrul Kürkçü’den yapılacak bir alıntı ile yazıyı bitirmek en uygunuymuş gibi görünüyor. “Dünya, kapitalizmin anaforunda sürüklenirken, Avrupa Birliği’'nin, içine binebilenleri ‘Nuh’un Gemisi’ gibi selamete ulaştıracağını ileri sürenlere ve gemiye binmek için karaborsadan bilet bulmaya çalışanlara söylenebilecek tek şey var: ‘Tufan’ gerçekti, ‘Nuhun Gemisi’ ise sadece bir efsane!”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder